Hepimiz aynı ‘ringin’ ‘dövüşçüsüyüz’!

Gizem Aksu’nun yönettiği, Nazi Almanya’sında “çingene gibi dans ederek” boks yapıp rakiplerini deviren ancak Roman olduğu için tüm şampiyonlukları elinden alınıp 1942 yılında da katledilen boksör Rukeli’nin hayatından ilham alarak çektiği ‘9/8fight41: hepimiz için 9/8'lik bir dövüş’ filmi, Documentarist 15. İstanbul Belgesel Günleri’nden Jüri Özel Ödülü’yle döndü. Yönetmenin kendi göç deneyimini ve İstanbul’daki Romanların kimlik mücadelesini Rukeli’nin mücadelesiyle birleştiren film, göç, kimlik, ayrımcılık, adalet ‘dövüşünde’ hepimizin aynı ‘ringde’ olduğuna vurgu yapıyor.

‘Hepimiz için 9/8'lik bir dövüş’ nasıl ortaya çıktı? 

Dresden’de Hellerau European Center for the Arts’ta konuk olduğum 3 aylık sanatçı misafir programının Covid-19‘un Almanya’daki başlangıcıyla denk gelmesi sonucunda, bu sanatçı misafir programı dahilinde hayal ettiğim her şey iptal oldu. Kurumun kapanması, izolasyon politikaları ve kamusal alandaki gündelik hayatın radikal değişimi sonucu; tüm dikkatim mekansal olarak yerele, avluya, komşulara, komşuların bahçelerine yöneldi. Kurumun bahçesinde, Bewegung Nurr tarafından Nazi rejimi sırasında öldürülen Sinti-Roma kökenli efsanevi boksör Johann Rukeli Trollmann anısına yapılmış boks ringi şeklindeki benzersiz ‘9841' anıtında zaman geçirmeye başlamamla bu yolculuk başladı. Sinti-Roma kökenli Rukeli’nin etnik kimliği nedeniyle uğradığı ayrımcılığı temsilen anıtın zeminin eğimli olmasını kendi coğrafyamdaki Roman müziğinin 9/8’lik senkopatik yapısıyla paslaştırıp, Rukeli’nin ‘dans ederek boks yapma’ virtüözitesinden ilham alarak göbek atarak dövüşme olasılıkları üzerine denemeler yapmaya başladım. Onun Nazi rejimine karşı verdiği mücadeleyi onurlandırmak için bu ringde bol bol zaman geçirip göbek attım. Bu onurlandırma ritüelleri gün geçtikçe kendi coğrafyamdaki adalet dövüşüyle içimde bağlanmaya başladı. Henüz filme dönüşeceğini bilmediğim bu yolculuk böylece başlamış oldu.

Diğer dansçılarla nasıl bağlantı kurdunuz? Onların filme yaklaşımı nasıldı? 

Rukeli’nin yaşadığı dönemde, yaşadığı coğrafyada maruz kaldıklarını bu zamanda yaşayan biri olarak bilmem, duyumsamam mümkün değil. Ama kendi coğrafyamda kendi zamanımda yaşananlara duyarlı kalmak için elinden geleni yapan bir sanatçı olarak bununla ilişkilenmek hiç zor olmadı. Hele ki kendisine uygulanan ayrımcılığın görünen nedeni olarak dans etmesi gösterilen biri söz konusu olduğunda. Rukeli’in Sinti-Roman kökenli biri olarak yaşadıkları; maruz kaldığı ayrımcılığa karşı pasif direnişte bulunması, bir boksör olarak dövüşünün egemen güç ilişkilerine karşı da olduğu durumu kendisinin hikayesiyle ilk karşılaştığım anda beni çarpmıştı. Bu nedenle filme hem dansçı hem de aktivist olduğunu bildiğim; ifade özgürlüğü ve adalet mücadelelerini sanatla sürdüren Banu Açıkdeniz, Sema Semih ve Gizem Nalbant’ı davet etmek istedim. Kendilerine tekrar çok teşekkür etmek isterim, onlar olmasa filmle aktarmak istediklerimi bu şekilde aktaramazdım. Filmde Rukeli’nin mirasıyla jenerasyonlar arası ve coğrafyalar arası olarak ilişkilenmek; Rukeli’nin adalet mücadelesinin kendi coğrafyamdaki iz düşümlerini aramak ve bunu, buradaki mücadelelerin özneleriyle dansı, sanatı kullanarak yapmak benim için çok önemli oldu.Doğup büyüdüğü Sulukule mahallesine kentsel dönüşüm uygulanan Gizem Nalbant, feminist beden politikaları üzerine araştırmalar yapan Banu Açıkdeniz ve uzun yıllardır LGBTQİ+ hareketine gönül veren Sema Semih, dansın kendi adalet dövüşlerindeki yerini açık kalplilikle ve kendilerine özgü beden dilleriyle aktararak filmi başka bir yere taşıdılar. Kendilerine tekrar çok teşekkür etmek isterim, onlar olmasa filmle aktarmak istediklerimi bu şekilde aktaramazdım.

Filmde, Rukeli’nin adının, ağaç demek olan ‘Ruk’ kelimesinden geldiğini, ailesinin de onun fiziği yüzünden ‘Rukeli’ dediğin öğreniyoruz. Siz de Almanya’daki hayatınızla Rukeli arasında ‘kök’ üzerinden bir bağ kurduğunuzu söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz? 

Almanya’ya göç etmiş bir sanatçı olarak, göç etme deneyimi benim için çok zor oldu. Kendi köklerini Anadolu ve Mezopotamya topraklarıyla ilişkili olarak açıklayan biriyim ve sanatsal donanımını, ilhamını kendi coğrafyasından alan biri olarak göç etmek zordu. Bambaşka bir coğrafyada, bambaşka soyo-kültürel ve politik dinamikler içerisinde; kendi köklenme pratiklerimden, ritüellerimden istemeden ayrılmış olarak yepyeni ritüeller, anlamlar, idrakler kazanmak durumunda kaldım. Mesela, kendimi toprağa köklenen bir canlı olarak görmüşümdür. Göçün ilk zamanlarında suya köklenen bitkileri, havaya köklenen örümcekleri gözlemlediğim ve farklı köklenme biçimleri üzerin düşündüğüm aylar oldu. Göç sürecimde köklenirken içime gömdüklerimle, gölgelerimle, karanlık duygu ve enerjilerle epey zaman geçirdim. Bu bağlamda göç ve kök bağlantısı benim için oldukça ön plana çıktı. Rukeli’nin kendi sporuna ve bence kendi spiritüel pratiği olan boksa köklenmesi gibi ben de kendi bedenime, sanatıma dansa köklenmeye başladım. Rukeli’nin gölge boksuyla kendi antrenmanını yapması gibi ben de kendi gölgelerimle boks yaparak, bol bol göbek atarak kendi göç deneyimime köklenmeye çalıştım.

Yine devamında Roman dansında göbeğin ve kalçanın yere doğru hareket etmesi gerektiğini, böylece dertlerin, kederlerin toprağa bırakıldığı minvalinde bir açıklama yapıyorsunuz. Romanların göçebeliğiyle ilgili varsayıma da bu göbek ve kalça dansının ‘köklere bıraktığı’ izlerle cevap verdiğini belirtiyorsunuz. Bu sizin getirdiğiniz bir görüş mü yoksa Romanlar arasında böyle bir kanı var mı? Bana hayli mantıklı geldi de… 

Bu önerme, kendi göç deneyimime göbek atarak köklendiğim için benim naçizane sanatsal ve spiritüel önerim. Ama Roman dostların da bu önerimi sevdiklerini söyleyebilirim. Göç, kök, göbek… Birbirine karışarak bana güç ve sanatsal ilham verdiler. Göç ettiğim yıl Spotify listemin en çok dinlenen 5 şarkısından 3’ü Roman şarkısıydı. Böylesi bir sanatsal zenginliğe ve desteğe erişimim olduğu için çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Gölge boksundan güçlenerek çıkmak aksi takdirde pek mümkün olmayabilirdi.

Filmde, ‘bölümlere’ diyeyim birer isim vermişsiniz. İstanbul’unki “Yumruk”. Kişisel görüşüm filmin bütünüyle ve geçtiği yerleri ele aldığımızda bunun hayli yerinde olduğu yönünde. Sizin İstanbul için  –sıfat olarak da kullanabiliriz- “Yumruk” demenizin sebebi neydi? 

Benim dövüştüğüm yerin, bizim mücadele alanımızın İstanbul olmasıyla alakalısı var. Dresden’in ‘Yüz’ olmasının nedeni; o bölümde Rukeli’yi tanımamız ve hikayesiyle tanışmamız. Rukeli’nin uğradığı ayrımcılığa karşı saçlarını sarıya boyayıp yüzünü ve bedenini beyaz unla kaplayıp kendisine dayatılan Aryan stereotipini eleştirmesi ve benim onun bu performatif karşı çıkışını, dövüşündeki terini onurlandırmak için yüzümü parlak, yansıtıcı bir materyalle kaplamam da bu ‘yüz’den. Berlin’in ‘Göbek’ olmasının nedeni, Berlin’e göç deneyimime göbek atarak köklenmiş ve göç ettiğim bu yeni şehirle göbek bağı kurma ihtiyacında olmamdı.  İstanbul’un ‘Yumruk’ olması ise filmde kendi hak ve adalet mücadelelerini anlatan diğer dansçı arkadaşlarımla İstanbul’da verdiğimiz adalet dövüşlerine vurgu yapmak istememdi. Aynı zamanda Sulukule ve Fikirtepe’de icra ettiğimiz grup dansının; bokstaki yumruk atma prensipleriyle ve Roman danslarındaki el ve yumruk jestlerinden ilhamla üretilmiş olmasının da bunda payı var.

Çatıdaki dans sahnenizde ‘adalet’e vurgu yaparken, Rukeli’nin mücadelesini de hepimizi aynı ringde bir dövüşe davet olarak niteliyorsunuz. Ve karşınızda da İstanbul var. Çok anlamlı bir koreografi ve son olduğunu düşünüyorum. Katılır mısınız bu görüşüme? 

Banu Açıkdeniz tarafından icra edilen dans ve paylaşılan anlatı, benim için de filmde çok önemli bir yer tutuyor. Dresden, Berlin, İstanbul arasında yapılmış bu yolculuk birbirine eklenebiliyor; 1930’lar Almanya’sından 2020’ler Türkiye’sine uzanan bu tarihsel ve politik bellek bu anlatı sayesinde daha canlı bir şekilde zihinlerimize bedenlerimize kazınıyor sanki. Filmin bu şekilde; beden politikası ve adalet mücadelelerine dair feminist bir hatırlatma ile bitmesi içimi açıyor, bana umut veriyor. Son bir not olarak, bir film olarak sona ereceğini hayal dahi etmediğim bu yolculukta bedenleriyle yanımda olan tüm sanatçı arkadaşlarıma, bu filmi mümkün kıldıkları için tekrardan çok çok teşekkür etmek isterim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi