Orwell 120 yaşında: Nice yıllara Dev Kâhin!

Trump’lar, Putin’ler, Orban’lar, Erdoğan’larla artık hayatımızın ayrılmaz parçası olmuş ve Türkçeye “hakikat-sonrasılık” olarak çevrilse de “gerçek-aşımı/aşınımı” demenin kanımca daha uygun olduğu, bir diğer anlaşılır açılımı da “yalanın iktidarı” olarak önerilebilecek “post-truth” kavramının, Orwell’ın abide başyapıtı 1984’ün başkahramanı Winston Smith’in çalıştığı “Gerçek Bakanlığı” ve onun girişinde yazılı “Savaş barıştır/Özgürlük köleliktir/Cehalet güçtür” sloganları ile bu büyük yazar tarafından 74-75 yıl önce öngörüldüğünü söylemek hiç ama hiç yanlış olmaz.

Bugün İngiliz yazar, romancı ve eleştirmen George Orwell’ın (Eric Arthur Blair) 120’nci doğum yıldönümü (25 Haziran 1903). 1984 ve Hayvan Çiftliği romanlarıyla büyük ve sansasyonel üne sahip olan politik bilimkurgunun efsane ismi, distopyaları bugün doğrulanmış öngörüler olarak değerlendirilmeyi fazlasıyla hak eden Orwell, benim düşünce yolculuğumda da belirleyici, etkileyici, yönlendirici olmuştur ve benim için halen de daimî bir başvuru kaynağıdır. Günümüz dünyasının da Orwell’ı her daim yeniden ve yeniden hatırlamamızı kaçınılmaz kılan bir çağ hali, daha doğrusu “çağ yangını” içinde olduğunu kaydetmeden geçmemek gerekir.

Üstüne üstlük bugün Fransız düşünür Michel Foucault’nun da 39’uncu ölüm yıldönümü (25 Haziran 1984). Bu durumda ben de sadece 20’nci yüzyılla sınırlı olmayan şekilde insanlık tarihimizin bütünü itibarıyla abideleşmiş bu iki isminden birinin doğumuna, diğerinin ölümüne karşılayıcı olmuş “25 Haziran”da yayımda olacak bu yazıyı onların her ikisinin düşünsel serüvenlerini buluşturmaya çalışan bir değerlendirmeye hasretmek istedim. Hem de artık şu bıkkınlık vermiş; seçimdi, seçim-sonrasıydı, iktidardı, muhalefetti, adaylardı, kurultaylardı, adaylık çekişmeleriydi kısır döngüsünden, hayhuyundan; varacak hiçbir menzili olmayan sıkıcı, vasat, reytingi düşük ve kimsenin iplemediği gündemden bir parça uzaklaşmış oluruz diye düşünmekteyim!..

Günümüz liderlerinin prototipi: “Big Brother”

George Orwell için yapılabilecek en uygun güncel tanımlama, onun “post-truth çağın Nostradamus’u” olduğudur.[1] Doğumundan 120, ölümünden 73, muazzam ve ürpertici bir totalitarizm serimlemesi olan abide yapıtı 1984’ün yayımından da 74 yıl sonra Orwell’ın o romanındaki distopik hayalinin hayata geçtiği kanısı, yeryüzünde Doğu’dan Batı’ya geniş bir çeperde alabildiğine yaygınlık kazanmış durumda. Öyle ki yazarın evlatlık oğlu Richard Blair’in de 2017’de verdiği bir söyleşide “Bence Babam, Donald Trump’tan ironik bir şekilde keyif alırdı. Yıllar önce yazdığım türde biri var diye düşünebilirdi” dediğini biliyoruz.[2]

Gerçekten, Trump’larla olduğu kadar Erdoğan’larla da artık hayatımızın ayrılmaz parçası olmuş ve Türkçeye “hakikat-sonrasılık” olarak çevrilse de “hakikat-aşımı/hakikatin aşınımı” demenin kanımca daha uygun olduğu, bir diğer anlaşılır açılımı da “yalanın iktidarı” olarak önerilebilecek post-truth kavramının, 1984’ün başkahramanı Winston Smith’in çalıştığı “Gerçek Bakanlığı” ve onun girişinde yazılı “Savaş barıştır/Özgürlük köleliktir/Cehalet güçtür” sloganları ile 74-75 yıl önce öngörüldüğünü söylemek hiç ama hiç yanlış olmaz.

Fakat Orwell’ın bu kurgusal öngörüsünün de dayandığı, dolayısıyla daha geriye giden, okumaya doyulmaz düzyazıları vardır ve bunlar onu sadece bir romancı olmaktan öte çağına da insanlığın geleceğine de ışık tutan bir düşünür olarak kabul etmeyi gerektirecek bir içerikle karşımıza çıkarlar. Onun düşünce serüveninin nirengi noktası “iktidar” kavramıdır ki işte bu da Orwell’ı modern dünyanın gidişatına damga vurmuş bir başka isim olan Foucault ile aynı izlekte, üstelik ona ön gelen bir figür olarak değerlendirmeyi mümkün kılar.

Totaliter devlet aslında “teokrasi”dir!

Yirminci yüzyılda “modernite”den hayal kırıklıklarından sökün eden postmodernizmi, özellikle iktidarın “bilgi” ve “doğru” ile ayrılmazlığı bağlamında Foucault’ya kökenlendirmek yaygın bir tutumdur. Foucault, kendisini postmodern düşünce çığırıyla asla özdeştirmemiş olsa da onun modern çağın kurumsal eleştirisine dair yaptığı çalışmalar, modernitenin asli belirleyenleri olarak “bilime mutlak güven”, “aklın yol göstericiliği” ve “nesnel-tarafsız gerçeklik” anlayışlarının sorgulanması yolunda postmodern çığır için fazlasıyla ön açıcı olmuştur.

Dolayısıyla, aklın ve bilimin kılavuzluğunda “daha ileriye-en iyiye” doğru bir “modern” dünya var etme ideal ve iddiasının çözülmesinde Foucault’nun bilgi ve hakikatin iktidarla muteberliğini vurgulayan eserlerinin öncü rolü ortadadır. Bununla birlikte ben, elbette Foucault’nun modernliğin eleştirisi açısından önemini reddetmemek kaydıyla, “modern insan”dan iflah olmaz bir umutsuzlukla karşımıza çıkmış Orwell’ı, Foucault’yu önceleyen ve “müjdeleyen” bir zihin olarak işaret etmekten yanayım. Çünkü Orwell, 1949’da 1984’ü yayına sürdüğünde bize modernitenin “bittiği”ni söyleme yolunda bir dönemeci çok erken bir zamanda katetmiştir. Üstelik onun 1984’ü kurgulamaya giden yolda yapı taşları olarak öne çıkan görüşlerinin yer aldığı denemeler daha da eski yıllara tarihlenir. Söz gelimi 1946’da kaleme aldığı “Yazının Korunması” adlı makalede 1984’ün ayak seslerini şu satırlarda rahatlıkla duyarsınız:

“Totaliter tarih anlayışında öğrenilecek değil yaratılacak şeyler vardır. Totaliter bir devlet, aslına bakılırsa, bir teokrasidir ve yönetici kademesi, konumunu korumak adına yanılmaz görünmek zorundadır. Ancak gerçekte kimse yanılmaz olamayacağından şu ya da bu hatanın yapılmamış olduğunu veya şu ya da bu hayali zaferin gerçekten kazanıldığını göstermek adına geçmişteki olayları yeniden düzenlemek sık sık zorunlu hale gelir. (…) Totalitarizm, aslında geçmişin sürekli değiştirilmesine ve uzun vadede muhtemelen nesnel gerçekliğin varlığına inançsızlığa ihtiyaç duyar. (…) Toplum, yapısı belirgin bir biçimde yapay hale gelince; yani yönetici sınıfı işlevlerini kaybetmesine rağmen güç kullanarak ya da sahtekarlıkla iktidara tutunmakta başarılı olunca totaliterleşir. Asla ne olayların gerçeğe uygun bir şekilde kaydedilmesine ne de yazınsal yaratının ihtiyaç duyduğu samimiyete izin verir. (…) Yalnızca totaliter bir yapı edinen ülkelerde yazın ölüme mahkûm olmakla kalmaz; aynı zamanda totaliter bir dünya görüşünü benimseyen, zulüm ve hakikatin tahrif edilmesi için bahaneler üreten yazar da, bir yazar olarak kendini yok eder.” [3] 

Bunları okuduğunuzda, 1984’teki “Gerçek Bakanlığı”, “Geçmişi kontrol eden geleceği de kontrol eder” gibi resmi sloganlar, “yenisöylem”, “çiftdüşün” gibi resmi dil düzenlemeleri ve doğru ile gerçek üzerinde iktidar kontrolünü aksettiren diğer pek çok kurgusal tasvirin Orwell’ın zihninde deneme/düzyazı formatında çoktan olgunlaşmış olduğunu anlarsınız. İşte tam da bunlar, onun post-truth bugünlerin hakkı teslim edilmesi gereken bir kâhini olduğu iddiasını tartışılmaz kılar. 

Foucault’nun “müjdecisi” Orwell

Aspidistra, Papazın Kızı, Boğulmamak İçin, Burma Günleri, Paris ve Londra’da Beş Parasız… Orwell’ın Hayvan Çiftliği ve 1984 gibi herkesçe bilinen distopik-fantastik iki abide eseri dışında kalan bu romanlarını okuduğunuzda da; onları tamamlayıcı mahiyette, muhteşem makalelerinin toplandığı Faşizm Kehanetleri, Kitaplar ve Sigaralar, Edebiyat Üzerine, Savaş Günlükleri, Neden Yazıyorum gibi kitaplarına daldığınızda da karşınızda kıyasıya bir modernite eleştirisi bulursunuz. Orwell adeta insanın bozulmuş/rotasından sapmış bir canlı-varlık olduğunu düşünmeye sizi kışkırtacak bir berraklık ve ikna edicilikle yazmaktadır ne yazmaktaysa… O bozulmuşluğun özünde de iktidar tutkusu ve tutsaklığı olduğunu size en çarpıcı biçimde hem hissettirir hem de fark ettirir. İşte tam da bu nokta, Foucault gibi, insan sosyal gerçekliğinin asli işleyiş ilkesinin “iktidar” olduğunu ileri sürmüş bir düşünürü önceleyen ve “müjdeleyen” isim yapar onu…

En bariz örnek olarak belirtmek gerekirse, Foucault’nun, İngiliz siyaset felsefecisi ve hukukçusu Jeremy Bentham tarafından geliştirilmiş hapishane tasarımı “panoptikon”u, modern dünyada insan üzerinde iktidar gözetimini karakterize etme yolunda öne çıkardığını biliyoruz. Onun Hapishanenin Doğuşu adlı kitabında “panopticon”u kullanıma sokarak anlattıkları, 1984’te romanın merkezi motifi olup totaliter rejim gözetimini simgeleyen ve her köşe başında kapkara gözlerle karşınıza çıkan, altında da “Büyük Birader Seni Gözetliyor” yazan suretin yer aldığı posterle gayet sade ve açık şekilde anlaşılırlık kazanır.

İktidar, muktediri de ezer!

Foucault, “Hepimiz birbirimizle savaşıyoruz. Ve hepimizin içinde de bir başka şeyle sürekli savaşan bir şey var” demektedir.[4] Orwell’ın bir bütün olarak yazın külliyatına dalıp çıktığınızda da bulacağınız aynen budur. Her iki zihin için de tarih, tahakküm yolunda süren ebedi bir oyundan ibarettir. Bu bağlamda Orwell’ın öyle bir yazısı vardır ki aynen “panopticon” örneğinde olduğu gibi, Foucault’nun en sarsıcı argümanı olan, iktidarın sadece tahakküme uğrayanları değil, tahakkümde bulunanları da zapt etmiş bir “makine” olduğu iddiasını kavramamızı sağlar. Güce dayalı ilişkilerin matrisi (dölyatağı) olarak iktidarın muktedir addedileni de ezdiğini örnekleyen söz konusu yazı, Orwell’ın Burma’da İngiliz sömürge yönetiminin komiser yardımcısı olarak görev yaptığı 1920’li yıllara ait bir anısına dayanır. “Bir Fili Vurmak” başlıklı yazıda, cinsel kızışma sebebiyle saldırganlaşıp bir pazar yerini tarumar eden yaşlı erkek filin, Orwell tarafından istemeye istemeye ama onun, sahibi değil sadece “taşıyıcısı” olduğu “İktidar” baskısıyla nasıl “etkisiz hale getirildiği”ni okuruz.

Yanında emir eri arkasında da iki bine yakın yerli ile Orwell filin artık kızışması geçtiği için kimseye zarar vermeyip sakin sakin otladığı yere geldiğinde aslında hayvanı öldürmek değil, bir daha kimseye böyle bir zarar vermemesini sağlayacak şekilde kontrol altına almak ister. Fakat arkasına düşmüş olan ve iktidarın taşıyıcısı olarak kendisine tâbi kitle, ondan başka bir şey yapmasını beklemektedir. O, içinde bulunduğu durumu şöyle netleştirir:

“Fili görür görmez, onu asla vurmamam gerektiğini anlamıştım (…) huzur içinde çalıları yiyen fil, bu mesafeden, bir inekten daha tehlikeli gelmemişti bana. O zaman mest [kızışma] halinin geçmeye başladığını, bu durumda bakıcısı gelip onu yakalayana dek sadece zararsızca dolaşacağını düşündüm, ki şimdi de aynı fikirdeyim. Dahası onu vurmayı hiç mi hiç istemiyordum. (…) Fakat o anda beni takip etmiş olan kalabalığa göz attım. En az iki bin kişiden oluşan ve her dakika daha da büyüyen dev bir kalabalıktı. Yolu her iki yönde de uzun bir mesafede tıkamıştı. Cafcaflı giysilerin üstündeki sarı yüzlerden, hepsi de kendilerini bekleyen küçük eğlence nedeniyle mutlu ve heyecanlı, hepsi de filin vurulacağından emin yüzlerden oluşan insan denizine baktım. (…) Ve bir anda sonuçta fili vurmak zorunda kalacağımı fark ettim. İnsanlar benden bunu bekliyordu ve yapmak zorundaydım. İki bin iradenin beni karşı konulmaz biçimde itelediğini hissedebiliyordum. Ve beyaz adamın Doğu’daki egemenliğinin kofluğunu ve abesliğini ilk kavramam, elimde tüfekle orada durduğum bu anda oldu. İşte buradaydım; silahsız yerli kalabalığının önünde duran beyaz adam. Görünürde oyunun başrol oyuncusu, ancak gerçekte arkasındaki o sarı yüzlerin iradesinin bir ileri bir geri itelediği anlamsız bir kuklaydım. O anda beyaz adamın zorbalaştığında yok ettiğinin kendi özgürlüğü olduğunu anladım. Fili vurmak zorundaydım. Bir sahibin sahib gibi davranması gerekir; kararlı görünmeli, ne istediğini bilmeli ve kesin şeyler yapmalıdır. Bütün bir yolu elimde tüfek, hemen arkamda iki bin kişiyle gelmek ve ardından hiçbir şey yapmadan zayıfça uzaklaşmak; hayır bu mümkün değildi. Kalabalık bana gülerdi. Ve tüm hayatım, Doğu’daki her beyaz adamın hayatı, insanları kendisine güldürmemek için verilen uzun bir mücadeleydi.” [5]

Nietzsche’den Foucault’ya köprü: Orwell

 “İki bin iradenin karşı konulmaz biçimde itelemesi”; “bir sahibin sahip gibi davranma gerekliliği”; “o sarı yüzlerin iradesinin bir ileri bir geri itelediği anlamsız bir kukla olmak”; bunlar ve diğer kaydedilenler, iktidarın muktedire de dışsal ve onu da hükmü altında tutan bir “ağ” olduğu şeklinde çıkış bulan Foucault düşüncesini Orwell’ın herkesin anlayacağı bir sadelik/duruluk içinde ama aynı ölçüde de sarsıcı/ürkütücü biçimde berraklaştırdığı ifadelerdir. 

Dolayısıyla “Bir Fili Vurmak”tan 1984’e açılan yelpazede Orwell, iktidarı kendine adeta “metafizik ilke” kılmış insanlığımızın nereye evrileceğine dair öngörüleri geçerlilik kazanmış “kâhin” bir edebiyat devidir.

Hep söylenir, Foucault’nun arka plânında gayet bariz şekilde Nietzsche vardır diye… Bence ikisinin arasına Orwell’ı yerleştirmemek hak ihlali olur!..           


[1] Yazının bundan sonraki kısmında aktarılanlar, Yeryüzüne Ölümü İndirdik Gülüm: Homo Demonus Üzerine Antropolojik Serzenişler (Oğlak Yayınları, 2022) adlı kitabımın içinde yer alan “Post-Truth Kıyametin ‘Nostradamus’u: George Orwell” başlıklı denemeden güncellemelerdir.  

[2] Joe Summerland, “1984: George Orwell ünlü distopyasını uzak bir adada ve ölüm döşeğindeyken nasıl yazdı?”, Independent Türkçe, 9 Haziran, 2019.

[3] George Orwell, “Yazının Korunması”, Kitaplar ve Sigaralar içinde, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2013.

[4] Michel Foucault, Power/Knowledge – Selected Interviews and Other Writings 1972-77 (Ed. C. Gordon), Harvester Press, Brighton, 1980, s. 207-8.

[5] George Orwell, “Bir Fili Vurmak”, Neden Yazıyorum içinde, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2013, s. 102-3.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi