SUYUN BAŞINI TUTANLAR

Suyun başını tutmanın mutlulukla bir ilgisi olmalı. Ya da hepimizin mutsuzluğuyla...

Bundan 12000 yıl önceydi. Afrika’dan yola çıktığını düşündüğümüz avcı toplayıcı atalarımız, bereketli hilal adını verdiğimiz Mezopotamya topraklarına gelmişlerdi. Yaşamak için su lazımdı ve burada vardı. Nil, Dicle ve Fırat nehirleri burada yaşanabilir havzalar sunuyordu. Avcı toplayıcılar genelde çok küçük gruplar halindeydiler ve yaşam ömürleri 30 ila 40 yıl arasındaydı. Onlar, tarımı keşfettiklerinde tüm insanlığın tarihini değiştirdiklerini muhtemelen bilmiyorlardı...

Bugün, bu yazıyı okuduğunuz ekranın, çalan telefonunuzun ve işe yetişmek için bindiğiniz vasıtaların, 80 yıla yaklaşmış yaşam ömür ortalamasının, kullandığınız ilaçların ve yaşamınızı belirleyen ve bunun için oluşan bütün bu ekonomik sistemin o gün tarımı bulan avcı toplayıcılarla bağı var. Hatta davranışlarınız, sevme biçiminiz, hukuk kurallarının, soyut düşünme anlayışının, matematiğin, toplumsal tabakaların ve devletin o gün tarımı bulan atalarımızla tahmin ettiğimizden de fazla ilgisi var.

Bunun mutluluğumuzla da ilgisi olduğunu söylersem ileri gitmiş sayılmam. Tahmin edilenin aksine avcı toplayıcıların bizden daha mutlu olduğu konusunda bazı önemli meslektaşlarımızın fikirleri mevcut. Kadın ve erkeğin eşit olduğu, insanın kendisini doğanın bir parçası olarak gördüğü, çocukların komün akıl ve dayanışma ile büyütüldüğü bir dönem tarihimizde var. Özel mülkiyetin olmadığı ve materyalist düşünce biçiminin bir aidiyet yaratmadığı bir kolektif süreçten bahsediyorum. Düşünsenize; acaba ilk kim “Burası benim”, “Bu bana ait”, “Sen buraya ait değilsin?” deme ihtiyacı hisseti? Bunu ona söyleyen neydi? On binlerce yıldır insan zihnine gelmeyen bu soru birden ne oldu da düşüncelerde ve dillerde yerini almıştı?.

Gelelim o nehirlerin kenarlarına...

Fırat, Dicle ve Nil kenarında arpa ve buğday yetiştirmeyi öğrenen gruplar artık yerleşik yaşama geçmişlerdi. Zorundaydılar çünkü yaşamlarını sürdürebilmeleri için ürünlere ihtiyaçları vardı ve orada toprakla ilgilenmek, tohumları ekmek, sulama yapmak ve kendileriyle beraber arazilerini korumak zorundalardı. Hayat, onları evlere hapsetmeye başlamıştı. Bunun sonucunda o insanlar “Bu ev benim” , “Bu arazi benim” , “Bu buğday benim” demeye başladı. Yani özel mülkiyet, yaşananların nedeni değil; sonucuydu...

SUYUN BAŞINI TUTANLAR

Sık kullandığımız bir deyim var; suyun başını tutmak. Bunu, çok fazla yarar sağlamayı başaran ve bunun için gerekirse kanun kural tanımadan, hatta zor kullanarak yapılan işler/kişiler için kullanırız. Acaba bu deyimin ilk söylendiği yer neresi olabilir? Düşünsenize, bundan yaklaşık 10 bin yıl önce avcı toplayıcı bir aile üyesisiniz. Fırat’ın yanında tarım yapanları görüyorsunuz, evleri var, hayvan besliyorlar, ürün depoluyorlar, yerleşik oldukları için nüfus patlaması yaşanmış ve kolektif hareket gelişmiş. Sizden daha kalabalıklar ve organizeler. Tamam siz daha kaslı daha atik ve mızrağı daha iyi kullanıyorsunuz ama onlar çok kalabalık... Suyun kenarına yerleşmiş insanlar... Ben de ailem için yerleşmeli miyim? Bu sayede daha az çalışıp daha uzun yaşayabilir miyim? Daha fazla çocuk yaparsam daha az bebek ölümü olur m? Öyle ya, kaçmak koşmak yok, daha korunaklı bir hayat mümkün mü?

Nehrin kenarına yerleşmeye kalkarsanız muhtemelen orayı size vermeyecekler. Orada ya arazi ya da ev var. Seni ve aileni kabul etseler bile sudan uzak bir yer gösteriyorlar. Oranın bir ‘sahibi’ var ve önce o geldi ve “benim” dedi. Evet, suyun başını tutmuşlar...

Suya biraz uzakta bir yere yerleşiyoruz. Ekip biçmeyi öğrenmemiz lazım. Hem arazinin, hem bu bilginin hem de suyun bir bedeli var. Ya onun tarlasında çalışacağız ya da elimizde toplanan malzemelerden onlara vereceğiz. Ne? Yetmiyor mu? Bizden bir kızımızı mı istediler? Ama o klan kalabalık, vermezsek bize saldırabilir hatta sürebilir. Kadına neden ‘mal’ gibi hitap etti ki şimdi bunlar? Belki de kan bağı kurarsak yaşama şansımız artar...

‘Bedeli’ neyse ödenmeli diyoruz. Toprağı tanıyoruz, sürmeye başlıyoruz. Suyu her zaman alamıyoruz çünkü suyun başında güçlü ve kalabalık aileler var. Ama evimizi yaptık. Geceleri yıldızları seyrediyoruz. Güvendeyiz. Gerçekten öyle mi acaba? Daha fazla aile üyesi lazım. Çoğalırsak biz de belki bir gün suyun başına geçebiliriz...

Yıllar geçiyor, mahsuller toplanıyor. Kaslarımız biraz zayıfladı ama normal. Yaralanma ya da zehirlenme ihtimali iyice düştü. Dedikodu diye bir olay var, sosyalleşmenin adeta anahtarı. Bazı evler birbirine çok yakın. Yandakilerle ilgili konuşurken bazen olay çok komik bir hal alıyor. Tahtalara vuruyoruz bizi duymasınlar diye. ‘yerin kulağı vardır!’, onlar hakkında konuştuğumuzu duyarlarsa kavga çıkar aman tahtaya vur ses gitmesin; ‘şeytan kulağına kurşun!’

Akşamları ateş yakıyoruz, hayal kurmaya başlıyoruz, sosyal bir canlı haline geldik. En büyük gücümüz sayımız, tarım bilgimiz ve organize hareket etme kabiliyetimiz. Evcil hayvanlarımız oldu. Bir kurt ya da vahşi bir hayvan geldiğinde erken uyarı sistemi gibi havlayan köpeklerimize çok alıştık. Onlar da bize. Bizim köpeklerimiz bir zamanlar bizi korudukları kurt ailesine mensuptu. Şimdi ise bizden yanalar. Biz de onları bunun karşılığında besliyoruz. Ama o da ne?...

Bize sadece vahşi hayvanlar saldırmıyor. Bazı avcı toplayıcılar ya da yerleşik yaşama geçmiş çok daha fazla kalabalık gruplar bize saldırmaya başladı. Ürünlerimizi, hatta kadınlarımızı istiyorlar. Buna bir çözüm bulmamız lazım...

VE DEVLET DOĞUYOR

Tarım yapan bizler buna bir çözüm bulmalıyız. Yaşlılar heyeti oturup karar alıyoruz. Her evden bir erkek mızrak kullanmayı ve savunma yapmayı öğrenecek. Tarım faaliyetlerinde olmayacakları için bütün yerleşik gruplar bu insanlara yaşamaları için buğday, arpa ve et verecek. Peki kimden ne kadar ve ne toplayacağız? Dönüşümlü olarak başlayalım diyoruz. Tarihin ilk vergi memurları böylece ortaya çıkıyor.

Savaşması için oluşturduğumuz erkekler iyice gelişti. Artık dışarıdan çok saldırı yok. Güvenlik ihtiyacımız giderildi. Ancak bu su kavgası ve bazı savaşçı erkeklerin işlediği suçlar yüzünden toplulukta huzursuzluklar var. İki aile yine birbirine girmiş. Konu arazi. Taraflardan biri öldürülmüş. Şimdi ne olacak? Eğer buna bir son vermez ve çözüm bulmazsak bu iç kavgalar katliama dönüşecek.  Kararı, yerleşiklerin en yaşlısına ve olaya taraf olmayana bırakalım. O, hepimizden daha bilgili. Onun dediğine uyalım. Kabul mü? Kabul... Buyurunuz medeniyetin ilk hakimi...

Sayımız çok arttı. Yüzbinlerce insanız artık. Savaşçılarımızın sayısı bile binlerle ölçülüyor. Nüfus patlaması beraberinde güç getirdi ancak bir o kadar da sorunu kucağımıza arttı. Doğayı kontrol etmeyi öğrendik. Yılın bazı dönemlerinde su taşkınları oluyor. Önce bunu rüyalarımızda gördüğümüz o kutsalın yaptığını zannettik. Ona, bize bulaşmaması için keçiler kesip kurban ettik ve etini yemedik (o yesin diye) ama olmadı. Sonra bazılarımız bu sellerin hep aynı dönemde olduğunu fark etti. İnsanlık, bilmeden ilk fizik ve matematikçilerini yaratmıştı. Gökler bize bazı şeyler söylüyor. O yıldız kuzey batıdayken hep çok soğuk oluyor. Bunun bir ilah olduğunu söyleyen ve yerleşikleri kah korkutarak kah umut vadederek o ateşle (yıldız-gezegen) konuştuğunu söyleyenler bu sayede istediği araziyi alıyor, istediği kadar da su. Onlar savaşçıları komuta eden güçlülerle de iyi anlaşıyor. İstemedikleri yaşlı hakimleri öldürdüler. Yerlerine kendi kontrol ettikleri ve söyleneni yapanları atadılar. Bu işler ilk başladığında sadece onlara yetecek kadar buğday alıyorlardı bizden. Şimdi ise depolarını dolup taşıracak kadar et, arpa ve bira istiyorlar. Vermezsek bizi sürgüne gönderecekler. Gitmeli miyiz, yoksa kalıp boyun mu eğmeliyiz? Ya, başka bir seçenek varsa? Ya hakkımızı aramak için kalıp savaşırsak? Biz çok daha fazlayız oysa. Onlar ise az olmasına rağmen neden daha güçlü olduklarını söylüyor? Bir grup yönetici güvenliği, ateşle konuştuğunu söyleyenler de özel güçleri olduğunu öne sürerek bizi dağıtıyor ve susturuyor. Ama onlara hep biz verdik bu yetkileri? Biz verdiysek?... Neden bir kişi bin kişilik araziye sahip? Neden bir aile yüzbinlerce kişinin doyabileceği kadar buğdayı deposunda tutuyor?

Aradan yaklaşık 12 bin yıl geçti. Artık milyarlarca yerleşiğiz. Sanayi devrimi yaptık, bilgi toplumuna geçtik. Avcı toplayıcıyken derin hayallerle izlediğimiz sayısız gezegene araç gönderiyoruz. Toprağı ehlileştirdik. Doğaya aitken, doğayı kendimizin yaptık. (Öyle sanıyoruz) İsimler değişti, konu aynı. Her şey “benim” kelimesiyle başladı, öyle devam ediyor. Avcı toplayıcıyken mi, yoksa aldığımız bunca yola rağmen şu an mı insanlık olarak daha mutluyuz?

İşin ÖZ’eti; su hepimize fazlasıyla yetecek- de; suyun başındakiler ve suyun başına geçecek “Benim” kelimesini yaratan sistem olmasa...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi