Jeopolitik nedene sığınmamalı

Yaklaşık iki haftadır tüm dünyanın gündemini Rusya’nın Ukrayna’yı işgali meşgul ediyor. Rusya’yı bu işgalden vazgeçirebilmek için küresel ekonomiden ve finansal piyasalardan dışlanmasına yönelik getirilen geniş çaplı yaptırımlara her gün bir yenisi ekleniyor ve yaptırımların dozu giderek artırılıyor. Rusya ekonomisinin hayat damarlarını kesmeye yönelik bu yaptırımlara, Rusya’nın da karşı yaptırımlarla yanıt vermesi küresel ekonominin yara almasına neden oluyor. Çünkü bu yaptırımlardan her iki taraf ve bu ülkelerle ticari ilişkiler içerisindeki diğer ülkelerin de orta ve uzun vadede etkileneceği herkesin bildiği bir gerçeklik.

Öte yandan 3. kez oturulan müzakere masasından da bir olumlu sonuç çıkmaması ve yakın bir zamanda da anlaşma ihtimalinin düşük olması küresel ekonomik ilişkilerin nereye evrileceği yönündeki endişeleri de beraberinde getiriyor. Sıcak savaşın ticari ve ekonomik savaşa dönüşmesinin olası sonuçlarını şimdiden tahmin etmek çok zor değil. Çünkü özellikle Rusya’nın kendisine yapılması düşünülen petrol ambargosuna karşılık Avrupa’ya yönelik doğalgazı kesme tehdidi üzerine enerji fiyatlarında görülen artış, durumun ciddiyetini ortaya koydu. Nitekim salı günü ABD Başkanı Biden, Rusya’dan tüm enerji, petrol ve doğalgaz ithalatını yasakladıklarını duyurdu. İngiltere de doğalgaz ithalatını yasaklayacağını fakat işletmelerin zarar görmemesi için sonlandırmanın aşamalı olarak yapılacağı ve bir geçiş süreci tanınacağını duyurdu. Aynı şekilde AB de kademeli bir azaltım gerçekleştirecek. Ayrıca Rusya’nın ihracatı yasaklamasının ardından Ukrayna da bazı tarım girdisi ürünlerinin ihracatını yasaklama kararı aldı. Doğal olarak bu kararlar arz şoku endişesini beraberinde getiriyor. Çünkü enerji, emtia ve tarım girdisi fiyatlarında görülen ve görülecek artış maliyet artışına da yol açarak ekonomik faaliyetlerin yavaşlamasına ve ülkelerin resesyona girmesine neden olacak. Bu gelişmeler Türkiye dahil pek çok ülkede önümüzdeki dönemde enflasyon ve büyüme rakamlarının revize edilmesi ihtiyacını doğuracak.

Mevcut tablo Türkiye’nin özellikle yüksek enflasyon, yüksek CDS primi, yüksek cari açık ve düşük rezerve sahip olması nedeniyle doğabilecek risklere karşı savunmasını oldukça zorlaştırıyor. Her ne kadar Sayın Nebati başarılı bir sınav verildiğini söylese de büyümeyi canlı tutmak için tüketimi teşvik eden politikalardan vazgeçilmediği sürece, ülkemizdeki ekonomik aktörler ağır bedel ödeyecek. Makroekonomik göstergeler bağlamında yaşanılmakta olan jeopolitik risklere karşı hazır olmadığımız bir dönem içerisinde iken bu süreci yaşıyor olmak sorunların daha da büyümesine yol açacak.

Nitekim büyüme yüzde 11 olarak açıklanmasına rağmen halkın bu büyümenin cebindeki paraya ve harcamalarına yansımadığını dillendirmesi en çarpıcı örnek. Büyümeye rağmen reel gelirlerdeki azalmanın nedeni elbette ki yüksek enflasyon. Her ne kadar resmi rakamlara göre yıllık olarak TÜFE yüzde 54,44, ÜFE yüzde 105,01 çekirdek enflasyon ise yüzde 44,05 olarak açıklansa da ekonomik aktörler harcamalarını yaptıkları kalemler bağlamında bunu çok daha yüksek hissediyor. Pazar ve marketlerdeki fiyatlar, otomobillere alınan benzin, elektrik ve doğalgaz faturalarındaki artış ceplerden çıkan parayı çoğaltıyor. Yani yoksullaştıran bir büyüme söz konusu.

Öte yandan eylül ayından beri uygulanmakta olan denemenin ağır bedeli yüksek enflasyon olarak ödeniyor. Diğer ülkelerde yüzde 7-8 arasında gerçekleşen yıllık enflasyon önemli bir sorun olarak görülürken, ülkemizde yüksek enflasyonun göz ardı edilmesi ve çözümünün ötelenmesi sorunun büyümesine yol açıyor. Bu bağlamda politika değişikliğine yönelik herhangi bir adım atılmadığı sürece mevcut eğilim devam edecek. Bu durum savaş ortamı ile birleşince haliyle enflasyon beklentisi kırılamıyor ve tüketimin öne çekilmesine yol açarak enflasyonu daha da körükleyici oluyor. Nitekim bir haftadır market alışverişlerinde adeta izdiham yaşanması ve rafların boşaltılması bu gerçeği ortaya koydu.

Ayrıca ekonomiye olan güven algısının azalması ve enflasyon beklentisinin kırılamaması dövize olan talebi de artırarak ekonomi yönetiminin beklediği “liralaşma” eğilimini de zayıflatıyor. Her ne kadar kur korumalı mevduatla (KKM) liralaşma sağlanmaya çalışılsa da vazgeçilen vergilerin etkisi ile talebin daha çok şirketlerden geldiği görüldü. Bununla da yetinilmedi, küresel piyasalardaki baskılardan dolayı vade sonunda dövize olan yönelimi engellemek ve kur ataklarını önlemek için KKM’de vadesi gelen mevduatlara yenileme imkânı getirildi. Çünkü artık kur ataklarının Hazine kaynakları ile karşılamasının da sınırlı kalacağı görülüyor. 22 Aralık’tan beri doların TL karşısında yüzde 27 değer kazandığı ve mart sonuna kadar bu değerlenmenin devam edeceği göz önüne alındığında Hazine’ye oldukça fazla bir yük geleceği çok açık.

Bu bağlamda dünyada pek çok ülkede politika faizinde artış yönünde kararlar alınırken ülkemizde tam tersi bir uygulamaya gidilerek diğer MB’lerden negatif ayrışmanın yaşanması Türkiye’nin enflasyon döngüsünden çıkmasını zorlaştırmakta. Elbette ki ÜFE artışında dış faktörler belirleyici ve bunları kontrol etmek güç. Ancak TÜFE için de aynı gerekçeye sığınmak, bir de buna savaş konjonktürünü mazeret olarak eklemek doğru olmaz. Zira ülkemizde 2018’den beri süregelen birikimli bir enflasyon var. Bu nedenle de enflasyon ateşini geçici önlemlerle söndürme politikasından bir an önce vazgeçilmesi gerekmekte.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serap Durusoy Arşivi