Daha iyi bir gelecek mümkün mü?

Bugün, hem egemenliğimizi kutladığımız hem de çocuklarımıza odaklandığımız bu gün, klişe ve göstermelik kutlamaları bir yana bırakıp, hepimiz için çok daha iyi bir gelecek idealine odaklanmalıyız. Peki daha iyi bir gelecek mümkün mü?

Biliyorum sizler de aynı durumdasınız. Kutlama yapmanın zor olduğu bir dönem içindeyiz. Deprem bölgesinde halen geçerli olan gerçeklerin ve yaşanan zorlukların varlığı ile birlikte, anlık kaçışlardan ibaret kutlamalar. Daha akıllı bir toplum olmalı, daha iyi bir yaşamı talep etmeliyiz. Geçtiğimiz aylarda isyan eden depremzedelerin çağrıları hala kulağımda çınlıyor. Haksızlığa isyan ettiler. Yaşamları boyunca başlarına böyle bir felaket geleceğini hiç düşünmediler belki; düşünmüş olsalar bile kendi öz ülkelerinde karşılaştıkları tüm deprem sonrası deneyimler ile sarsıldılar. Biz izlerken kahrolduk; onlar yaşadılar.

Deprem sonrası enkaz kaldırma çalışmaları özensiz yapıldı yapılıyor. Kötü yönetim sadece doğal felaket anında değil, sonrasındaki tüm aşamalarda da toplumun sağlığını ve yaşam kalitesini tehdit etmeye devam ediyor.

Türkiye Çevre, Maden ve Kimya Mühendisleri odalarının birlikte 21 Mart tarihinde kamuoyuna sundukları çağrı, işin ehli olan meslek profesyonellerinin uyarılarını içeriyor. 164.000 bin binanın yıkıldığı ve 147.000 bina için ağır hasarlı raporunun verilerek yıkım kararı alındığı açıklanan bu duyuruda deprem sonrası enkaz kaldırma işlerinin çevre ve toplum güvenliği tehlikeye atılmadan yapılması gerektiği bildiriliyor. Bu mektubu burada sizlerle paylaşmak isterim:

“İktidar tarafından, arama-kurtarma çalışmaları henüz tamamlanmadan, yeni deprem konutlarının inşaatları için hızlıca enkaz kaldırma çalışmalarına girişilerek, enkazlardan geriye kalan atık malzemelerin nerede ve nasıl depolanacağına ilişkin kapsamlı bir analiz yapılmadan enkazlar taşınmaya ve depolanmaya başlanmıştır.

Bilindiği gibi; deprem enkazında ortaya çıkan molozlar, içerisinde metal eşyaların, elektronik cihazların bulunduğu, asbest, farklı kimyasal ve toksik maddeler içeren, tehlikeli olarak sınıflandırılabilecek bir özelliğe sahiptir. Bu molozların tarım alanlarına, sulak alanlara ve su toplama havzaları gibi uygun olmayan alanlara depolanmasının çevre güvenliği bakımından büyük bir yanlış olacağı, gelecekte büyük sorunlar yaratacağı çeşitli çevrelerce açıklanmıştır. Ancak; göz ardı edilen başka bir konu, bu enkazın ağır metal, asbest, tehlikeli kimyasal ve toksik içeriğidir. Bu içerikteki moloz yığınları zaman içerisinde asit-maden drenajına, diğer kimyasal ve tehlikeli madde sızıntılarına yol açacak, bu durum hem toprağın hem de yer altı sularının kirletilmesine neden olabilecek, böylece doğrudan ve dolaylı olarak insan yaşamı ve doğal yaşam üzerinde telafisi imkânsız sorunlar yaratabilecektir.

Bu nedenlerle; deprem enkazı atıklarının başta terk edilmiş taş ocakları ve maden sahalarına olmak üzere uygun alanlara taşınarak depolanması, depolama öncesi sızıntıları önlemek amacıyla zeminin uygun yöntemlerle geçirimsiz hale getirilmesi, asit-maden drenajını engelleyecek önlemlerin alınması, atıkların daha sonra ayrıştırılabilmesi işlemlerinin de dikkate alınarak depolama çalışmalarının planlanması gerekmektedir.

Gelecekte yeni sorunların yaşanmaması için yapılacak işlerin en baştan doğru planlanarak yürütülmesi gerekmektedir. Bunun için mühendislik disiplininin gerektirdiği birikim esas alınmalı, meslek odalarının bilgi ve deneyiminden yararlanılmalıdır. “Ben yaptım, oldu” yaklaşımının sonuçları toplumumuz için çok ağır olmuştur. Bu yaklaşım acilen terkedilmelidir. Depremin gösterdiği yalın gerçek şudur; esas sorun felaketin sonuçlarını gidermek değil, olası bir felaketi önlemektir. Bunun için geçmiş deneyimleri yadsımadan, mühendislik disiplininin gereklerine uygun, meslek odaları ile iş birliği içerisinde çalışmak son derece önemlidir.

Konunun aciliyet ve önemi nedeniyle tüm toplumu duyarlılığa çağırıyor, iktidarı uyarılarımızı dikkate almaya davet ediyoruz. Saygılarımızla”

Deprem enkazları, Hatay’ın Samandağ ilçesinde, Doğa Koruma ve Milli

Parklar Genel Müdürlüğünün sorumluluğu altında bulunan alanda kayıt

altına alınmış 302 kuş türünün yaşadığı Milleyha Kuş Cenneti’ne atıldı.

İşin bilenleri kamuoyunu uyarıyor: Gelecekte daha büyük sorunların yaşanmaması için..Türkiye benim tanık olabildiğim yarım asırda maalesef yaşanan deneyimlerden ders alınan bir ülke manzarası göstermedi. Bu, bundan sonra da her şeyin aynı olacağı anlamına gelmez. Yaşanan toplumsal olayların büyüklüğü ne denli fazla ve kapsamlıysa olumlu etkileri de olumsuz etkileri de o denli büyük oluyor. Büyük Anadolu Depremi, tüm yönleri ile bu gerçeğin bir göstergesi. Açtığı yaranın derinliğine karşılık, bu olay karşısında “daya iyi için” birleşenlerin ve harekete geçenlerin kapsamı da da geniş oldu.

DAHA İYİ OLANIN FELSEFESİ

İnsan geleceğini belleğindeki izler üzerinde kurgular. Geleceğe yönelik aldığımız kararların üzerinde bilgimizin, duygularımızın olduğu kadar deneyimlerimizin de etkisi var. Yine de yaşanan acı deneyimlerin gelecekte o acıların yaşanmaması üzerine alınacak kararlarda çok etkili olamadığı biliniyor. Hafıza üzerindeki çalışmalar antik çağlardan bu yana gündemde olsa da, belirli tanımlamaların getirilmesi 20.yüzyılı bulmuş; halen pek çok alanda açıklanamamış boşluklar var.

Hafıza, seçimlerimiz ve karar mekanizmamız üzerinde rol oynayabiliyor ve beynimiz geleceği kendi içinde simüle edecek donanıma ve yeteneğe sahip. Bilim insanları, yaşanan deneyim ne denli güçlü ise, bellekte o denli derin bir iz bıraktığını belirtiyor. Anıların yer aldığı ve gerektiğinde geri çağrıldığı belleğimize epizodik hafıza deniyor. Geleceğe yönelik daha iyi kararlar almak için hafızaya güvenmek pek de geçerli değil; zira halen insanın aldığı kararları neye göre ve nasıl aldığı açıklanabilmiş değil. Hafıza, yani deneyim kadar mevcut şartlar, geleceğe yönelik kaygılar gibi pek çok dış etken de karar alma süreçlerimiz üzerinde etkili.

Yapılan başka bir bilimsel çalışma, insanların kendi öz benliklerini öncelikli kılmak için, bağlantılarının, bağlanabilirlik kapasitelerinin olması gerektiğini göstermiş. Başka bir deyişle, kendini ait hissedebilen, belirli güvenlik koşullarını sağlamış insanlar, geleceklerine yönelik kararlar alma konusunda daha yetkinler. Bunu yaşadığımız tablo üzerinden somut hale getirmeye çalışırsak, depremden sonra geçen bunca zamana karşılık halen çadırda yaşamak zorunda olan bir aile, çocukları ve kendisi için sağlam ve kullanışlı bir konutta yaşaması gerektiğini, büyük yıkımın ardından elbette bilmekte ve arzulamaktadır. Ancak çadırda geçirdiği bunca zaman ve halen devam eden olumsuz hava koşuları vb. faktörler ışığında karşısına çıkacak ilk ve en güvenilir seçeneği tercih edecektir. Bu tercih, kendi yaşamı, ailesi için olması gereken değildir ama içinde bulunduğu durumdan daha iyi olandır.

Beynimiz, çevremizdeki fiziksel koşullara adapte olmak, hatta geleceğe dair yaşam koşullarını simüle etmek konusunda ne kadar yetenekli olursa olsun, epizodik hafızamız ne kadar önemli ve belirleyici anı ile dolu olursa olsun, aksiyonlarımız en iyiyi değil, duruma göre daha iyi olanı hayal eder.

Böylece Aristo bir kez daha haklı çıkar çünkü bize ancak gücümüz dahilindekileri ve yapılabilecek şeyler hakkında kafa yorduğumuzu söylemişti. Bu söylem, yaratıcı zekamıza bir limit koyuyor gibi görünebilir. “Yapılabilecekler bu kadar” kaçışını destekliyor gibi de görünebilir ama öyle değil. İnsan düşünen, hayal eden, tasarlayan ve yapandır. İnsanın iç güdüsel biçimde yaşamsal bir gereksinim olarak geliştirdiği düşünme kapasitesi, onun yapabileceklerinin de çağlar boyunca gelişmesine ve pek çok şey yapabilmesine imkan vermiştir. Aristo’nun “Gücümüz dahilindekiler “ betimlemesi, belki de insanlık tarihi boyunca süregiden medeniyetler arasındaki çekişmelerin ve hemen hemen her şeyin daha fazla güç edinmek için olduğu gerçeğini çıplak biçimde ortaya koyar. O halde “daha iyi olan” için daha çok güç mi gerekir? Kuşkusuz öyle. Ancak güç, sadece politik ve maddi güç değildir.

İnsanın kolektif hareketi, sivil insiyatifi, düşünme gücü ve yaratma becerisi, bugün maddi gücü destekleyen en önemli güçlü özelikleridir ve tüm siyasi erkin üstünde bir etkiye sahiptir. Sadece insanlar her zaman bunun tam olarak farkında olmayabiliyorlar.

Deprem deneyimi çocukların ezitopik

belleğine yerleşti ve onların geleceğe

dair tüm kararlarını etkileyecek.

MİMARLIKTA VE TASARIMDA DAHA İYİ OLAN

Mimarlık ve tasarım, doğası gereği işbirliğine dayalı işlerdir. Mimarlar binalar, fabrikalar evler inşa etmek için yapı işçilerine, ürünleri imal etmek ve ham maddeler çıkarmak için tedarikçilere ve danışmanlara ihtiyaç duyarlar. Günümüzde çoğu büyük projede farklı işbirlikçi tasarım firmaları ve danışmanlar bir arada çalışmaktadır.

Tasarımcılar tek bir ürünün hayata geçmesi için mühendisler, üretim ve malzeme uzmanları, pazarlamacılar, psikologlar ve sosyologlar gibi pek çok farklı alandan insanlarla birlikte çalışmak durumundadır.

Yaratıcı alanlarda daha iyi bir gelecek ideali, çok daha fazla sorumluluk taşıyan çalışma ve üretim etiğinden geçiyor. Sizlere biraz bu alandaki gelişmelerden ve yapılardan söz etmek isterim. Biliyorum içinde bulunduğumuz koşullarda bu yaklaşımlar belki uzak ihtimal görünecek. Diğer yandan, her yeniden yapım yeniden düşünmek ve daha iyi olanı hedeflemek için bir fırsattır.

Deprem hepimize gerek sosyal örüntümüzün gerek yapısal dokumuzun, gerek sağlık, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarımızın iyi tasarlanmadığını iyi uygulanmadığını gösterdi. Dünyada hızla kabul gören ve pek çoğu yıllardır uygulamada olan yapısal sertifikasyonlar ve oluşumlar, işçi haklarından yapı malzemelerine, üretim teknolojilerinden tedarik zincirlerine dek geniş bir alanda daha iyi bir insanlık idealini kurguluyor. Türkiye’yi ve bu ülkede yaşayan insanları bu standardın altında görmemiz için hiç bir sebep yok. İyi yaşamak insan hakkıdır.

Mimarlık projelerine adalet, eşitlik, çeşitlilik ve kapsayıcılık (JEDI: justice, equity, diversity, inclusion) dahil etmeye karar veren mimarlar ve tasarımcılar, kendi firmalarının veya tasarım ekibinin uygulamalarının ve bileşiminden öteye bakarak, eşitlik hedeflerini destekleyen tedarikçilerle ve kurumlarla ortak hareket ediyorlar.

Ürünler belirlenirken veya malzemeler seçilirken, tasarımcılar artık  “Bu ürünün arkasındaki şirket iyi bir oyuncu mu?”, “Malzeme tedarik zinciri zorla çalıştırma veya çocuk işçi içeriyor mu?”, “Bu ürünün üretiminin ekosistemlere ve üretildiği toplumlara etkileri nelerdir?”, “Çalışanları adil şekilde tazmin eden şirketlerle çalışıyor muyuz?” gibi sorular soruyorlar. Bugünlerde nasıl tüketim ürünlerimizde “deprem bölgesinden satıcı” veya “ kadın girişimci” gibi etiketlemeleri takip ederek daha sorumlu alışveriş yapıyorsak, mesleki alandaki kararlarımız da artık bu tür bir hassasiyetle alınmaya evriliyor.

Her ürünün tedarik zincirinin ayrıntılı bir şekilde incelenmesi veya her alt yüklenicinin işgücünin araştırılması gerçekten zorlu olsa da, tasarım endüstrisini adalet yönünde ilerletmek için iyi oyuncuları ödüllendiren ortamlar gittikçe artıyor. Çevresel zararlar, zorla çalıştırma, çocuk işçiliği ve ücret hırsızlığı gibi uygulamalara izin veren tedarik zincirlerinden ve tedarikçilerden uzaklaşmak için çeşitli kampanyalar yürütülüyor. Moda endüstrisinde geçtiğimiz on yıllar boyunca kıyametleri koparan bu sorumluluk anlayışı bugün Çin’de olumsuz koşullarda tekstil üreten veya Kamboçya’dan tırla seramik tabak getiren tüm sektör bileşenlerini ilgilendiriyor. İnsanlar artık bu tür uygulamalara göz yummak ve bu tür ürünleri satın alarak bu uygunsuzlukların bir parçası olmak istemiyor. Bu uyanış, daha iyi bir dünya için umutlanmamızı sağlıyor.

Mimarlık ve tasarım alanında bir dizi oluşum, ürün sertifikasyonu ve standart zaten mevcut ve bu yaklaşım her gün genişletilmekte.

International Living Future Institute (ILFI) tarafından 2019’da gönüllü bir girişim olarak başlatılan JUST 2.0, kuruluşları ve şirketleri çalışanlarına iyi davranmaya, finansal ve toplumsal yatırımlarını uygun yerlerde gerçekleştirmeye, bunları potansiyel müşteriler, alıcılar ve ortaklarla paylaşmaya davet eden bir derecelendirme etiketi. ILFI tarafından, daha adil ve etik olmaya çalışan kuruluşların kendilerini sorumlu tutmalarına ve potansiyel müşterilere veya ortaklara kiminle iş yaptıklarına dair bir fikir vermelerine yardımcı olabilecek bir “beslenme etiketi” olarak tanımlanıyor.

JUST, katılımcı kuruluşların çeşitlilik, kapsayıcılık, eşitlik, çalışan sağlığı, çalışanlara sağlanan faydalar, yönetim, satın alma ve tedarik zinciri alanlarında açıklamalar yapmasını zorunlu kılıyor ve bunları ILFI tarafından yönetilen halka açık bir veri tabanında yayınlıyor

Oluşum kendini “JUST Etiketi, kuruluşları ırksal ve etnik açıdan çeşitlilik gösteren bir iş yeri yaratma ve sürdürme taahhüdünü göstermeye çağırıyor. Amaç, kuruluşların en az içinde bulundukları topluluk kadar çeşitliliğe sahip bir iş gücüne sahip olmalarıdır. Son derece kapsayıcı bir kültüre ve politikalara sahip kuruluşların, çeşitliliğe sahip bir iş gücünü çekmesi ve elde tutması daha olasıdır.” Şeklinde tanımlıyor.

Daha iyi üretim kuşkusuz daha iyi malzemelerden geçiyor. İyi malzemelerin kullanılması, doğal kaynakların tüketilmemesi, bu malzemelerin teradik zincirine katılıncaya kadar geçirdiği yolculuğun takibi ve sertifikasyonu alanında dünya çapında pek çok resmi ve resmi olmayan kuruluş var. Amerika’da bunların öncülüğünü AIA (American Institute of Architects), MindfulMATERIALS gibi oluşumlar çekiyor. Yapıların gerek içinde çalışanlar gerekse ziyaretçiler için iyi yaşam (well being) etkilerini ölçümleyen ve sertifikalandıran kuruluşlar da var, tasarımda ahşap kullanan profesyonellerin o ahşabın hangi ormandan nasıl elde edilerek geldiğini izleyebildikleri yapılar da.

ÖZGÜRLÜK İÇİN TASARIM KILAVUZU

Son olarak bunlardan ilgiyle izlediğim birini paylaşayım: 2020 yılında Grace Farms tarafından yayınlanan Özgürlük için Tasarım Kılavuzu (Design for Freedom Toolkit).

Grace Farms, Amerika’nın NewYork eyaletinde 2015 yılında kapılarını açan bir oluşum. Pritzker ödüllü mimarlık  ikilisi SANAA tarafından tasarlanan binası ile 80 dönümlük doğal arazisi haftanın altı günü ziyaretçilere açık. İnsanların bir araya geldikleri ortamlarda daha iyi iletişim kurarak uzun vadeli işbirlikleri kurabilmelerinden ilham alarak kurulmuş bu tesis, kendi vizyonunu yaşmak için çeşitli çalışmalar yürütüyor. Ziyaretçiler bu ortamda doğayı yaşayabiliyor,sanatla karşılaşıyor, adaleti sorguluyor ve tartışıyor, inancı keşfediyor, ve böylece toplumu güçlendirecek örnek bir ortam varlığını sürdürebiliyor. Mimari grubun Nehir Binası olarak tasarladıkları ana yapı hizmete alınmadan önce bu doğal ortamın içinde pek çok küçük mozaik yapı olarak faaliyet gösteriliyormuş. Vakfın 2020 yılında biraz da pandemi etkisi ile yayınladıkları klavuz, sonraki yıllarda pek çok mimarlık ve tasarım profesyonelinin izlediği bir örnek halini aldı. Tasarım ve inşaat profesyonellerinin uygulamalarında etik, zorunlu işçilik içermeyen malzeme ve tedarik stratejileri uygulamalarına yönelik kapsamlı bir kaynak olan bu çalışma aşağıdaki prensipleri sunuyor ve yaygınlaşmasına aracılık ediyor:

  1. Dünya çapında konut ve ticari inşaat projeleri tabanı sübvanse eden sömürüye son vermek için ahlaki ve etik bir yükümlülüğe sahip olmalı
  2. Etik iş modellerinin riski azalttığını ve uzun vadeli sonuçları iyileştirdiğini anlamak gerekli
  3. Ucuz ve sömürülebilir emeğin yenilik ihtiyacını azaltarak, endüstrinin modernleşmesini engellediğini kabul etmeli
  4. Tedarik zinciri şeffaflığını iyileştirebilecek yeni teknolojileri benimsemeli
  5. Sistemin zorlandığında malzemeleri atan anlayışını ortadan kaldıran döngüsellik benimsemeli (bu özellikle hasat, madencilik, işleme ve nakliye dahil olmak üzere emeğin en yaygın olduğu alanlar için vurgulanıyor)
  6.  Lokal ve etik kaynak bulma politikalarını benimsemeyi taahhüt etmek gerekli
  7.  Politika, yasa ve insan hakları ihlallerinin uygulandığı alanlarda değişiklik yapmak üzere yerel hükümet kurumlarıyla ilişki kurmak ve sistemik savunuculuk yapmalı
  8. Mesleklerimiz ve meslektaşlarımız için öğrenme yolculuklarımızı çoğaltmalı

Daha iyi bir yaşam için daha iyi bir üretim ve tüketim döngüsünün oluşması adına, en beğenerek izlediğim oluşumlardan biri Grace vakfını ve sundukları bu kılavuzu daha yakından incelemeyi sizlere bırakıyorum.

İnsanlar olarak, daha iyi bir yaşamın bizlere sunulan seçenekler arasından yaptığımız seçimlerle sağlanabileceğini düşünüyoruz. Oysa yeni çağın aklı, seçimlerini kendi deneyimlerine göre yönlendiren ve kendisi için çok daha iyisini istemenin bir lüks olmadığı anlayışını en temel hakkı olduğunu benimsiyor. Yeni olanın ürkütücülüğü veya seçenekler arasında hiç görünmemesi insanları yıldırıyor; anlık çözümlerle, daha uygunsuz ve işlevsiz olanla yetinmeye yönlendiriyor.

Özellikle deprem sonrasında yaşanılan yıkım ile birlikte alınacak her karar sadece bizlerin değil, bugün bayramını kutladığımız çocuklarımızın da geleceğini ilgilendiriyor. Sağlığımıza zararı olan, çevresel etkileri yıkıcı olan, bize hak ettiğimiz yaşam kalitesini sunmayan tüm gelişmelere lütfen dur demek için elimizden geleni yapalım. İnanın gücümüz çok büyük.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi