Serhat Güvenç

Serhat Güvenç

EHLİYETİMİZİ KAYBETTİK… HÜKÜMSÜZDÜR

Ben eskiden AB’ciydim. Yanlış anlaşılmasın, bu ara herkes birilerini bir şeyci ilan ediyor; öyle değil AB’cilik. Uluslararası ilişkiler camiasında AB çalışanlar için kullandığımız bir tanımdır; akademik bir uğraş alanına göndermedir. Benim AB’ciliğim biraz zorunluluktandır. Onu sonra anlatırım.
Asıl konumuz ehliyet, Türkiye’nin Avrupa bütünleşmesine eklemlenme gayretlerinin önemli bir boyutunu temsil eder. Aslında benim kişisel tarih penceremden bakışla ikinci bir boyut daha vardır. İkinci boyuttan başlayayım. 1980’lerin sonuna dek Türkiye’de ehliyet almak deveye hendek atlatmaktan zordu. Ehliyet almak için çekilecek çile ehliyetin türüne göre değişirdi. Amatör, profesyonel ve ağır vasıta türleri vardı anımsadığım kadarıyla. Ağır vasıta, alınması en zor ehliyetti. Ayrıca sürücü kursu falan da yoktu. Ara sokaklarda, köy yollarında, kaçak göçek araba kullanma öğrenilir; ehliyet sınavına girilirdi. Üniversite yıllarımda ehliyet almayı düşündüysem de duyduğum hikayeler nedeniyle çekinirdim.
14 Nisan 1987 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin o dönemki adıyla Avrupa Topluluğu’na tam üyeli başvuru mektubu Dışişleri Bakanı Ali Bozer tarafından dönem başkanı Belçika Dışişleri Bakanı Leo Tindemanns’a tevdi edildi. Ondan sonra ülkenin sosyo-ekonomik göstergelerini diğer Akdeniz ülkelerine yakınsatmak için hummalı bir faaliyete girişildi. Örneğin motorlu araç sahipliği bakımından ülkemiz İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın bir hayli gerisindeydi. Ehliyet almanın zorluğu, Türklerin motorlu araç sahibi olmasının önündeki engellerden birisiydi. Başbakan Turgut Özal, o sıralar bürokrasiye de savaş açmıştı. Sonuçta amatör ehliyet almak bir çırpıda kolaylaştırılıverdi. Ben de yurttan sevgili arkadaşım Enver Emeksiz ile Mart 1988’de o zaman Maslak’ta bulunan trafik şubeye gittim. Başvurumuzu gerçekten kolayca yaptık. İki gün sonra yazılı sınavlara girdik. Başarılı olduk. Ertesi gün Hacıosman Yokuşu’nda yapılan direksiyon sınavına, kiraladığımız bir Şahin ile girdik. Onu da geçtik. Aynı günün akşamı ehliyetlerimiz basılıp bize teslim edilmişti. Avrupa Topluluğu üyeliği umudu beni ehliyet sahibi yapmıştı. AT’nin bana ilk ve belki de tek kıyağı ehliyetim oldu.
Bir yıl sonra mezun oldum. Marmara Üniversitesi AT Enstitüsü’ne yüksek lisans öğrencisi olarak kabul edildim. Eylülde derslerimiz başladı. Program ağır ve yoğundu. Avrupa bütünleşmesi, AT hukuku ve Türkiye-AT ilişkileri konusunda sabah akşam ders alıyoruz. Enstitü’nün asıl misyonu Türkiye tam üye olunca AT kurumlarında çalışacak bürokratları (Eurocrat) bir an önce yetiştirmekti. Hocalarımız, 1990’lı yılların sonuna doğru Türkiye’nin tam üye olacağını öngörüyordu. Derslerin ikinci ayında hiç kimsenin öngöremediği bir olay meydana geldi. Soğuk Savaş’ın simgesi Berlin Duvarı, gözümüzün önünde (TV’den canlı yayınlandığı için öyle söylüyorum) yıkılıp insanlar tarafından parça pinçik edildi. 9 Kasım 1989’da yaşandı bu olay. Ondan sonra Enstitü’de eski iyimserlikten eser kalmadı. 18 Aralık 1989’da AT Komisyonu Türkiye’nin tam üyelik başvurusu hakkında uzun süredir beklenen görüşünü açıkladı. Komisyon raporu, yenilir yutulur gibi değildi. Konsey’e mevcut koşullarda Türkiye’nin başvurusunun reddedilmesini öneriyordu. Rahmetli Özal’ın hakkını teslim edeyim. Kolay pes eden bir insan değildi. O zehir zemberek rapordan bir teselli vesilesi çıkarmayı başarmıştı. Ona göre AT Komisyonu, Türkiye’nin AT üyeliği için “ehil” (eligible) olduğunu teyit etmişti. Yani Türkiye bir Avrupa ülkesiydi. Zaten Fas da AT’ye başvurmuş, ancak başvurusu Avrupa ülkesi olmadığı için reddedilmişti. Halbuki Türkiye’nin üyelik ehliyetine sahip olduğuna kimsenin şüphesi yoktu.
Türkiye-AB ilişkilerinin gelecekteki dönüm noktalarında sarıldığımız “bardağın dolu tarafı” ile avunma geleneğimiz de böyle başlamış oldu. “Uzun, ince bir yol”, bir çilekeşhane oldu. Biz AB’cilerin sabrını sınayan bir yolculuğa dönüştü.
1999’da güç bela alınan aday ülke statüsü, 2006’da başlayan üyelik müzakereleri önemli kazanımlardı. Zamanla bu kazanımlar erozyona uğradı. Bugüne geldik. Ay başında AB Komisyonu’nun Türkiye dosyasının sorumluğunu, “Komşuluk ve Genişleme Müzakereleri Genel Direktörlüğü (NEAR) bölümünde, daha önce adı “Ortadoğu ve Kuzey Afrika” olan “Güney Komşuları ve Türkiye” birimine aktardığı haberi düştü. Güney komşuları, Kuzey Afrika ülkeleri demek. Kuzey Afrika ve Türkiye yani. Bu AB oldum bittim Türkiye’yi bir yerlere sığdıramaz. 1997’de Lüksemburg’da da sırf Türkiye için Avrupa Konferansı diye bir garabet icat etmişlerdi. Bu son değişiklik Türkiye’nin AB mıntıkasından giderek uzaklaştığının bir diğer alameti. Biz de kendi payımıza AB'nin ilerleme raporlarını yok hükmünde saymadık mı? Yok saya saya, Avrupa'dan kâh biz uzaklaştık kâh uzaklaştırıldık. Ama hiç bu kadar Avrupa dışı sayılmamıştık. Baş döndürücü gündemimizde, konu kaynadı gitti. AB Komisyonu, aksini iddia etse de bunu salt bir bürokratik işlem olarak görmek zor. Ortada ne siyaseten ne de ahlaken güvenilecek AB kurumu kaldı gerçi. 60 yıla yaklaşan ortalık ilişkisinde büyük bir kıskançlıkla muhafaza edilen, sakınılan tam üyelik ehliyetimiz sinsice elimizden alınıyor. Belki de kayıp ilanına çıkma zamanı geldi. “AB üyelik ehliyetimizi yitirdik… Hükümsüzdür.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serhat Güvenç Arşivi