Hafızasız coğrafyanın kurşunlanan doktorları

Dr. Ersin Arslan’ı hatırlıyor musunuz?

Umarım hatırlıyorsunuzdur. Ama eğer unuttuysanız ben tekrar hatırlatayım.


Dr. Ersin Arslan bir göğüs cerrahisi uzmanıydı ve 17 Nisan 2012’de görev yaptığı hastanede ameliyattan çıktıktan hemen sonra, bir hasta yakını tarafından göğsünden bıçaklanarak öldürüldü.

On yıl geçmiş aradan. Onu unutanlar için bir hatırlatma daha, adı bir hastaneye verilmişti:
“Dr. Ersin Arslan Eğitim ve Araştırma Hastanesi” diye bir hastane var bu memleketin sınırları içinde.

Oranın hastalarının kaçı, şifa bulmak için gittikleri hastaneye adını veren kişinin kim olduğunu merak ediyor acaba? Mesleği insan göğsü açmak olan bir doktorun, göğsünün içine bir bıçak sokularak öldürüldüğünü hatırlıyorlar mı?

Peki ya Prof. Dr. Göksel Kalaycı’yı hatırlayan? O da bir göğüs cerrahıydı, periferik damar cerrahisinde duayen kabul ediliyordu… Türkiye’deki ilk akciğer naklini gerçekleştirmiş, öldükten sekiz ay sonra, “European Society of Thoracic Surgeons En Başarılı Araştırmacı” ödülünü almıştı. Öldükten sonra ödül alabilecek bir akademisyen…


İstanbul Tıp Fakültesi’nin otoparkında on kurşunla öldürülmeden hemen önce, ameliyat ettiği hastalarından birinin “Bana bir şey olursa yakınlarım seni yaşatmaz” dediği biliniyor.

Yine bir göğüs cerrahisi uzmanı olan Dr. Kamil Furtun da savcılığa yansımış pek çok dosyası olan ve hastanenin içinde çalışan –belinde silahla içeri girmesinde bir sakınca görülmeyen- bir sabıkalı tarafından vurularak öldürülmüştü. Öldüğünde hastasına bakmaya gidiyordu. Ama dertlenmeyin, onun da adı bir hastaneye verildi.


Ve Dr. Ali Menekşe… Ve Dr. Edip Kürklü…


Ve Dr. Rümeysa Berin Şen… Onun kısa ve sonu acı öyküsü biraz daha yakın tarihli, bir yıl olmadı daha. Kadın Hastalıkları ve Doğum Kliniği’nde uzmanlık öğrencisiydi, 36 saatlik nöbetin ardından trafik kazasında ölmüştü. Bu kez onu bir arabanın altına sıkıştırarak öldüren - “Sistem” demeye dilimin varmadığı, ama eğer sistem denen şeyin kırıntısı kaldıysa, eğitiminin onun içine yerleştirdiği “Yapmam gerek, çünkü bu benim işim, bildiğim tek şey bu” bilincinin yüzü suyu hürmetine - kör topal ayakta duran şeyin tam da kendisiydi.


Bir de adını duyamadıklarımız, ismi bilinmeyenler var. Mesela bıçakla yaralanma sonucu acil servise getirilen ve tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan hastanın yakınlarının linç girişiminden, omuz omuza verip acil odasının kapısının arkasında barikat kurarak kendini korumaya çalışan doktorların ve sağlık çalışanlarının adını hiçbir zaman öğrenemedik.

Hem akciğer kanseri hem de Covid olan hastası ölünce, hasta yakını tarafından kafasına oksijen tüpüyle vurulan, olayın ardından “Eve sağlam dönebilecek miyim, bilemiyorum. Çok korkuyorum” diyen doktorun adını hatırlayan?

Bir hasta yakını tarafından kulağı ısırılan tıbbi sekreterin, bir yumrukla burnu kırılan acil tıp teknikerinin adını?

Şimdi hatırladım, bir de pandemide apartman panolarına sağlık çalışanlarıyla ilgili duyurular asan apartman yönetimleri vardı değil mi?

Oysa onlar bilmezlerdi ki, ikiyüzlülüğün ete kemiğe bürünmüş haliydiler.

Salgın olmasa ellerinde tahlil sonuç çıktıları ve (Dünyanın başka bir yerinde “tahlil gösterme” diye bir davranış modeli var mıdır acaba?) tansiyon aletiyle akşam, sabah, hafta sonu umursamadan kapıyı tıklatacakken, bir yandan hastanelerdeki bekleme sürelerinden, randevu sistemlerinden şikayet edip aynı anda “Sağlıkçı komşularından” küçük ayrıcalıklar isteyecekken, birden pandemi musallat olmuştu başlarına.

Onlar da kendilerini korumalıydılar ama değil mi?

Şu sağlıkçılar da arka merdiveni kullansınlar, trabzanlara dokunmasınlar, asansöre binmeyiversinlerdi.

Ah şu küçük burjuva duyarlılıkları!

MUKTEDİRİN DOKTOR NEFRETİ
Kendisine “Sen devletin doktoru değil misin? Allah belanı versin!” denen genç hekimin, sesi titreyerek ve gözleri dolarak sosyal medyaya dökülüveren sözlerinden bir cümleyi de hatırlatayım tekrar:
“Bu düşmanlığın, bu rahatlığın, bu saygısız özgüvenin nereden geldiğini anlamakta güçlük çekiyorum…”

Hangimiz anlayabiliyoruz ki? Ama geldiği bir yer var, emin olabilirsiniz

Daha üç beş gün önce kendisini darp eden saldırganların serbest bırakılmasına isyan edip diplomasını yırtan doktoru da iliştirelim kenara.

Neyse ki sosyal medya ve onun kendine has adaleti var, her sabah, her birimiz bir adaletsizliğin peşinden gidiyoruz.

Ya tutarsa!

Yetersizliğinden, neredeyse övünç kaynağı olarak algıladığı çapsızlığından dolayı, olamadığı her şeyden nefret eden muktedir dil (muktedir bazen bir erkektir, kadından nefret eder, bazen bir ülkeyi yönetir, doktorundan nefret eder) kürsüden “Giderlerse gitsinler!” diye haykırır aşağıya doğru. Neredeyse tamamı muktedire biat etmiş, sonuca bakmadan sansasyon peşinde koşan medyanın dili de eklemlenir bu söyleme. (Düşünün tekrar, hastanın mağdur, doktorun şeytan olmadığı sağlık haberine rastlamadığınızı fark edeceksiniz.)

Google’dan öğrendiği üç beş sözcük sayesinde kendisine ahkam kesilmekle kalbine bıçak saplanması arasındaki geniş yelpazede gezinen doktor da bir gün çeker gider.

Aman canım gitsindir. Stajyerler, yeni mezunlar, intörnler vardır nasılsa. Onlarla da yola devam edili ediliverir.

Ama o iş öyle değildir.

Fütürsuzca havaya savrulmuş bir cümlenin ağırlığı, sözün çıktığı zihniyeti elbet ürkütecektir.

O yüzdendir ki, Hacettepe Tıp Fakültesi’nin mezuniyet töreninde dönem birincisinin konuşması, o genç hekimin artık meslektaşı olan dekanı tarafından kesilmeye çalışılır. Gidenin ardından “Benim vergilerimle okudun” naraları atılır. “Ama bu doktorların da, yani ne bileyim, çok burnu büyük” dedikoduları yapılır. (Bkz: Konya’da yerel bir haber sayfasının sosyal medya hesabında paylaşılan yorumlar…)
İklim yaratılmıştır artık.

DOKTOR ÖLÜRSE SEN DE ÖLÜRSÜN
Bu yazıda “Doktorluk kutsaldır”, “Tıp eğitimi çok ağırdır”, “Bir doktor nasıl yetişir” cümleleri geçmeyecek.

Ama şu cümleler yer bulacak, tam da geçen sene yine burada yazdığım yazıdan ve bir arpa boyu yol alamamış olmamızın acısını yüreğimde hissederek.

Her meslek, buluştuğu kişiyi dönüştürür, dünyaya bakmak için özellikli bir pencere açar. Hele ki sevilmiş, benimsenmiş, içinde bir konfor alanı yaratılmışsa.

Ama eğer çalışma alanınız insan bedeniyse, o bedenin acısı, sancısı, içi, dışı, hücresi, dokusu, organı, ölüme giden ya da ölümden dönen yoluysa bir başka dönüşürsünüz.

İşin tuhafı nasıl dönüştüğünüzü anlamazsınız bile.

Bir gün gelir, bir bakarsınız doktor, hemşire, sağlık personeli olmuşsunuz. Hayatınızı kefeleri rasyonalite ile empati olan terazide dengede tutmayı öğrenmişsiniz.
Başka şeyler de öğrenirsiniz elbette…

Hem bedeninize hem ruhunuza bir direnç, bir dirayet gelip yerleşir. Az uykuyla, az yemekle yaşayabilir, günü ayakta geçirebilir, bir insanın iç organlarına bakabilir, durmuş bir kalbi tekrar çalıştırabilir, mutlu haberler vermenin sevincini hissetme, verilen kötü, acılı haberlere dayanma gücünü bilir, ağrının yerini tahmin edebilir, yeni doğanın ciğerlerini yakan ilk nefesi de ölüm döşeğindekinin yorgun son nefesini de ensenizde hissederek yaşamayı öğrenirsiniz.

Sonra gün gelir, bir hasta yakını suratınıza yumruğunu atıverir, kalbinize bıçağını sokuverir.


Dün bir doktor vurularak öldürüldü.

Adı Dr. Ekrem Karakaya’ydı.

Onu, ne adı verilmiş bir hastaneyle, ne apar topar yayın yasağı getirilmeden önceki haberlerde adının önüne eklenen “sağlık şehidi” ifadesiyle – “şehit” diyerek ölüm yüceltilirken, cinayet nasıl da ucuzlanır halbuki – ne devam eden soruşturmalarla, ne bırakılan karanfillerle hatırlamak istiyorum.

Onu, bile isteye yaratılmış bu iklimin kanını akıttığı bir doktor olarak hiç unutmayacağım.

Dün bir doktor vurularak öldürüldü.

Adı Dr. Ekrem Karakaya’ydı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Anıl Özgüç Arşivi