Nicholas de Staël

Picasso’nun “Altı yaşında Raphael gibi resim yapabiliyordum; ama bir çocuk gibi resim yapmayı öğrenmem bir ömür sürdü” sözünü anımsayınca, Staël’in tüm çabası, o yalın görme biçimine, o içsel berraklığa yeniden ulaşmaktı belki de…

O gece sessizdir Antibes limanı. Denize uzanan geniş kumsalın kıyısındaki evler arasında yalnızca birinde ışık görünmektedir. İki katlı bir evin üst katındaki bu atölye, boş ya da bir bölümü boyanmış tuvallerle ve türlü resim malzemeleriyle doludur. Duvara dayalı, henüz kokusunun bile uçmamasından yeni bittiği belli olan büyük bir tuvalde, geniş kırmızı bir zemin üzerine yerleşmiş, siyah, gri, bej ve sarı ağırlıklı, çoğu dikdörtgen formunda objeler göz çarpmaktadır.

Nicolas de Staël, tüm yaşamı boyunca renk ve form arasındaki o sihirli uyumu aramıştır. Ama o gece, sanki ikisi birden ona veda etmiştir. Belki de hep aradığı uyumu asla bulamayacağını anlamıştır; ya da bulduğunu, ama onun bu dünyada varlığını sürdüremeyecek kadar kırılgan olduğunu.

Kendini, 16 Mart 1955 gecesi iki katlı evinin üst katındaki stüdyonun balkonundan boşluğa bırakırken, geride bir not bile bırakmaz. Sözcükler, boyaların söylediği şeylere kıyasla yavan kalır zaten. İçindeki tüm renkleri, tutkuyu ve gürültüyü çoktan tuvale hapsetmiştir o.

Yalnızca 41 yaşındadır.

1917 Devrimi

Nicolas de Staël, ya da tam adıyla Nikolai Vladimirovich Staël von Holstein, 5 Ocak 1914’te Çarlık Rusyası’nın başkenti St. Petersburg’da gözlerini dünyaya açar. Babası, Petro ve Pavel Kalesi'nin son kumandanı olan Korgeneral Baron Vladimir Staël von Holstein, kökeni Baltık Almanı soylularına dayanan ve kuşaklar boyu Rus İmparatorluk Ordusu’na generaller yetiştiren bir aileden gelmektedir.

Henüz çok küçükken, 1917’de annesini kaybeder Nicolas. Aynı yıl gerçekleşen Ekim Devrimi, ailenin düzenini kökten sarsar ve Staël’ler 1919’da Polonya’ya sığınmak zorunda kalır. Nicolas altı yaşındayken bu kez babasını, hemen ardından da üvey annesini kaybeder. Kimsesiz kalan küçük Nicolas ve ondan iki yaş büyük ablası 1922 yılında Brüksel’deki göçmen bir Rus ailenin yanına evlatlık verilir.

Brüksel’de geçen çocukluk ve ilk gençlik yılları, yabancılık ve ait olmama duygusuyla örülüdür. Sürekli göç ve kayıplarla şekillenen bu köksüzlüğün içinde resim, bir daha asla terk etmek zorunda kalmayacağı bir yurt olur onun için.

img-5561.png

Gezginlik

Brüksel’deki Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisi'ni bitirdikten sonra 1934'te Paris'e taşınır. Sonra 1936'da Fas'a, ardından Cezayir'e gider ve bir süre buralarda yaşar; aslında ondan önceki pek çok Avrupalı sanatçının izinden gitmektedir, Kuzey Afrika’daki egzotik ve Avrupa uygarlığından uzak bu yerlerde özgün sanatsal kimliğini bulmayı umar.

Fas'a yaptığı gezi onun için bir dönüm noktası olur; burada, tıpkı kendisi gibi bir ressam olan ve sonraki çalışmalarına esin verecek ilk eşi Jeannine Guillou ile tanışır; 1937’de evlenirler.

İlk kişisel sergisini 1936’da Brüksel'de açar. Bu sergide Bizans ikona sanatından esinlenmiş resimlerini ve suluboya çalışmalarını sergiler. 1939’da, Nazilere karşı savaşmak üzere Fransa’ya gider ve Yabancı Lejyonu’na katılır. 1941’de terhis olduktan sonra Nice’e taşınırlar. Güçlükle yiyecek bulabildikleri, ısınabilmek için evdeki birkaç parça mobilyayı yakmak zorunda kaldıkları zor zamanlardır bunlar; tek gelir kaynakları Jeannine’in seyrek de olsa arada satabildiği resimlerinden gelen azıcık paradır. 1942’de kızları Anne doğar; Jeannine'in önceki evliliğinden olan onbir yaşındaki oğlu Antek de ailenin bir parçasıdır. Ancak savaş yıllarındaki zor koşullar altında Jeannine’in sağlığı gitgide kötüleşir ve 1946’da zatürre yüzünden yaşamını kaybeder. Bu kayıp, Staël’in ruhunda iyileşmeyen bir yara bırakacaktır.

Aynı yıl genç bir öğretmen olan Françoise Chapouton ile evlenir. Ancak bu bir aşk evliliğinden çok, eşinin ölümünü atlatmakta zorlanan ve iki çocuğun sorumluluğunu üstlenmesi gereken genç bir adamın yaşama tutunma çabası olarak görülmelidir. Çünkü Françoise Chapouton son birkaç yıldır Antek’e özel ders vermenin yanında, Jeannine'in çok hasta olduğu günlerde çocuklara bakıcılık da yapmaktadır; çocuklar onu sever ve güvenir. Çocukluğunda hem öz hem de üvey annesini kaybeden Staël, kendi çocuklarının da annesiz büyümesini istememiş olmalı.

Françoise Chapouton’la üç çocukları daha olur.

img-5559.png

Ün ve Para

Birkaç yıl boyunca Fransa’nın çeşitli kentlerinde yaşarlar; sürekli taşınmalar, parasal sıkıntılar ve içsel huzursuzluklarlageçen yıllardan sonra, sonunda Nicholas tanınmaya başlamıştır. Resimleri Paris, Londra ve New York gibi dünya sanat başkentlerinde sergilenir ve kolayca alıcı bulur. 1953’te Antibes’te büyük bir eve yerleşirler. Dışarıdan bakıldığında, artık ünlü ve çok kazanan bir sanatçıdır ama mutlu değildir. Menajerleri sürekli daha fazla resim üretmesi için baskı yapar, daha önce üzerinde birkaç hafta çalıştığı eserleri artık birkaç günde çıkarması gerekmektedir.

1954’te, yazar Albert Camus ve şair René Char'ın yakın çevresinden Jeanne Polge ile tanışır ve ona tutulur. Ancak Polge evlidir ve Staël'in tüm yalvarmalarına karşın kocasını terk etmeye yanaşmaz. Kimileri Staël’in yaşamına son vermesinde aşkına karşılık bulamamasının asıl etken olduğunu öne sürse de, bunca kişisel trajedi yaşamış birinin yalnızca bu yüzden kendini öldüreceğini sanmıyorum; bu ancak, bardağı dolduran son damla olabilir ressam için. Ölümünden bir süre önce Paris’teki bir arkadaşına, “Kayboldum ... belki de yeterince resim yaptım” dediğini düşününce, sanatçı olarak kazandığı ün ve art arda gelen siparişler sonucu, resmin, onun huzur bulduğu ve ruhunu sağaltabildiği tek sığınak olma özelliğini yitirdiğini düşünmek daha doğru belki de.

[Staël, Picasso gibi hem iyi bir sanatçı hem de eserlerini -ve kendini- iyi pazarlayan bir ticaret adamı değil. Elbette yokluk içinde geçen yıllardan sonra resimlerinden para kazanması onu rahatlatmıştır ama resmin artık onun için bir “yuva” olma özelliğini kaybedip sürekli üretim yapmak zorunda olduğu bir “işe” dönüşmesini kaldıramamış olmalı sanıyorum; bilmiyorum belki de fazla romantik düşünüyorum bu konuda.]

Renk Blokları

Onu Soyut Dışavurumculuk ve Lekecilik (Tachisme) akımları içinde değerlendirenler olsa da aslında son derece kişisel bir biçem geliştiren Staël’in sanatsal imzası, “impasto”(1)tekniğiyle boyayı tuvalde adeta bir heykel malzemesi gibi kullanmasıdır. Staël, fırça yerine çoğunlukla palet bıçağı, mala ve kazıyıcı kullanarak boyayı kalın katmanlar şeklinde uygular. Böylece resim yüzeyinde güçlü bir rölyef etkisi yaratır; eserleri iki boyutlu bir düzlemden çıkarak üç boyutlu bir fiziksel varlık kazanır. İzleyici yalnızca rengi değil, boyanın dokusuna sinmiş hareket ve enerjiyi de hisseder. Bu yöntem, özellikle deniz ya da gökyüzü gibi manzaralara çarpıcı bir hacim ve enerji kazandırır.

Staël’in renk anlayışı, dokuyla ayrılmaz biçimde bütünleşir. Renk onun sanatında süsleyici bir unsur değil, kompozisyonun ana taşıyıcısıdır. Manzara ya da natürmort konularını, cesur ve doygun renk bloklarına indirger. Kalın dokularla oluşturulmuş bu renk alanları, tuval üzerinde titreşen ve etkileşen yüzeyler hâline gelir. Renk, Staël için yalnızca görsel bir araç değil, duygunun, düşüncenin ve varoluşun ifadesidir. Örneğin “Futbolcular” resmi yalnızca oyuncuları betimlemez; renkler ve formların sihirli bir bileşimiyle, oyundaki tüm çatışma, tüm enerji ve dinamizm görünür hale gelir.

Staël eserlerinde perspektif ya da derinlik daha çok renk bloklarının birbiriyle etkileşimi sonucu görünür olur.

Erken dönemlerinde koyu, tonlu renklerle çalışırken, 1950’lerden itibaren paletinde parlak kırmızılar, sarılar ve derin maviler hâkim olur. Antibes döneminde ise kalın boya katmanlarını terk edip, boyayı incelterek neredeyse su gibi akışkan biçimde uygulamaya başlar. Bu değişim, resimlerine daha şiirsel, saydam ve geniş bir mekân duygusu kazandırır.

[Staël’in renk blokları, 1940’ların sonlarında ABD’de ortaya çıkan ve Mark Rothko, Barnett Newman, Clyfford Still gibi sanatçıların başını çektiği Renk Alanı (Color Field) akımına da esin vermiştir.]

Staël’in en önemli başarısı, saf soyut ve figüratif gerçekçi sanat akımlarını birleştirebilmesinde yatmaktadır bence. Onun en soyut resimlerinde bile figürleri belli belirsiz seçebilirsiniz. Staël için bir manzaranın, kişi ya da nesnenin resmini yapmak demek, onun özünü ortaya çıkarmak, izleyiciye onun tüm canlılığını, hareketini ve enerjisini aktarmak demek. Açıkçası bunu daha iyi bir şekilde başarmış başka bir ressam bilmiyorum.

Özellikle 21. yüzyıldan başlayarak, çağdaş sanatta gitgide ağırlık kazanan Soyut Figüratif (Abstract Figurative) akımın da Nicolas de Staël’den doğrudan etkilendiğini düşünüyorum. Örnek olarak sayfada, çağdaş ressamlardan Dru Scott Warmath’ın bir eserini koydum; onu gördüğünüzde, söylemek istediğim daha açık bir şekilde anlaşılacaktır diye umuyorum.

img-5560.png

Müzik ve Staël

19. yüzyılın ünlü sanat eleştirmenlerinden Walter Pater, tüm sanat dallarının müziğe öykündüğünü söyler; çünkü müzikte biçim ve içerik, biçem ve öz birdir, diğer tüm sanatlar bu birliğe ulaşmaya çabalar. Staël'in Walter Pater’den etkilenip etkilenmediğini bilmiyorum ama onun sanatının temelde biçim ve içeriği tekleştirme çabası olduğunu düşünüyorum.

[Yaşamının son dönemlerinde Staël, Arnold Schönberg’in, özellikle de Anton Webern’in müziğine derin bir yakınlık duyar. Bazı kaynaklar ressamın, onların notalarla kurduğu mimariyi tuvalde renk ve biçimle yeniden inşa etme düşüncesinden büyük bir heyecan duyduğunu aktarır.]

Belki de de Staël, henüz gözleri odaklanma yetisine kavuşmamış bir bebeğin gördüğü biçimde, saf ve biçimsiz bir algıyla resmetmeye çalışmıştır dünyayı. Picasso’nun “Altı yaşında Raphael gibi resim yapabiliyordum; ama bir çocuk gibi resim yapmayı öğrenmem bir ömür sürdü” sözünü anımsayınca, Staël’in tüm çabası, o yalın görme biçimine, o içsel berraklığa yeniden ulaşmaktı belki de. Bence bunu başarabilen çok ender ressamlardan biri o.

1) İtalyanca’da”hamur” anlamına gelir

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi