Léon Spilliaert

Kimi ressamlar vardır, hiçbir akıma sokulamayan, üstüne hiçbir-izm etiketi yapıştırılamayan. Çoğu zaman insanlardan elini eteğini çekme derecesinde yalnızlığ(ın)a düşkün, içe kapanık melankolikler bunlar. Varoluşunu resim yaparak duyumsayabilen, içini yalnızca tuvale döken bu soydan ressamlara en iyi örneklerden biri, Léon Spilliaert.

Léon Spilliaert 1881’de Belçika’nın Kuzey Denizi kıyısındaki sayfiye kasabası Ostend’de, Spilliaert ailesinin yedinci çocuğu olarak doğar. Babası Léonard-Hubert Spilliaert, Kral II. Leopold'un sarayına parfüm üreten zengin bir iş adamıdır. Léon sağlıklı bir çocuk değildir, ömrünün sonuna onu terk etmeyecek olan mide rahatsızlıkları ve zayıf bağışıklığı yüzünden, zamanının çoğunu annesiyle birlikte evde geçirmek zorundadır; dışarısı onun için yalnızca pencereden seyredilebilen bir yerdir. Annesinin koruyucu tutumu Léon’un fiziksel sağlığını korumaya yönelik olsa da, onun yalıtılmış ve dış dünyaya yabancılaşmış bir ruh geliştirmesine yol açar.

Küçük Léon genellikle üst katta yalnız kalır ve kokularla, şişelerle, aynalarla çevrili bu ortamda saatler geçirir. O yaşlarda bile çevresindeki ışık oyunlarına ve yansımalara karşı olağanüstü bir duyarlılığı vardır. Ergenliğe varınca, hastalıklarına bir de onlardan kaynaklanan uykusuzluk eklenir; geceleri evin sessizliğinde, denizden gelen rüzgârın sesini dinleyerek sabahı karşılar genellikle. Sonraki yaşlarında alışkanlık edineceği uzun gece yürüyüşleri, bu uykusuz gecelerin mirasıdır.

Babası, parfüm dükkanında çalışmasını ve ileride kendisi gibi ticaretle uğraşmasını arzu etse de Léon’un aklı fikri resimdedir, küçük yaşlarından başlayarak gördüğü her şeyi kağıda çizme alışkanlığı geliştirmiştir. Yaz tatillerinde babasının parfüm dükkanında çalışır çalışmasına, ama ticaret hiç ilgisini çekmez. Bu sırada babasının geniş kütüphanesindeki klasiklerle birlikte Nietzsche ve Schopenhauer gibi düşünürlerin eserlerini de okur; açık ki bu ikisinin ana izleği karamsarlık olan düşünceleri, zaten içe kapanık ve melankolik bir genç olan Léon’a çekici gelmiştir.

18 yaşına geldiğinde babasını ikna ederek Bruges Sanat Akademisi’ne kaydolur; fakat verilen eğitim onu mutlu etmez ve bir süre sonra Akademi’yi bırakır. Bundan sonra resimle ilgili her bildiğini, deneye yanıla kendi öğrenecektir.

Brüksel

21 yaşına vardığında, sembolist yazarların kitaplarını basan bir yayıncı olan Edmond Deman için resimlemeler (illüstrasyon) yapmak üzere Brüksel’e taşınır. Burada bir yandan sanat çevreleriyle tanışırken bir yandan da müzelerde eski ustaların eserlerini inceleme şansı bulur.

[Spilliaert’in resimleri içerik değil ama teknik olarak resimlemeye daha yakındır; bunda kullandığı malzemeler kadar bu yayınevi için yaptığı çalışmalar da etkili olmuştur.]

Deman’ın 17 yaşındaki kızıyla yaşadığı ilişki acı bir şekilde son bulunca derin bir bunalıma giren Spilliaert, şansını denemek üzere Brüksel’den Paris’e gider; yanında Deman’ın yazar Émile Verhaeren’e yazdığı bir tavsiye mektubu da vardır. Paris’te Verhaeren’in dostluğu ve desteğiyle sanat çevrelerine adım atar; Verhaeren hem eserlerinden bazılarını satın alır hem de onu dönemin önemli galericilerine, örneğin Picasso’nun da eserlerini sergileyen Clovis Sagot’ya tanıtır. 1907-1913 yılları arasında Brüksel’deki çeşitli sergilerde yapıtlarını sergileyen ve tanınmaya başlayan Spilliaert, 1916’da Rachel Vergison ile evlenerek Brüksel’e yerleşir; bir yıl sonra da bir kızları olur.

Ancak Spilliaert ve ailesi sürekli Brüksel’de yaşamaz; Avrupa’nın sanat başkentlerinden biri olan Brüksel’de yaşaması daha akılcı olsa da neredeyse birkaç yılda bir Ostend onu geri çağırır. Aslına bakarsanız, çocukluktan bu yana onu terk etmemiş hastalıkları kadar, doğup büyüdüğü Ostend’in de bir o kadar payı vardır Spilliaert’in hüzünlü sanatında.

111.png
Léon Spilliaert, Yüzücü, 1910 (Kağıt üzerine Hint mürekkebi ve pastel)

Ostend

Spilliaert’in resimlerinde Ostend fiziksel bir mekân olmanın ötesine geçerek onun içsel dünyasının bir uzantısına dönüşür; bu kasaba, onun tuvalinde derin bir melankoli ve varoluşsal yalnızlığın sembolik bir manzarası olarak canlanır. Gecenin sessizliğine gömülmüş rıhtımlar, ıssız sahiller ve dalgaların tekdüze ritmi, Spilliaert’in hüzün dolu iç dünyasını temsil ederken, ufuk çizgisi ressamın huzursuz ruhuyla dış dünya arasındaki sınırın kendisi gibidir. Ostend’in atmosferi, onun dramatik ışık-gölge oyunlarına ilham verir; sokak ışıklarının titrek aydınlığı ile ayın hayaletimsi parıltısı, nesne ve mekânları bir rüya aleminin parçaları haline getirir; böylece Ostend yalnızca bir arka plan değil, bir Spilliaert eserinin ayrılmaz bir parçası olur. Bu kasabanın sokakları, sanatçının kendi içsel labirentinin haritasıdır bir bakıma.

[Sayfiye yeri dedik ama aklınıza deniz kıyısındaki bir Ege kasabası gelmesin. Ostend soğuk Kuzey Denizi kıyısında uzanan bir yerdir; zaten çok sıcak olmayan yaz mevsimi ancak 2 ay sürer; sonrasında ziyaretçiler ayrılır, Ostend gelecek yaza kadar yine sonbahar ve kışın hüzünlü griliğini beklemeye başlar.]

Spilliaert’in sanatı, sınırlı ve çarpıcı bir renk paletiyle karakterizedir: siyah, beyaz, gri ve koyu yeşilin monokrom tonları, duygusal karmaşanın sessiz ama yoğun bir ifadesini oluşturur. Yağlıboya yerine daha çok Hint mürekkebi, renkli kalem, pastel ve sulu boyayı, tuval yerine kâğıdı tercih eder ressam.

[Spilliaert tuvalden çok kağıda resim yapan bir sanatçı, 60 kadar yağlı boya resmi olmasına karşın kağıda yaptıkları 5000’e yakın. Bu türden ressamlara ayrı bir yakınlık besliyorum. Çünkü bir görünümle karşılaştığında, ya da durduk yere, resim yapma ihtiyacı/zorunluluğu hisseden ressamların gereçleri daha çok, kâğıt, renkli kalem ya da pastel boya. Ressam bunları her an yanında taşıyabilir, oysa tuvale resim yapmak anlık bir karar değildir, tuvali, fırçaları ve boyaları hazırlamak en azından bir saat alır. Kağıda çizenlerin, o görünümü hemen o an resmetme güdüsünde olanların, bana göre resimle bağları daha yoğun; bir sanattan çok mecburiyet resim yapmak onlar için.]

Otoportreler ve Manzara Resimleri

Spilliaert’in otoportreleri, iç huzursuzluğunun en çarpıcı görünümleridir; bunlarda kendini çoğunlukla, endişeli ve derin gözlerle resmetmiştir ressam. Bu portreler, basit bir dış görünüş betimlemesinden çok ruhsal bir hesaplaşmanın izlerini taşır. Örneğin 1907’de Hint mürekkebi ve suluboya ile yaptığı “Ressamın Silueti” adlı eserinde, sanatçının silueti gerilimli ve dramatik bir yalnızlık içinde betimlenir. Figür, loş bir odada pencere önündeki sandalyede oturmaktadır. Pencereden sızan ışık hafif bir aydınlık verse de, odanın loşluğu hakimdir resme. Sanatçının arkası izleyiciye dönük olarak resmedilmesi, sanatçının duygu ve düşüncelerini ulaşılmaz kılarak yalıtılmışlık duygusunu güçlendirir. Sanatçı bu eserde kendini yalnızca bir gölge, bir ruh hali olarak gösterir; bu, yalnızlığın ve içsel yabancılaşmanın en yalın biçimde dışavurumudur aslında.

Manzara resimlerindeyse Ostend ana karakterdir; kasabanın ıssız sahilleri ve gece manzaraları sıklıkla yinelenir. Ay ışığının soğuk yansımaları, tekinsiz perspektifleriyle uzun ve keskin gölgeler, boş banklar ve sonsuzluğa uzanan yollar, yalnızlığın mekânsal karşılığıdır. Örneğin ressamın Hint mürekkebi, pastel ve kurşunkalemle 1908’de yaptığı “Dalgakıran” adlı eser, Ostend'i Atlantik Okyanusu’nun hırçın darbelerinden koruyan ünlü dalgakıranı, aşırı uzun ve neredeyse sonsuza uzayan bir perspektifle resmeder. Bu kasıtlı perspektif kayması, dış dünyanın düzenini değil, sanatçının iç dünyasındaki karmaşa ve huzursuzluğu yansıtır. Öte yandan, deniz ise bilinçaltının derinliği, bilinmeyen ve tehditkâr olanın metaforudur.

Bu eserlerde renk kullanımı son derece kısıtlıdır: çoğunlukla siyah, beyaz, gri ve koyu yeşil tonlar egemendir. Bu monokrom yaklaşım, yalnızca estetik bir tercih değil, aynı zamanda duygusal yoğunluğun bir yansımasıdır. Spilliaert, renklerin duygusal gürültüsünden kaçınarak, daha saf ve soyut bir psikolojik atmosfer yaratmayı hedefler. Spilliaert’in resimleri ölesiye sessizdir; biçem olarak benzetildiği diğer bir ressam Edvard Munch’ta örneğin, renkler daha canlı ve gürültülüdür; monokrom olduklarında bile resimleri “çığlık” atar Munch’un.

222222.png
Léon Spilliaert, Ressamın Silueti, 1907 (Kağıt üzerine mürekkep ve suluboya)

Spilliaert’in sanatında yinelenen bir başka motif de aynadır. Onda ayna, yalnızca yansıma aracı değil kimlik arayışının ve bölünmüş bir benliğin sembolüdür. Ayna temalı eserlerinde yansıma genellikle bulanık, çarpık veya eksiktir. Ressamın kendini dışarıdan görme çabası, aslında bir bütünlük arayışıdır; ancak Spilliaert’te bu bütünlük asla tamamlanmaz gibi görünmektedir. Bu durum, sanatçının kendisiyle barışamamasının, içsel bir yabancılaşma duygusunun göstergesidir belki de.

Léon Spilliaert, Dışavurumcu sanata öncülük eden, zamansız bir sanatçı. Onun eserleri yalnızca görsel imgeler değil, insan ruhunun içsel koridorlarına ışık tutan el fenerleri. Spilliaert için yalnızlık, bir eksiklik değil varoluşun başka bir biçimi, derinliğin ve içsel keşfin bir aracı. Ama şunu da söylemek gerekir ki, onun eserleri herkesin kolayca yakınlık kurabileceği türden değildir; ama geçmişte ondaki varoluşsal hüznün benzerini bir kez bile olsa duyumsamış biri için Spilliaert resimleri sessiz bir kardeş ruh gibi konuşur.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi