Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

BİR PAZAR GÜNÜ DİNLETİSİ

Meditasyon odasıymış.
Kehribar kaplı duvar panelleri, çerçevesi bildiğimiz altın varaklı, aralara serpiştirilmiş zümrüt, yakut, safir ve elmasın oluşturduğu dekoratif şekilli bir parıltılar zinciri… Kesintisiz görsel şölene derinlik versin diye birbirini gösteren aynalar da serpiştirilmiş. Rus İmparatoriçe Elizabet’in meditasyon odası… Kehribarın yansıttığı kırmızılı, turunculu, sarılı ışıldamaları bastıran altın çerçeveler arasında pencereden giren ışığın ayrıca yücelttiği değerli taşlar. Ortasında bir yerde oturan bir kadın… Meditasyon yapıyor. Gözünüzün önüne geliyor mu? Sonra zarflı bardakta çay servisi yapılıyor, mesela. Küçük parmak havada, füüp içiliyor. Yer, Çarlık Rusyası’nda Kraliyet Sarayı. Yıl, 1742’den sonra 1762’den önce bir yıl, işte. Elizabet (kendi dilinde adı, Yelizaveta) sarayda “Amber Oda” diye anılan bu odayı kaç kere ziyaret etmiştir, bilinmez. Ölüm korkusu vardı, onun huzurunda ölüm kelimesi kullanılmazdı, yasaktı… Duvarlara işlenmiş barok zevkte tüm varsıllığı ve kalıcılığı bangır bangır bağıran odada, arada kendi yansımasına göz atarak, kaç dua meditasyonu yaptın, ey Yelizaveta?
Elli ikisinde öldü.


Amber Oda kaldı. Aman ne gizemler ne gizemler taşıdı!
Odanın sonra ne amaçla kullanıldığına dair bilgiler İmparatoriçe Katerina (Büyük Katerina) zamanında toplantı odası olduğu, konukların, imparatorluk nezdinde önemli kişilerin ağırlandığı bir mekân olduğu şeklinde. Katerina, yenilmezliğinin bir göstergesi gibi de sergilemiş, Amber Oda’yı. Yıllar içinde yüzlerce, binlerce değerli taş arasından birini, bir zümrüt mesela, çakı ucuyla kanırtıp çıkaran, cebine atan misafir var mıdır, dersiniz… Hatıra mahiyetinde. Üst arama da yok, o zamanlar…
Sonra, İmparator İkinci Aleksandır zamanından bir iki not çıkıyor, karşımıza. Sarayda çocukluğu geçtiği için midir nedir, büyüdüğünde bir kehribar uzmanı (da) oluveriyor. İşlenmiş kehribara (amber kehribar demek, biliyorsunuz) ışıkta bakın, içinde bir evren var. Çocuk Aleksandır’ın hayal alemini nasıl da kuşatmıştır… Amber Oda’nın onun döneminde sadece sevdiği insanlarla paylaştığı bir ganimet odası olduğunu şuraya not düşelim. Gel zaman git zaman oda tüm ihtişamı ve zenginliğiyle 1941 Haziranına kadar kalıyor. O sıralar Avrupa’da Hitler mikrobu var, onu da biliyorsunuz. Hitler Rusya işgalini başlattığında yetkililer aman, diyorlar, içinde Amber Odası’nın da olduğu saraydaki hazineleri saklayalım. Bu işlerden anlayan, eserlere zarar vermeden toplatacak olan iki küratörü görevlendirip kraliyet sarayına gönderiyorlar. Odayı titizlikle inceleyip, altın varaklı, değerli taşlı, kehribar panellerin bir bütün halinde sökülüp sarmalanmasına karar veriyor, bu küratörler. Ancak, panellerden bir tanesini yerinden oynatmaya çalıştıklarında kehribar onlarca parçaya ayrılıp patır patır yere dökülüyor. Çünkü yüzyıllar içinde kehribar kurumuş ve kırılgan hale gelmiş. E, ne yapacaklar… Zaman da daralıyor. Hitler’in ordusu yavaş yavaş yaklaşmakta…


Küratörler ani bir karar alıyor, Amber Oda’yı bildiğimiz duvar kâğıdı ile kaplatıp zenginliği gizlemeyi başarıyorlar. Duvar kağıdının altından kabaran değerli taşların oluşturduğu simetrik desenler duvar kağıdının deseni gibi algılanabilir, diye umuyorlar. Ancak pek düşündükleri gibi gitmiyor işler. Hitler’in askerleri aptal mı? Amber Oda’nın varlığı demek ki Hitler ve şürekası tarafından da bilinen bir şey. Heyhat, sarayda bir iki organize koşturmacalı hareket sonunda bizim duvar kağıdının ucu kaldırılıyor, altın varaklı, kehribarlı, değerli taşlı paneller ortaya çıkıyor. “Bilmiyorum, benim öyle bir odadan haberim yok. Valla ne varsa bu gördükleriniz işte” diyen bir Rus esir var mıdır, o sırada? Oracıkta öldürülmüş müdür?


Duvarları kaplayan panellerin yüz ölçümü elli beş metrekare, ağırlığı üç ton. Alman kararlılığı ve disipliniyle, bu paha biçilmez ganimetleri otuz altı saat içinde, duvardan söküyorlar, tahta sandıklara yüklüyorlar. Sonra hummalı bir geliş gidiş trafiği başlıyor. Sandıklar sarayın bulunduğu civardaki bir kaleye depolanmak üzere götürülüyor. Bizim emir kulu Rus’u belki bu taşıma işleminde kullanmışlardır, öldürmemişlerdir. Ay, inşallah!
Kalede 1941’den 1945’e kadar duran sandıkların bir kısmı bir zaman sonra açılıp, içindeki zenginlikler sergileniyor. Fotoğraf çekilmiş midir? İşgal altındaki batı Rusya’da halka açık bir sergi gibi algılanabilir mi? Kaleye kimler girebilir ki? Yerel gazetede serginin haberi çıkmış diyorlar. Kehribar panelleri kırmadan tahta sandığa koyabilmişler mi? İki yüz yıl önce benim neşeli bir misafire cebindeki fildişi çakıyla kanırttırarak çıkarttırdığım zümrüt, yakut vesaire aç gözlü bir asker tarafından aynı yolla cebe atılmış mıdır… İnsan, bu.


21 Ocak 1945 tarihinde Hitler emir gönderiyor, çünkü Rus ordusu fena bastırıyor. Emirde diyor ki, tez elden o sandıkları Berlin’e, bana gönderin hadi bakayım. Bölük pörçük Amber Odası sandıklarının gönderilmesini organize eden Alman, savaş tehdidi altındaki kaleden, aman ben canımı kurtarayım diyerek kaçıyor. Dolayısıyla sandıklar kalede kalıyor. Üstüne kale, İngiliz Hava Kuvvetleri tarafından ağır bombardıman altında inim inim inletiliyor. Ağır hasar alıyor. Peki, sandıklar?
İşte gizem oradan itibaren başlıyor, sevgili okuyucular. Kimi her şey tuzla buz oldu, der. Kimi Nazi trenlerine kondu, tren Baltık Denizi’ni boyladı der. Kimi yurt dışına parça parça kaçırıldı der. Kimi savaş sonrası aralarında Amerika’nın da olduğu batılı ülkeler arasında bölüşüldü der. Siz bunlardan size uygun gelenini seçin.
Bugün gezilen Amber Odası bir replikadır. Tamamlanması 2003 yılını buldu, galiba… Bir tane de minyatür kopyası yapıldıydı, odanın.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi