Cortés, La Malinche, Pizarro, Suçiçeği-III

Arada bunu alaycı, Aztekleri küçümseyici bir dille aktaran aynı kişilerin, Meryem’in Tanrı’nın nefesiyle hamile kalıp onun oğlunu bakireyken doğurduğuna, İsa’nın suyu şaraba dönüştürebildiğine, su üstünde yürüyebildiğine, ölüleri canlandırabildiğine ve öldükten 3 gün sonra dirildiğine inanması da ayrı bir ironi.

Geçen hafta Cortés ve La Malinche’nin öyküleri üzerinden, Orta ve Güney Amerika’nın sömürgeleştirilmesini konu etmiştik. Orta ve Güney Amerika, işgalci tek bir komutanla ele geçirilemeyecek  kadar büyük elbette. Yeni Dünya’nın sömürgeleştirilmesi için Cortés gibi, adı bilinen bilinmeyen pek çok conquistador gerekmiştir ki bunlardan biri de Francisco Pizarro.

Pizarro, küçük de olsa soylu bir ailede doğan ve yarım bıraksa bile üniversite eğitimi alan Cortés kadar şanslı değildir. 1475’te Trujillo’da, Kraliyet donanması subaylarından Gonzalo Pizarro'yla Trujillo’lu yoksul bir kız olan Francisca González’in evlilik dışı çocuğu olarak dünyaya gelir Francisco Pizarro;  eğitim almadan, okuma ve yazma bilmeden büyür. Domuz çobanlığı yaparak geçen çocukluk yıllarından sonra, dönem İspanya’sındaki derebeylikler arasında eksik olmayan çarpışmalara katılır. Paralı askerliği sevmiştir, bir süre İtalya’ya giderek oradaki derebeylerine hizmetini sunar. Ama Pizarro hırslı biridir, paralı askerlik yaparak kazanacaklarının sınırlı olduğunu çabuk anlar; 1502’de, sömürgenin yeni valisiyle birlikte Hispaniola Adası’na (bugünkü Haiti ve Dominik) giden gemiye atar kapağı.

Pizarro yerleşik ve sakin bir yaşamla yetinecek biri değildir. 1510’da Alonso de Ojeda’nun Kolombiya’da Urabá’ya düzenlediği keşif gezisine katılacaklar arasına adını yazdırır. Bu gezide gösterdiği yararlılıklarla tanınmaya başlar. Üç yıl sonra onu Vasco Núñez’in Pasifik Okyanusu kıyılarına yaptığı keşif gezisinde komutan olarak görüyoruz. 1519’dan 1523’e dek, yeni kurulan Panama şehrinin yargıcı ve belediye başkanlığını yapan Pizarro, artık 48 yaşına gelse de aklı anakaranın henüz keşfedilmemiş bölgelerindedir.

Amable-Paul Coutan, Francisco Pizarro, 1835.

Pasifik

1524’te yakın arkadaşı olan komutan Diego de Almagro ve rahip Hernando de Luque ile birlikte Pasifik kıyılarına bir keşif gezisine çıkar. Büyük zorluklarla karşılaştığı ilkinden sonra 1526’da ikinci bir sefer daha düzenler. Sefere  katılan subaylardan Bartolomé Ruiz, öncü olarak gönderilen bir gemiyle Ekvator’u geçtiğinde, kıyıya yakın bir noktada, takas için altın ve gümüş eşyalarla, nakışlı kumaşlarla yüklü bir sala rastlar ve bütün bunlara el koyar. Ganimetiyle, beklemekte olan gemilere geri döndüğünde, karşılarındaki altın ve gümüşle iştahları kabaran sömürgeciler, bugünkü Ekvador’un güneyine, Peru’nun kuzey ucuna dek inerler. Pizarro ve diğerleri kıyıya yakın bir adada demirlerken Diego de Almagro destek gücü getirmesi için Panama’ya yola çıkar. Ama Panama’nın yeni valisi o güne kadar yaşanan can kayıplarını gerekçe göstererek seferin iptal edilmesini emreder. Ancak Pizarro bu kadar yaklaşmışken vazgeçecek biri değildir. Kılıcıyla yere bir çizgi çeker ve komutanlarına, zafer ve zenginlik isteyenlerin çizginin diğer tarafına geçmesini ister; komutanlarından 13’ü çizgiyi geçer. Kalanlar Panama’ya dönerken, Pizarro ve beraberindekiler güneyde 9. paralele dek inerler.

Kıyı boyunca yaptıkları kısa keşif gezilerinde rastladıkları İnkaları öldürerek değerli madenlerine el koyan serüvenciler, Panama valisinin ısrarlı geri dönme emirlerine kulak asmasalar da, Pizarro Peru içlerine ilerlemek için desteğe gerek duyacağını bilmektedir. Bu nedenle İspanya’ya gider Pizarro; Kral I. Carlos’tan yalnızca sefer iznini koparmakla kalmaz, önceden Panama’nın güneyinde fethedeceği tüm toprakların genel valisi ilan edilir; ayrıca soylu olmadığı halde kendi hanedan armasını da taşıyabilecektir.

[Aslında “İnka”, Peruluların değil İspanyolların verdiği bir isimdir; Peru dilinde “kral” anlamına gelir. İnkalar ülkelerini “Dört Parçalı Ülke” anlamına gelen “Tawantinsuyu” olarak adlandırırdı ki bunlar üçü Pasifik kıyısı boyunca, diğeri karada yer alan ayrı bölgelerdi. Farklı kabilelerin baskın/yaygın olduğu bu bölgelerin büyüklüğü imparatorluğun en geniş olduğu dönemde 2 milyon km2’ye dek ulaşmıştır.]

Juan Lepiani, Atahualpa’nın Cajamarca’da Ele geçirilmesi, 1920’ler.

Cajamarca Savaşı

Yanına İspanya’daki 4 kardeşini de alarak Panama’ya dönen Pizarro, 1531 başında hazırlıklarını tamamlayarak içinde 180 kişi ve 37 at  bulunan bir gemiyle güneye yelken açar. Nisan ayında, attıkları her adımı gözcüleriyle uzaktan takip eden İnka kralı Atahualpa’nın ulaklarıyla görüşür Pizarro; onlara Kral’la, onun bulunduğu Cajamarca şehrinde buluşma talebini iletir. İspanyolların sayıca çok az olmasından güven bulan Atahualpa bu teklifi kabul eder.

[Atahualpa, İspanyollarla karşı karşıya gelmeden bir süre önce, taht üzerinde hak iddia eden üvey kardeşi Huáscar’ı savaşta yenerek tutsak almış, sonra da başkent Cuzco’yu ele geçirmiştir. Kuzeyde bulunan ve kaplıcaların olduğu Cajamarca bölgesinde bulunması bir rastlantıdır. Atahualpa, kazandığı zafer sonrası boy göstermek ve yerel şeflere göz dağı vermek için küçük bir orduyla sefere çıkmış  ve Cajamarca’da uzun süreli bir mola vermiştir.]

İspanyollar kıyıdan 200 km. içeride, 2.750 rakıma sahip Cajamarca önlerine geldiklerinde takvim 15 Kasım’ı göstermektedir. İspanyolların yalnızca 110 piyadesi, 67 süvarisi, 3 arkebüzü ve yalnızca 2 küçük topu vardır. Önce topçularını şehri gören noktalara yerleştiren Pizarro, yanına bir de piyade kattığı kardeşini Atahualpa’nın huzuruna yollayarak buluşma talep eder. Bir gün süren gergin bekleyişten sonra Kral buluşmayı kabul eder.

Görüşme zamanı geldiğinde, arkasında 3-4 bin yerli savaşçının  takip ettiği süslü bir tahtırevanın üstünde şehir meydanına girer Atahualpa. Tahtırevanı taşıyanlar en önemli İnka kasikeleri, yani şefleridir, çünkü kralı taşımak büyük bir onurdur onlar için. Diğer askerlerse ya silahsızdır ya da tuniklerinin kemerinde yalnızca kısa lobut veya sapanlar taşır.

Atahualpa gelenlerin ona saygı ve bağlılıklarını sunmasını beklerken, Pizarro onun huzuruna bir rahibi yollar. Vicente de Valverde adındaki bu rahip, Kral’a, Hristiyanlığı kabul ederek Kral Carlos’un egemenliğini tanımasını “bildirir”, saygısız bir tavırla ve elinde havaya kaldırdığı İncil’i tutarak.

Kral öfkeyle İncil’i ister rahipten; sayfalarını şöyle bir karıştırdıktan sonra da fırlatıp atar yere. Bunu gören Pizarro adamlarına derhal saldırma emri verir. Bu kadar az sayıda adamın kendilerine saldırmasını beklemeyen İnkalar gafil avlanmıştır. Özellikle güçlü atlarıyla süvarilerin kalabalığın üstüne sürmesi büyük bir panik yaratır İnkalar arasında, herkes canını kurtarma derdine düşer. Bu arada Pizarro ve yanındakiler, çevresindeki tüm kasikeleri ve muhafızları kılıçtan geçirerek Kral’ı tutsak etmeyi başarır.

Atahualpa aylarca Cajamarca’daki küçük bir binada İspanyolların elinde rehin olarak kalır; onların tüm isteklerini karşılamasına hatta fidye olarak tutsak tutulduğu odayı ağzına kadar altın, diğer iki odayı da gümüşle tıka basa doldurmasına karşın, Pizarro -verdiği sözün tersine- Kral’ı rehin tutmaya devam eder.

Bu süre boyunca, İspanyolların yaptığı katliamdan kurtulan İnka askerleri başkent Cuzco’dan gelen desteklerle birleşerek 50 bin kişilik bir orduya ulaşmış ve Cajamarca’nın etrafını çevirmiş halde beklemektedir. Hayatta olduğu sürece Atahualpa’nın tehdit oluşturacağından korkan İspanyol komutanlar Atahualpa’nın idam edilmesini dayatırlar Pizarro’ya. Aslında Pizarro Atahualpa’yı bir koz olarak elinde tutmayı tercih etse de, Atahualpa’nın tutsakken bile dışarıya haber yollamayı başarıp beklemekte olan İnka ordusuyla haberleştiği anlaşılınca Pizarro’nun başka seçeneği kalmaz. Atahualpa, kardeşi Huáscar’ı savaş tutsağıyken öldürtmek ve İspanyollara karşı bir ayaklanmayı kışkırtmak suçlamasıyla düzmece bir mahkeme tarafından idama mahkum edilir ve bir “garrote”de(1) boğularak verilen ceza infaz edilir.

Cajamarca’yı kuşatmış olan İnkalar Atahualpa’nın idamını duyduktan sonra geri çekilir. İspanyollar herhangi bir direnişle karşılaşmadan kraliyet başkenti Cuzco’ya kadar ilerleyerek şehri savaşmadan ele geçirdiklerinde 1533 yılının Kasım ayıdır. İspanyollar Huáscar’ın kardeşi Manco Capac’ı kukla kral olarak tahta geçirir.

Bir “garrote” infazı, Manila, Filipinler, 1901.

Diego de Almagro

Peru’nun fethedilmesiyle ele geçirilen ganimetten aslan payının Pizarro ve kardeşlerine gitmesi, seferin başlangıcında tüm ganimetin eşit paylaşılacağı konusunda anlaştığı Diego de Almagro’yla Pizarro arasında düşmanlık doğurmuştur. Almagro’nun, adamlarıyla Cuzco’yu ele geçirme girişimleri üzerine Pizarro rakibiyle uzlaşma yolunu seçer ve ona, henüz fethedilmemiş Şili’yi önerir; İspanya kralı da bunu destekleyecektir. Pizarro’nun Peru için sahip olduğu hak ve yetkiler Almagro’ya Şili için tanınacaktır.

Almagro’nun Şili seferi başarılı olsa da bu ülke Peru kadar zengin değildir. Almagro kandırıldığını düşünmektedir, Şili’den dönüşünde Almagro ve Pizarro’nun orduları Las Salinas denilen bölgede karşı karşıya gelir. Pizarro’nun ordusu rakibine göre daha güçlüdür, savaş uzun sürmez. Almagro ele geçirildikten sonra tutuklanır, bir süre sonra da idam edilir.

Almagro’nun Şili’ye gidişinden sonra Lima adı verilen yeni bir kent kuran ve tüm zamanını şehri  geliştirmek  için harcayan Pizarro’yu artık rahat bir emeklilik yaşamı  bekler gibi görünmektedir. Ancak Almagro’nun babasıyla aynı adı taşıyan oğlu II. Diego de Almagro Pizarro’dan öç almak için fırsat kollamaktadır; 1941’in Haziran ayında babasının eski askerleriyle birlikte Pizarro’nun yeni yaptırdığı sarayına saldırır ve Pizarro’yu öldürür. Derler ki Pizarro ölmek üzereyken kanıyla yere bir haç çizer ve son nefesinde “İsa” diye haykırır.

[Unutmayalım ki bu katillerin çoğu dindar Hristiyanlardır ve sömürgeleştirme seferlerinin görünürdeki amacı bu toprakların Hristiyanlaştırılmasıdır. Sömürgelerden çalınan zenginliklerin büyük  bölümü İspanya kraliyeti ve Katolik Kilisesi arasında paylaştırılırken az bir kısmı da ellerini kana bulayan bu askerlere bırakılmıştır.]

Cortés’in Aztekleri yenmesine benzer bir öykü Pizarro’nunki, dikkat ederseniz yine sayıca çok az askerle binlerce kişilik yerli ordularının yenilmesi söz konusu her ikisinde de. Daha önce de belirttiğimiz gibi bunda İspanyolların askeri örgütlülüğü, disiplini, çelikten yapılmış silah ve zırhlarıyla birlikte en önemli rolü oynayanlar, atlar. Cortés’i at üstünde gören Azteklerin onu geri dönen tanrıları sandığını anlatmıştık önceki bölümde, daha doğrusu İspanyolların olayı bu şekilde aktardığını.

[Bu arada bunu alaycı, Aztekleri küçümseyici bir dille aktaran aynı kişilerin, Meryem’in Tanrı’nın nefesiyle hamile kalıp onun oğlunu bakireyken doğurduğuna, İsa’nın suyu şaraba dönüştürebildiğine, su üstünde yürüyebildiğine, ölüleri canlandırabildiğine ve öldükten 3 gün sonra dirildiğine inanması da ayrı bir ironi.]

Atın atası Eohippus

Atlar

Atların sömürgecilerin zaferlerinde önemli rol oynadıkları doğru, plaka ve örgü zırhlarla korunmuş bir ata binen zırhlı süvari o dönemin tankı gibidir, önünde durulması zordur, hele atla ilk kez karşılaşanlar için.

Aztek ve İnkaların atı ilk kez İspanyollarla birlikte gördükleri doğru ancak bunda da ayrı bir ironi var çünkü atın anavatanı Amerika anakarası. Atın en eski atası olan ve boyu yarım metreyi aşmayan Hyracotherium’un en eski fosilleri Kuzey Amerika’da bulunmuştur. Attan çok bir köpeği andıran bu otobur memelinin, buzul çağlarında donarak geçişe olanak sağlayan, buzullar eridiğindeyse sular altında kalan Bering Boğazı’ndan Asya’ya geçerek dünyaya yayıldıkları sanılmaktadır.

Kuzey Amerika’dan güneye yayılan ve evrim sürecinde birkaç alt türe bölünen atın, yaklaşık 10 bin yıl önce bütün anakaradan silindiğine tanık oluyoruz. Avcı toplayıcıların aşırı avlanması bir etken olabilir ama bu ölçüde bir silinme büyük olasılıkla uzun süren bir kuraklık ya da mini buzul çağının etkisiyle olmalıdır; aynı dönemde atla birlikte başka memelilerin de soyunun tükenmesi bunu desteklemektedir.

[Amerika anakarası milyonlarca yıl boyunca insansızdır. Bundan 13 bin yıl önce(2) Sibirya üzerinden -yine donmuş- Bering Boğazı’nı geçen insanlar bu coğrafyanın ilk halkını oluşturmuşlardır.]

Yani Aztek ve İnkaların ilk kez gördükleri atlar, Amerika’dan Avrupa’ya geçen atların uzak torunlarıdır. İspanyolların getirdiği atlar bugün Amerika’da bulunan bütün atların atasıdır. Atlarıyla bütünleşmiş etnik topluluklar olarak görülen Kuzey Amerika yerlilerinin atla tanışmaları da 1600’lü yıllardadır. Atı ilk kullanan yerli topluluklarından Apacheelerin (Apaçi)  at binmeyi Meksika’daki sömürgeci İspanyollardan öğrendiği söylenir.

Çelik silahlar, arkebüzler, atlar; ama İspanyolların asıl öldürücü silahı beraberlerinde getirdikleri mikroplarıdır ki bunlar tarihin gördüğü en büyük etnik kıyıma neden olmuştur. Onu da haftaya anlatalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi