Toplumun Travestileşmesi: Uysallar

Uysallar için önerilebilecek en steril ve kimseleri ürkütmeyecek başlık, onun bir “kalabalıklarda yalnızlık” hikâyesi olduğudur. Günümüz geç- (kimilerine göre, post-) kapitalist dünyasında, görsel kitle kültürü ikliminde herkesin herkesle sözüm ona buluştuğu-görüştüğü-konuştuğu, ama kimsenin kimseyi duymadığı-görmediği-umursamadığı ve herkesin kendi varlığını fark ettirmek için çırpındığı bir sanki (simülatif) insanlık halinin Türkiye özelinde resmedilişi o... Elbette bu hâl, en bölünmez-bütüncül varlık olarak “birey”in dahi bölünmesine, benliğinin parça parça olmasına yol açmakta…

Hakan Günday-Onur Saylak ikilisinin dört yıl önce bugünlerde (Mart 2018) bizlerle buluşmuş şaheser yapıtları Şahsiyet’i “toplumun alzheimer’laşması” başlığı altında değerlendirip tartışmaya açmıştık. Şimdi, onunla tematik mahiyette bir devamlılık arz ettiği de söylenebilecek yeni yapıtları Uysallar’ı da “toplumun travestileşmesi” şeklinde tanımlayıp değerlendirmeye açma önerisinde bulunmak geliyor içimizden!..

Aslında Uysallar için pek çok başka ve daha steril başlıklar önerilebilir ki bunların bazılarını aşağıda da zikredeceğim. Ancak diziyi izledikten sonra çok düşündüm-taşındım, sıkıştım, iki arada-bir derede kaldım, yapma-etme dedim kendime, yine de bu kışkırtıcı, hayli riskli, şimşekleri bir hayli üzerime çekecek başlığı işlerliğe sokmadan edemedim.

Hakkımızda hayırlısı diyerek, nedir derdimiz-muradımız bu başlıkla, anlatmaya başlayalım!..

Yanlış hayatı doğru yaşayamamak

Bir kere hemen belirtmeliyim ki elbette “travestileşme” (transvestization) tabirini burada metaforik/mecazi anlamda kullanıyorum. Tıpkı Şahsiyet söz konusu olduğunda Alzheimer için yaptığım gibi… Yani kastettiğim, sözcüğün bilindik kullanımıyla, bir cinsel yönelim ve kimlik olarak arzu-haz-uyarılma arayışıyla öteki cinsiyetin kılığına girme anlamında travestilik değil (ayrıca sözcüğün bu bağlamda kullanımının da demode olduğunun, onun yerine “transgender”ın tercih edildiğinin farkındayım). Burada, bir ekonomi-politik sistemin kıskacında kendini gerçekleştirme, kendinde olma, kendisi için olma imkanlarından ümitsizce mahrum; Adorno’nun tabiriyle “yanlış bir hayatı doğru yaşayamama” açmazında; ama ne olursa olsun yaşamaktan da vazgeçmeyen insan varlığının ümitsizce ve yanılsamalı bir “özgürlüğe kaçış” seansı, daha doğrusu “ritüel”i olarak (cinsel-psikolojik değil) kültürel-psikolojik mahiyette kimliksel-benliksel bir “iç-dış” olma anlamında travestileşmeden dem vuruyorum.

Çok uzun ve yorucu bir cümle kurduk, mümkün mertebe (!) kısaltalım-yalınlaştıralım: “Kapitalosen”de insan kalmak, olsa olsa kimliksel-benliksel mahiyette kılık-değiştirmelerle, arzulanan özlenen ait olunmak istenen hayatlara kısmi “ritüel” kaçamaklarla mümkün diye düşündüren bir yapıt Uysallar

Ritüel süreçte kaosu hayatı geçirmek

Burada antropolog Victor Turner’ın Ritüel Süreç başlıklı önemli eserine göndermede bulunmadan devam etmek de olmaz.  Batı Afrika-Zambiya’da Ndembu kabilesinde yaptığı çalışma temelinde Turner ritüellerin toplumsal işlevi üzerine çok çarpıcı ve kendisini önceleyen yaklaşımlar karşısında aykırı bir kuramsal katkıda bulunur. Yazıyı akademik sıkıcılığa boğmadan kabaca tariflemek gerekirse Turner, ritüel pratiklerin, mevcut toplumsal norm ve yaptırımların, bunlarla bağlantılı (kast, sınıf, akrabalık, vd.) pek çok “yapı”lanmış baskı ve kısıtlılıkların geçici çözülmesinin, dolayısıyla kısmi bir ferahlama/özgürleşmenin sağlandığı “anti-yapısal” (kurulu-düzen karşıtı) fırsatlar olduğunu işaret eder.

Ritüel etkinliklerde topluluk üyeleri, normal şartlar altında (yani “düzen cenderesi”nde) kabul edilemez, akıldan dahi geçirilemez, hoşgörüyle de karşılanmayacak hâl ve hareketler sergilerler, tersine-dönmüş rollere bürünürler. Kadınlar, erkekler gibi; çocuklar, yetişkinler gibi; krallar, hizmetkârlar gibi; aşağıdakiler, yukarıdakiler gibi davranır; kısaca, ayaklar baş olur. Bu çerçevede ritüeller, bir düzen arayışında eşitsiz-hiyerarşik-baskılayıcı bir “kozmos” oluşturmuş insan topluluklarının, hayatın-evrenin-varoluşun asıl vaziyeti olan “kaos”a bir selâm duruş halidir.

O yüzden Uysallar’ın baş karakteri, eski (ve özgür) Punk, yeni (ve tutsak) mimar Oktay Uysal’ın (Öner Erkan) benzeri bir ritüelistik kaçamakla “gündüz Uysal gece Punk” travestiliğiyle karşımıza çıktığında, üzerindeki tişörtün arkasında yazılı “Kaos Sevdalısı” ifadesi anlamlıdır.

Yine o yüzden Turner’ın kendi yaşadığı-yazdığı dönem itibarıyla bu ritüel altüst oluş ya da kaos halinin geçici olmaktan çıkıp süreklilik kazandığı oluşumlara modern dünyadan ve aykırı, kurulu-düzen karşıtı bir örnek olarak 1960’ların Hippi kültürünü vermesiyle;

Uysallar’da benzeri bir kaotik süreklilik halinin bir başka ve yine aykırı, kurulu-düzen karşıtı bir altkültür seçeneği olarak (elbette Hippilikten farkını ve ona yönelik olumsuz, yer yer düşmanca tavrını unutmamak kaydıyla) Punk’ın işlenmekte oluşu arasında da bir anlamlılık ilişkisi kurmak mümkündür.

O halde artık daha doğrudan şekilde dizimizden söz etmeye geçebiliriz!..

(UYARI: Yazıda bundan sonra bol bol spoiler yer almakta!)

Kalabalıklarda yalnızlık

Uysallar için önerilebilecek daha steril ve kimseleri ürkütmeyecek bir başlık, onun bir “kalabalıklarda yalnızlık” hikâyesi olduğudur. Günümüz geç- (kimilerine göre, post-) kapitalist dünyasında, görsel kitle kültürü ikliminde herkesin herkesle sözüm ona buluştuğu-görüştüğü-konuştuğu, ama aslında kimsenin kimseyi duymadığı-görmediği-umursamadığı ve herkesin kendi varlığını fark ettirmek için çırpındığı bir sanki (simülatif) insanlık halinin Türkiye özelinde resmedilişi o... Elbette bu hâl, en bölünmez-bütüncül (in-dividual, yani “bölünemez”) varlık olarak “birey”in dahi bölünmesine, benliğinin parça parça olmasına yol açmakta.

Sözü Oktay’a bırakalım, o anlatsın:

“Bir adam tanıyorum ben mesela, herif her şeyi yarım bırakıyor. Kitap okuyor, yarım bırakıyor. Ne bileyim, bir yola çıkıyor, sonra vazgeçiyor yarım bırakıyor. Bir de evli, iki çocuğu var bunun… Bok gibi de para kazanıyor. Görünüşte her şey tamam. Ama herifte hiçbir şey tam değil. ‘Nerede lan?’ diyorum, ‘hayatının öbür yarısı nerede?’ Yok. Yarısı ölmüş çünkü herifin… Düşün yani, bir nevi intihar etmiş adam. Ama o bile yarım kalmış. Salak gibi sürekli kendini sıkmaktan herif kangren olmuş. Hayatı kangren olmuş. Ruhu kangren olmuş. Aptal herif!.. (…)

Bir adam tanıyorum demiştim ya, yarısı ölmüş bir adam… Tabii ki o bendim. Belki de anlamıştın. Çok denedim seninle konuşmayı, istedim ki her şeyi anlatayım, ama işte her defasında ‘yarım’ kaldı! Yapamadım, bir türlü söyleyemedim. Benim adım Oktay Uysal. Ben senin bu dünyada görüp görebileceğin en büyük sahtekârım. Hatta o kadar büyük bir sahtekârım ki konuşmayı bile senin yüzüne bakarak yapamıyorum. Niye biliyor musun? Yalan söylemeye o kadar alışmışım ki insan doğruyu nasıl söyler, inan unutmuşum. (…)

Hep yalnızlıktan oluyor bunlar. Şöyle yanımda biri olsa, bir kişi olsa! Yok mu ya  bu şehirde bir insan benim gibi?!..”

Yarısı-ölmüş hayatlar/“travesti” kaçışlar

Oktay, yarısı-ölmüşlükte, hayatıyla-ruhuyla kangren olmuşlukta yalnız değildir! Bu, esasen genel bir insanlık hali, daha doğrusu hali pür melâli olarak onunla irtibatlı ve onu çevreler mahiyette karşısına çıkan hemen herkeste söz konusudur. Ve onların hepsi de tıpkı Oktay’ın “Punk travestiliği” gibi, hayatlarının ölmüş öbür yarılarını telafi etme yolunda farklı farklı “travesti” yaşamlara yelken açmışlardır.

İşletme mühendisliği kariyerine evlenip çocuk doğurarak elveda diyen; aradan yıllar geçtikten sonra tekrar o kariyere geri dönüş yapmak istediğinde “20 yıl önce gelseydiniz” cevabını tokat gibi alan; buna bağlı olarak estetik cerrahinin (güzellik endüstrisinin) yolunu tutan; ama ne yaparsa yapsın sonuç alamadığında kendine bir plaza beyaz-yakalısı süsü verip yeni bir dünyaya-arkadaşlıklara-ilişkiye yol tutan Oktay’ın karısı Nil’i (Songül Öden) izlerken de travesti yaşamların hüzünlü-eğlenceli bir örneğiyle karşılıyoruz. Bu süreçte ona tutkuyla yaklaşan, onun gizli sırrına vakıf olan, ama kendisi de aynı şekilde “travesti” yaşam süren bir diğer plaza beyaz-yakalısı Suat da (Serkan Altunorak) benzer bir örnek olarak karşımızda…

Karısıyla Oktay’a hamile kaldığı için zorunluluktan evlenip “yarısı-yaşamayan-bir-adam” olarak kendi mutsuzluğunun acısıyla Oktay’a da annesine de hayatı zehir etmiş; sonra da ölümcül hasta karısının bakıcısıyla gizli-saklı ilişkiye girip onu hamile bırakmış Oktay’ın babası Olcay (Uğur Yücel) vicdanları hayli zorlayan bir başka “travesti” kaçış örneği...

Oktay’la Nil’in oğlu Ege (Umut Yeşildağ) de kendi yalnızlığından, sistemin sınav cenderesi ve “Ne olacaksan hemen karar ver!” şeklinde kahredici baskısından psikoterapi ve psikofarmakolojiye sürüklenmiş halde, ruhsal kangrenini bir sosyal hizmet uzmanıyla kurduğu yalanlarla örülü ilişki içinde “travesti” kisveye bürünerek iyileştirmeye çalışıyor.

Nihayet, tam bir yalnızlık-kimsesizlik-umursanmazlık müebbedi olarak, kendi içindeki cezaevini yeryüzünü cezaevine boğarak dengeleme itkisinde bir “imar bürokratı” Berhudar (Haluk Bilginer), cari hayatının bütünü bir “travesti” yaşantıya dönüşmüş halde, belki yarısı değil tamamı kayıp bir ömrü nafile sürdürmeye çalışmakta.

Ana karakterler arasında bir tek Oktay’la Nil’in diğer çocuğu Ece (Nilay Yeral) hayatın travestileşmesinin dışında, inatla “hakikat” arayışında, hikâyenin sağduyuya açılan yüzü olarak karşımızda. Çocukluk, elbette insanın anavatanıdır ve oradan “Kapitalosen”e açılacak yola henüz koyulmamıştır Ece… Bir tek o, yanlış hayatın içinde “doğru insan” olarak izan ve vicdanı temsil ediyor.

Kapitalosen’in “Uysal”lığı

Yukarıda sıklıkla “Kapitalosen” tabirini kullandım. Bu, canlılığın gidişatını jeolojik ya da klimatolojik (iklimsel) koşulların değil, insan marifeti kültürel pratiklerin belirlediği görüşüyle bir jeolojik dönemlendirme adı olarak kullanıma sokulmuş “Antroposen”i (İnsan Çağı) ikna edici bulmayanların önerdiği bir diğer alternatif isimlendirme… İnsan ihtiyacının çok ötesinde, kâr amaçlı, büyüme-kalkınma takıntılı, tüketime endeksli endüstriyel aşırı-üretim aşkıyla kapitalizmin, içerisinde olduğumuz jeolojik-kıyamet halinin asıl ve asli belirleyeni olduğunu vurgulamak üzere kullanılıyor.

Kapitalosen, kendi varlığını sürdürme yolunda bir ekonomi-politik sistemin nasıl pervasız bir “kanser” olarak yeryüzünün, ekosistemin, canlılığın ve hem fiziksel hem de ruhsal-benliksel anlamda insanlığın sürekliliğini yok edebilecek ölçüde jeolojik zamana hükmettiğini anlatmakta…

Ve Uysallar, bize “Kapitalosen”i adeta kılcal damarlarına kadar deneyimleme-duyumsama imkânı veriyor.

“Bütün cezaevleri bizim eserimiz olacak!”

Kapitalosen’de bol bol binalar “yeşerirken”, önce topraklar, sonra ırmaklar, sonra göller kurudu. Yetmedi buzullar, önce çözeldi sonra da kurudu.

Uysallar, Kapitalosen’de buzulların çözelmesi ve kuruması kadar insanlığın da nasıl bir çözelme ve kuruma içinde olduğunu, Türkiye yerelinde sere serpe düşünme yolunda ilmek ilmek dokunmuş bir başyapıt. Buna bağlı olarak ön plânda yukarıda sıraladığımız “travestileşmiş” insan manzaraları varsa, arka plânda, fonda ve teferruatta neler neler yok ki!..

Aralara şahane şekilde yerleştirilmiş halde patlamalarla yerle bir olan binalar, dizinin nerede ve nelere karşı durduğunu en simgesel şekilde anlatıyor. “İnşaat ya Resulullah” nidalarıyla beton cehennemine döndürülmüş bir memleketin içinden yükselen tepkilere daha güzel nasıl tercüman olunabilir?!..

İstanbul’un üstüne çökmüş, kimilerince sis kimilerince hava kirliliği sanılan, ne zaman geçeceği belli olmayan, belki 15 dakika-belki iki saat (belki 20 yıl, belki daha fazla!) sürecek “motif”, neyin eğretilemesi acaba?.. Ya da “Amerika’dan Çin’e kadar bütün cezaevleri bizim eserimiz olacak” diyen, toplumu muhteşem bir cezaevinin meskunları olarak görmek isteyen, “Baskı olsa ima bile edemezsin” diyen Berhudar’ı izlerken hangi çehreler çağrışıyor ve canlanıyor gözünüzün önünde?..

Bir tweet attığı için (hiç de haksız denilemeyecek!) paranoyaya kapılmış, sürekli hapse girme kaygısı içinde bavulu hazır etmiş, her sabah saat 5’te kalbi küt küt atan Oktay’ın arkadaşı Mert (İbrahim Selim) bize çok aşina kimleri ve kimlerin eza-cefa çektiği memleketi hatırlatıyor?..

Suat’ın, “Biz niye böyleyiz, hep düğün sahibi gibiyiz. Bizde düğün sahibi stresi var” sözleriyle erkeklik sorgulamasının önünü açan, erkekliğin en çok erkeği ezdiğini düşünmeye çağıran;

Ege’nin, “Madem bu sistem bana daha 17 yaşında hayatın boyunca ne yapacağını bileceksin diyor, ona göre de bir sınav koyuyor, demek ki o güne kadar bunu bilmem gerek. Bilemiyorsam da ölüp giderim” sözleriyle eğitim sisteminin ölümcüllüğünü yüzümüze vuran;

Sis mi hava kirliliği mi tartışması üzerinden, “bölünmemizi isteyen odaklar”dan, “dış güçlerin oyunları”ndan dem vuran o bilindik-bıkıldık medya dilinin soytarı soysuzluğunu faş eden;

Hem keskin bir hiciv hem de geleceğe yadigâr bir belgesel Uysallar.

Aileye hoş geldin, biz bir şirketiz!

Çok daha kapsamlı serimlemesini üç sezondur Succession’da izlediğimiz bir noktaya da sıkı bir sorti yapıyor Uysallar. Malum, Succession’ı ayırt eden en çarpıcı nokta, aileyi modern-postmodern kapitalist jungle’da tek sığınak sayan sayısız yapıtın aksine, yaşadığımız çağda esas ailenin kapitalizme damardan teslim olduğunu hiç sakınmaksızın ve ürpertici mahiyette anlatmasıdır. Kapitalizm baba ocağınız-ana kucağınızdır diyen bir yapıt Succession

Uysallar da gayet özlüce ve bıçak gibi bunu yerli bir lisanla yüzümüze vuruyor. Mutlu aile tablosu vermek için kameranın karşısına geçmiş ailemizde, Ege’nin babasıyla diyaloğundan çıkış bulup aralarına yeni katılan, büyükbabasının yasak-netameli sevgilisi Sofia’ya (Bilyana Jovanovska) uğrayan şu sözlerine dikkat:

“-Şirketlerde işe yeni başlayanlara şey diyorlarmış… ‘Biz burada bir aileyiz’. Sizin şirkette de öyle diyorlar mı Baba?..

-Bilmiyorum Ege, diyorlardır herhalde…

-E, o zaman ben şey diyebilirim… Şimdi Sofia da girdi ya bizim aile karemize… Sofia!

-Efendim Ege’cim…

-Hoş geldin Uysal ailesine!.. Biz burada bir şirketiz.”

Özgürlüğe Tornistan!

Uysallar üzerine bir yazıda her şeyi yazmak istemek, imkansızı zorlamak olur. Çünkü sekiz bölümlük dizinin her bir bölümü ayrı ayrı ele alınıp uzun uzadıya sosyolojik/antropolojik analize uğratılabilir. Mesela sisteme karşı bir Punk sığınağı olmuş “Anakara”nın sistem tarafından, nasıl kendisinin reddinden bile bir sermaye devşirebildiğine örnek teşkil eder şekilde eğlence endüstrisine mal edilişini de etraflıca ele almak gerekir, ama daha fazla zorlamayıp yavaş yavaş bitirelim. Bununla birlikte önümüzde bütünüyle, tepeden tırnağa karamsar-distopik bir hikâye olmadığını, umudun hepten öldürülmediğini kaydetmeden noktalamak yine de haksızlık olur.

Uysallar, apolitik ve ideolojik muğlaklık içinde bir yapıt değil. Kendi estetiği içinde ve son derece incelikli, ölçülü, nüanslı ve olgun bir politik-ideolojik duruş sergiliyor. Oktay’ın “travesti” Punk’lığı karşısında kanlı-canlı ve varoluşsal Punk’lığıyla; Dicle Nehri’nin kıyısında bir arazi alıp, bağımsızlık ilan edip adını da “kendine gelenlerin ülkesi” anlamında “Tornistan” koyma hayalleri kuran (dolayısıyla kurgunun Kürt sorunu ile titreşimli dinamizmini yansıtan) karakter olarak Moloz’un (Durukan Ordu) Oktay’la şu diyaloğu, Uysallar’ın son sözünün ne olduğunu işaret ediyor:

“-(Oktay) Şu an çok iyiyim be Moloz! Hani böyle istediğin her şey olur ya… Öyle bir his yani… Nasıl söyleyeyim yani, böyle şey gibi…

 -(Moloz) Sarhoş…

 -Hayır değil. Sarhoş değil yaa… Özgürüm gibi! Evet. Öyle diyebilirim yani…

 -O zaman benimle birlikte geleceksin Tornistan’a, bütün bu lafları orada da söyleyeceksin. Ben de sana diyeceğim ki… Gibisi fazla Oktay, gibisi fazla!..”

Gibisi fazla!..

Biz de diyoruz ki kopkoyu umutsuz bir otoriter “sis-hava kirliliği” içinde boğulmuş bir memlekette Uysallar, adeta ümidi kesme yurdundan dedirtircesine, hanidir özlemini çektiğimiz güçlü bir karşı çıkış olarak; işte budur dedirten etkin ve yetkin bir “Muhalefet” gibi bitiverdi karşımızda… Ve…

Gibisi fazla! Gibisi fazla!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi