DÜNYAYI TANIMAYA KENDİMİZDEN Mİ BAŞLASAK?

Farklı bir gezegendeki medeniyete ait çok teknolojik bir uzay aracı evinizin karşısına iniş yapsa, içinden Sapiense benzemeyen, çok daha farklı uzuvları olan akıllı bir canlı çıksa ve size yaklaşsa kendinizi ne olarak tanımlarsınız? Ona ilk olarak ne söylersiniz? Kendinizi nasıl tanıtırsınız? Türk, Alman, Müslüman, Ateist, Hristiyan, Ankaralı, İstanbullu, Tokyolu, Berlinli, gazeteci, mühendis, doktor, genç, yaşlı, kadın, erkek?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçtiğimiz gün gençlere yönelik yaptığı konuşmada gençlerin dünyayı görmeleri gerektiğini belirterek “Yakın çevrenizden başlayarak ülkemizi, imkanınız olursa dünyayı gezip görmek, farklı kültürleri tanımak için şartlarınızı zorlayın" dedi. Dünyada en çok başka ülkeleri görmek isteyen genç nüfus Türkiye’de olabilir. Buradaki temel istek, görmek ve gezmekten çok kalmak. Bu yazının konusu ise başka. Buradan hareketle çoğu kez hiç gitmediğimiz bir yere gitmek, kendimize...

Gençlik, yakın çevre, farklı kültürler ve dünya...

Bu kelimeler ve bunların işaret ettiği evrensel kavramlar kimsenin karşı çıkmayacağı değerlerdir. Peki Türkiye’de problem ne? Gençlik ve farklı kültürler ülkede ne kadar yan yana olabildi ki dünyada olsun?

Daha beraber yaşadığı yerel kültürleri hazmedememiş, mahallelerde gettolaşmış, hemşeri gruplarıyla şehirler bölünmüş ve kendine benzemeyen, kendi gibi giyinmeyen, kendi gibi inanmayan, kendi gibi konuşmayan kimseye tahammülü olmayan grupların yaratıldığı ülkede farklı kültürleri tanıma ‘kültürü’ var mı?

Kültürü bilimsel bilgi veya teknik donanımla bağdaştırmak çok eksiktir. Bir bilginin beyindeki, yani hafızadaki kaydı kültür değildir. Televizyonda bir yarışmacı soruları bildiğinde ona “çok kültürlü” derler. Demek istedikleri “Çok bilgili” olabilir ama kültür çok daha geniş bir alanı işaret eder. Bilgi, kültürün içindedir ancak kültür bilginin içine sığamayacak kadar büyüktür.

Rahmetli hocam Prof. Dr. Gürbüz Erginer kültürü anlatırken onu nasıl bir insan olduğunuz ve yaşam biçiminizin tamamı olarak kavramsallaştır, kendi harika üslubuyla da adeta yaşayarak anlatırdı. Ekmeğin Anadolu’da nasıl pişirildiğinden tutun, torna tesviyenin nasıl yapıldığına ve günümüz teknolojik iletişim araçlarının nasıl kullanıldığına kadar geniş yelpazenin tamamının kültür olduğunun altınız çizerdi. Şunu söyleyebiliriz; bundan 10 bin yıl kadar önce Mezopotamya’da yapılmaya başlanan tarım, nasıl kültürse; Elon Musk’ın SpaceX araçlarının Mars’a gidişi de kültürdür. Bu yazıyı okuduğunuz tablet de bir kültürün sonucudur, şu anda eğer kahve içiyorsanız onun fabrikasyon süreçleri, paketlenişi, reklamları, satışı ve içiş biçiminiz de kültüre işaret eder.

Peki farklı kültürleri tanımak ne anlama geliyor? Farklı bir insanı, farklı bir ülkeyi, farklı bir inancı, farklı bir dünyayı bile tanımak ne anlama geliyor? Açalım...

BİZ KİMİZ? ONLAR KİM?

Kendi kültürümüz, bizim tüm yaşam süreçlerimiz içindeki maddi manevi unsurların çıktısıysa, biz de onun sonuçları olmuyor muyuz? Bir yandaki sokakta birisiyle iletişime geçerken kendi sokağınıza ait olarak davranırsınız. Bir yandaki mahalleden birisiyle iletişime geçmek zorundaysanız kendi mahalleniz ve onun mahallesi ayrımında davranırsınız. Diğer şehirde bu davranış biçimi daha da keskinleşir, belirginleşir. Bölgede daha da. Başka bir ülkeden birisiyle iletişime geçtiğiniz zaman tıpkı bir matruşkanın içinden ardı ardına çıkan benzerleri gibi yeni bir ifade biçimi oluşturursunuz. Az önce “ben ve yan mahalleli” sonra “ben ve diğer şehirli” diye iç içe ötekileştirilen tüm benzerleriniz şimdi sizle aynı olabilir. Şu anda ben ve bir Yunan var, ya da bir Türk veya Alman.

Tanımlamalarımızı kim belirlemiş oldu? Ben mi, karşıdaki mi? Peki bizim kültürümüz ne oldu? Sokak, mahalle, şehir, bölge ve sonunda başka bir ülke? Ötekine mesafe arttıkça, içerdeki ötekiler ‘ben’ oldu. Gerçekten öyle mi oldu?

Filmi bayağı geri saralım. Peki ilk oltayı bulan kişi kim? Hangi milletten? Hangi dinden? Hangi inançtan ve hangi kültürden?

İlk oltayı bulan ve kullanan kişiyi tanımıyoruz. Nerede avlandı onu da bilmiyoruz. Ama milleti ve dini olmadığını, çünkü o kişi ilk oltayı kullandığında millet ve inançların kültür içinde üretilmediğini biliyoruz. Yerleşik hayat da yoktu. Yerleşik hayatın bize getirdiği davranışlar da yoktu. Onun bir kültürü vardı. O oltayı da o sayede yaptı. Biz ise şimdi uzaya araç da gönderiyoruz, milletimiz de var inançlarımız da. Bu bizi, hepimizi o ilk oltayı yapan kişiden üstün ya da daha ‘kültürlü’ yapar mı? Cevap, hayır. Sadece farklı yapabilir. Ama bugün geldiğimiz noktada medeniyet ve uygarlık birikimlerinin tamamının üzerinde oturan milyarlar olarak bizi mahallelerde mezhep, inanç, milliyet kimliği üzerine gettolaşmaya iten davranış kalıpları ve özel mülkiyet anlayışı bizi nereye getirdi? Şu anda biz mi daha mutluyuz o ilk oltayı kullanan kadın ya da adam mı?

Varsayımımızı biraz daha ileri götürelim. Örneğin birazdan farklı bir gezegendeki medeniyete ait çok teknolojik bir uzay aracı evinizin karşısına iniş yapsa, içinden Sapiense benzemeyen çok daha farklı uzuvları olan akıllı bir canlı çıksa ve size yaklaşsa kendinizi ne olarak tanımlarsınız? Ona ilk olarak ne söylersiniz? Kendinizi nasıl tanıtırsınız? Türk, Alman, Müslüman, Ateist, Hristiyan, Ankaralı, İstanbullu, Tokyolu, Berlinli, gazeteci, mühendis, doktor, genç, yaşlı, kadın, erkek?

Muhtemelen reflekslerimiz bizi ilk olarak “Dünyalı” ya da “İnsan” demeye itecektir. Çünkü artık ‘öteki’ olan başka sokak, mahalle, şehir, ülke, inanç ya da millet değil; başka bir gezegen kültürü. Başka bir gezegenden gelen bir varlık, daha az önce Türk, Ankaralı, Diyarbakırlı, Ermeni, inançlı, zengin, eğitimli veya Fransız olarak tanımlayan kendimizi bir anda ‘dünyalı’ yapabilir.

ÖZEL MÜLKİYET İCAT OLDU MERTLİK BOZULDU!

O ilk oltayı kullanan kişiye geri dönelim. Daha tarım devrimi olmamış, yerleşik hayata geçilmemiş, özel mülkiyet oluşmamış, inançlar ortaya çıkmamış, milletler var olmamış ve sınırlar da icat edilmemiş. Dünyanın en tehlikeli kelimesi olan “Benim” (it's my) ifadesi henüz ağızdan çıkmamış. Benim evim, benim tarlam, benim dinim, benim milletim ve benim sınırlarım tamlamaları henüz daha insan hayatını tamamen değiştirmemiş. İnsanın doğayı kendine ait olarak değil, kendisini doğanın bir parçası olarak gördüğü dönem.

İşte farklı bir kültür. İçinde bulunduğumuz kapitalist ve siyasal sistem içerisinde hem benzerlerimizi ararken, kendimiz gibi olanı talep ederken, herkesin de bize benzemesini isterken tanıyabileceğimiz farklı kültürlerden birisi. Kutuplaşmanın içerisinde kolektif mutsuzluk içinde olan, birbirlerini boğazlamak için fırsat kollayan, sosyal medyada linç etmek için hazırda bekleyenlerin içerisindeki bir keşmekeşte işte farklı kültürden tanımamız gereken birisi.

O sizi asla inancınızdan, milliyetinizden, şehrinizden, cinsiyetinizden dolayı yargılamayacak. Kindar nesilden mi yoksa dindar mı olduğunuza aldırmayacak. Cennete gitme isteğinizle ilgilenmeyecek. Kendisi mal biriktirmediği için sizi sahip olduklarınıza ya da olmadıklarınıza göre değerlendirmeyecek. Türk, Kürt, Alman, Çinli ya da Afrikalı olmanız onun umurunda olmayacak. Makamınız ona anlamsız gelecek. Hatta gereğinden fazla abartılı şekilde giyinip, gösteriş yapar ve unvanlarınızı öne sürerseniz sizi komik bile bulabilir. O, oltasını atacak, ormanı izleyecek, suyun sesini dinleyecek ve sadece o anda orada olacak.

ÖZ’ümüzde olan, o ilk oltayı kullanan kişiyi tanımaya başladıkça, onu anladıkça, onunla konuştukça, herkesin içinde o ilk oltayı kullanan kişiden bir parça olduğunu fark ettikçe galiba bu mutsuzluk sarmalından bir nebze olsun çıkabileceğiz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi