HİÇ BİR ŞEY YAPMAMA HAFTASI

Tatiller birleşti veya birleştirildi. Pek çok yıl uzun bayramlarla birlikte denk gelen bu uzun tatiller, kimilerimiz için “ hiç bir şey yapmama haftası” niteliğinde. Muhtemelen Türkiye’nin en çok ve yoğun çalışan kenti İstanbul’dan kavimler göçü niteliğindeki şehri terk etme eylemi ben bu satırları sizlere yazarken yoğun biçimde yaşanıyor. Bu hafta Ege sahillerine kavuşmadan önce, kendime sorduğum şu soruyu sizlerle de paylaşmak istedim: Neden bu kadar çok çalışıyoruz?

Türkiye’deki başka üç büyük şehrin de çalışma, yaşama dinamiklerini çok iyi bildiğimden, İstanbul’un, bunların arasında en yoğun ve çok çalışılan kent olduğunu söyleyebilirim. Kronikleşmiş trafik, gürültü gibi problemleri, pahalılığı ve kalabalığından dolayı karşılaşılan erişim sorunları ile aynı zamanda Türkiye’nin yaşaması zor kentleri arasında yer alıyor bu mega köy. Bu nedenle, her uzun tatil döneminde kentliler akın akın bu şehirden kaçıyorlar. Gittikleri yerleri de kendilerine benzetiyorlar ama olsun! Tebdil-i mekanda ferahlık vardır.

Küresel salgın ile birlikte özellikle büyük ölçekli ve yabancı merkezli şirketler olmak üzere pek çok özel kuruluş hala uzaktan çalışma düzeninde olmasına rağmen, bu yılın başından itibaren kentin sokakları, kafeleri, alışveriş merkezleri ve trafiği bir an olsun rahatlamadı. Daralan ekonomi, muhtemelen tüketimi kısıtlasa da insanlar iki yıldır kapalı kaldıkları dört duvarın arasından kendilerini dışarı atmak için fırsat kolluyorlar. Bu tatil de onlardan biri.

Global eğilim de bu yönde. Sosyologlar pandemi öncesi ve sonrası toplumsal eğilimleri titizlikle inceliyorlar; artık sonuçlar, çıkarımlar bir bir önümüze düşmeye başladı. Yeni alışkanlıkların yanında eski yaşam tarzlarına dair ne varsa sorgulanıyor. Bunlardan en önemlisi çalışma pratiği.

Dünyanın en sansasyonel ismi Elon Musk Tweet attığından beri onun önerisi olan bir podcast dinliyorum: Revolutions. Ameikalı siyaset bilimci Mike Duncan tarafıdan hazırlanıp sunulan bu yayının ilk bölümü Amerika’da bir grup işçinin The International Working Men’s Association’u kurmalarını konu ediniyor.

Sol eğilimli radikallerin kurduğu bu girişim bugünkü sosyalizmin, yani enternasyonelizmin ve örgütlenme olarak de işçi sendikalarının temelidir.

1864 yılında kurulan bu Uluslararası İşçi birliği, Karl Marx ‘in ideolojilerini oluşturduğu ve yaygınlaştırdığı bir zemin olması ve yaklaşık 8 milyonluk üyesi ile, sanayi devriminin dikte ettiği tüm doğrulara bir başkaldırı niteliği taşıyan oldukça önemli bir sayfası dünya tarihinin. Duncan yayınında, ilk kez kullanılan bu uluslararası kavramının, taraflarının birlikteliğin yanı sıra, birbirlerinden gelecek tehlikeleri de bertaraf etmeyi hedeflediğinden bahsediyor.

Sekiz saatlik mesaimiz ve hafta sonu tatillerimiz de tarihin bu kesitinde kanunlaşmış bir kural olarak bugünlere dek uzanmış. 8 saat uyku, 8 saat çalışma ve 8 saat dinlenme prensibi (Robert Owen), artan fabrikalarla birlikte işçilerin yaşamlarını köleliğe çeviren ve onların yaşam haklarını ihlal eden endüstri çağında bu sömürüyü düzene sokmak üzere gündeme getirilmiş. Bu fikri, yani haftalık 40 saatlik çalışmayı yaygınlaştıran isim, endüstriyel üretimin tüm yollarının çıktığı Henry Ford’dan başkası değil. Ford’un fabrikalarındaki işçi sömürüsünün önüne geçen bu uygulamayı Enternasyonel’in baskısı ile kabul ettiği rivayet ediliyor.

Bu anlayış benimsenmeden önce başta İngiltere olmak üzere, sanayinin yükseldiği tüm coğrafyalarda işçiler 10-16 saat arasında haftada 6 gün olmak üzere çalıştırılıyor, bu çalışma koşullarına çoğunlukla çocuklar da katılıyordu. Ne üzücü ki, çok değil daha on-15 yıl öncesine kadar pek çok dünya lideri markanın gerek işçi haklarında gerekse çocuk işçiler konusunda uyguladıkları skandal gerçekler ile sarsılıyorduk. Bilgi çağı, içinde barındırdığı afişe etme kültürü ile bu tür olumsuz uygulamaların gün ışığına çıkmasına ve kapitalin kendine çeki düzen vermesine imkan sağladı; hadi ama itiraf edelim.

İçinde bulunduğumuz bu çağda, kapital düzen sadece ekonomik dengeler bakımından sarsılmıyor; yaşam ve çalışma kültürü bakımından da sarsılıyor. Çevrimiçi çalışmanın kalıcı bir çalışma düzeni olacağı, hatta bazı şirketlerin oldukça uzun bir zamandır çevrimiçi çalışma ile, türlü personel masraflarından arınarak fark yarattığı bir gerçek.

Sıradan bir İstanbullu için, 8-8-8 olarak idealize edilen çalışma şekli  gerçekte, 8 saat mesai 4 saat ulaşım kalan 12 saat içerisinde de hem uyku hem dinlenme hem de çeşitli özel yaşam sorumluluklarının yerine getirilmesi biçiminde işliyor. Bu düzen insanların ev tercihlerinden, yemek yeme düzenlerine, çocuklarının okul tercihlerinden sosyal ilişkilerine kadar pek çok yaşamsal değer zincirleme olarak etkisi altına alıyor. İstanbul gibi zorlu ve pahalı bir kentte ayakta kalabilmek için ebeveynlerin  ikisinin de çalışmak zorunda olduğu hatta buna evin genç bireylerinin de katıldığı düşünüldüğünde,  mevcut çalışma kültürü aile denen yapının içinde de onulmaz yaralar açan bir gerçek haline dönüşüyor. Bir haftalık bir tatil sonrasında insanların kaçma istediği tam da bu yüzden.

Yeni dünya düzeninde onlarca podcast, sosyal medya paylaşımı, video ve makale, mevcut çalışma düzenine baş kaldırıyor. Bunlardaki en yaygın soru şu: Artık teknoloji daha da geliştiğine göre, eskiden saatlerce uğraştığımız işleri artık teknolojinin yardımı ile dakikalar içinde yapabildiğimize göre, neden hala geçmiş yüzyıllardaki esaslar üzerinde çalışıyoruz?

Özellikle yaratıcı disiplinler için bu uygulama tam bir tutarsızlık sergiliyor. 8 saatlik kurallara bağlı mesai kültürü yaratıcılığı bastıran, yaratıcı profili baskı altına soktuğu için verimi düşüren bir uygulama; zira belirttiğim gibi tek düze ve emek loğun işler için belirlenmiş bir ön kabul. Yaratıcı fikirlerin ve  inovasyonun önemini anlattığımız/ dinlediğimiz konferanslar sonrasında burada konuşulanların tam tersini simgeleyen dört duvarlar arasına soktuğumuz insanlardan inovasyon gerçekleştirmelerini bekliyoruz. Bugün Türkiye’de Ar-ge ve taşırım merkezlerine parmak izi veya kart basarak girme/ çıkma zorunluluğu var.Dıarıda geçirilen her saat için izin formları doldurulması gerekiyor. Sözde yaratıcı personelin, bu odalarda, dışarı çıkmadan yaratıcı olması isteniyor. Ülke olarak gezindiğimiz gerçekler henüz buralarda.

2022 yılı içinde Amerika ve Kanada küresel ölçekte tam 110 şirket haftada 4 günlük mesai düzenine geçmiş bulunuyor. İspanya 2021 boyunca çalışanlarının ücretlerini düşürmeden haftada 3 günlük, yani 32 saatlik çalışma düzenine geçiş için pilot bir uygulama gerçekleştirdi. Bu uygulamaya dahil olan 200 firmanın Avrupa Birliği’ne 50 milyon Euro’luk bir maliyeti olduğu bildiriliyor. İspanya’nun bu girişimi içinde bulunduğumuz yıl daha da genişledi ve otoritelerce game changer, yani oyunun kurallarını değiştirici olarak görülüyor. Gençler artık kendilerine çalışma alanı seçerken başvurdukları firmaların haftada kaç gün mesai şartı getirdiklerine, çevrimiçi çalışma imkanlarına bakıyorlar. Teknolojiyi çok iyi özümseyen nesil, pek çok işi önceki nesilden daha hızlı, daha aktif ve daha iyi yapabildiği için, oyunu önceki neslin kurallarına göre oynamak istemiyor.

Özellikle yaratıcı endüstrilerde çalışanların hayatın bir parçası olması, yaşama karışması, ilham alabilecekleri ortamlarda ve ilişkilerde bulunabilmesi adına ortaya konmuş çok sayıda çalışma ve tespit var. Yeni neslin daha çok kendi işlerini kuruyor olmasının, artan start up sayılarının temelinde de, eski dünya düzeni ile uyuşmazlık olduğu çok açık.

Geçiş dönemi pek çok konuda olduğu gibi gelecek beş on yıl içerisinde çalışma-tatil dengemizi de dönüştürecek. Tüm veriler bu yönde ilerliyor. Bu regülasyonları yapabilen, değişime adapte olabilen ve dönüşebilen yapılar, çalışanlarının mutluluğu doğrultusunda daha karlı ve verimli şirketler haline dönüşebilirler. Yapamayanlar ise eski dünya düzeninin çok yönlü uzun vadeli masrafları ile baş başa kalırken köhneleşecekler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi