Marguerite Kelsey

Son portreleri için poz verdiği Peter Edwards onu, seksenlerini sürmesine rağmen hâlâ çok güzel ve ışığıyla içinde bulunduğu yeri dolduran biri olarak hatırlıyor

Siyaha çalan füme rengi, çift kişilik neoklasik bir koltuk. Üzerinde, koltuğun sırtlığından eğimle inen kolçağına üstten hafifçe dayanarak ve bacaklarını arkasında bükerek toplayarak oturan genç bir kadın. Beyaza yakın krem rengi, kısa kollu ve kayık yaka zarif elbisesi neredeyse ayak bileklerine kadar uzanıyor. Kırmızı, düz ayakkabıları, kadının son derece zarif, “pastel” giyim ve duruşuna aykırılık oluşturan neredeyse tek şey resimdeki. Varla yok arası makyajı, yumuşak görünse de içten güçlü olduğunu açığa vuran uzun ve yuvarlak yüz hatları, ortadan ayrılarak arkada topuz yapılmış koyu kestane saçları ve çerçevenin dışındaki bir noktaya odaklanmış yarı dalgın bakışlarıyla bir zarafet anıtı bir kadın, gördüğümüz.

Kolçağın alt kısmına koyduğu sağ eli ve üzerine gelen diğeri, sanki dışarıya karşı koruyucu bir engel gibi görünse de, yumuşakça birbirine dokunan parmaklar bu engelin çok da sağlam olmadığını fısıldar gibi.

Modeli öne çıkarmak için arkadaki duvar sütlü kahve, koltuğun arkasındaki perdeyse ılık bir yeşil-gri renk resmedilmiş. Sağ alttaki üzeri örtülü yuvarlık masanın üzerindeki manolyalar da bu zarif, sade ve dingin eseri tamamlıyor.

Resimdeki kadının, olanca duruluğuna ve dinginliğine karşın, -o dönem pek rastlanmayacak biçimde- içine korse giymemiş olması, elbise altından göğüs uçlarının hafifçe belli olması, yumuşak kumaşın sardığı biçimli bacakları ve -tabii ki- kırmızı ayakkabılar, resme cinsel bir gerilim katan belli belirsiz unsurlar; resmi, başarılı ama kuru bir portre olmaktan kurtaranlar da bu ustaca sezdirmeler zaten(1).

Meredith Frampton

İngiliz Neoklasik resim akımının bir başyapıtı olan eser, Meredith Frampton imzalı. 1920-1950 arasında en başarılı portre ressamlarından biri olarak ün yapan Frampton, sonraki yıllarda gözlerindeki görme kaybı nedeniyle resmi bırakmak zorunda kalmış ve sonra da büyük ölçüde unutulmuş bir isim. Neyse ki 1982’de Tate Müzesi’nde düzenlenen bir retrospektif sergi sayesinde yeniden anımsanarak genç kuşaklarla da tanışan ve hak ettiği bilinirliği geri kazanan Frampton, daha çok Neoklasik biçemde ürettiği eserlerinin fotoğraf kadar “gerçek” görünmesiyle -haklı bir- ün kazanmış olağanüstü bir ressam. Burada gördüğümüz resim de bu tür eserlerinden biri. Ancak resmin hipnotize edici aurasına en çok katkıda bulunan, modeli. Bugünkü yazının konusu bu model, yani Marguerite Kelsey…

Resimde on dokuz yaşında gördüğümüz Marguerite Kelsey 1909’da Londra’da dünyaya gelir. Çocukluk yılları hakkında bilinen pek bir şey yok ama on beş yaşında ressamlar için modellik yapmaya başladığını biliyoruz. Genç kızın duru güzelliği yanında, uzun saatler boyunca duruşunu ve ifadesini bozmadan -ve hiç sızlanmadan- poz verebilmesi onu kısa zamanda en aranan modeller arasına sokar.

Marguerite Kelsey’in modellik yaptığı ressamlar arasında başka kimler yok ki, G.P. Jacomb-Hood, William Reid Dick, Augustus John, William Russell Flint, Charles Shannon, Ethel Walker, John Lavery, Charles Wheeler, Laura Knight ve Campbell Taylor, Kelsey’in poz verdiği sanatçılar arasında. Ancak bunlar dışında genç modelin en çok etkilendiği ve hatta bağlandığı sanatçılar, Meredith Frampton ve Alan Beeton’dır.  Hatta o kadar ki Kelsey, Beeton için her zaman, “Eğitimli değilim, bildiğim her şeyi Beeton’dan öğrendim; kitaplara ve resimlere duyduğum büyük tutkuyu ondan aldım; yaşama daha geniş açıdan bakabilmeyi bana öğreten de odur” der.

Yeni Zelanda

Romantik, sanata tutkun ve son derecede sıcakkanlı bir kişilik olan Marguerite Kelsey 1935’te, sanat dünyası dışından biriyle, James Grant’le evlenir. Çift, yeni bir yaşama başlamak üzere Yeni Zelanda’ya göç eder II. Dünya Savaşı’nın başlarında.

Marguerite Kelsey’in Yeni Zelanda’daki yaşamı hakkında da bildiklerimiz çok az. Bildiğimiz ancak, orada ilk eşinden boşandığı ve 1961’de Charles Barry ile evlendiği. Ona sonra yeniden 1980’lerin başında Londra’da rastlıyoruz. İkinci eşinin ölümünden sonra ülkesine geri dönmüştür ancak beş parasızdır ve romatoid artrit yüzünden neredeyse yürüyemez durumdadır.

Dönüşünden bir şekilde haberdar olan, Greenwich’teki Kraliyet Denizcilik Müzesi yöneticisi Richard Ormond ve Londra’daki Tate Müzesi’nden Richard Morphet yardımına koşarlar hemen. Artık yetmişini aşmış  Marguerite Kelsey’i Londra yakınlarında bir huzurevine yerleştirir ve sonraki tüm masraflarını karşılar bu iki sanat kurumu; İngiliz resim sanatının çok parlak bir döneminin yadigârı ve pek çok eserindeki tanıdık yüzüdür çünkü Marguerite Kelsey.

Marguerite Kelsey çok sevdiği sanat dünyasına kavuşmuştur artık. Kaldığı yerde sık sık yaşlı-genç sanatçılar tarafından ziyaret edilir, Londra’daki sergilerin açılışına götürülür şeref konuğu olarak. Daha sonra birkaç kez modellik yapma şansı da bulur Marguerite. Bunlardan sonuncusu Peter Edwards’ın yaptığı ve 1994’te saygın BP Portre Ödülü’nü kazanan resimdir (sayfada görebilirsiniz).

Marguerite Kelsey 1995’te, seksen altı yaşında, yaşadığı huzurevinde yaşama veda eder.

Son kez modellik yaptığı Peter Edwards onu, seksenlerini sürmesine karşın hâlâ çok güzel ve ışığıyla içinde bulunduğu yeri dolduran biri olarak hatırlıyor. Çalışırken yan tarafında bir kadeh pahalı olmayan Riesling(2) bulundurduğunu söylüyor, uzun saatler süren çalışma sırasında ara ara kadehinden ufak yudumlar alırmış, “Eskiden Chelsea’de(3) böyle yapardık, sanat dünyasında beyaz şarap içki sayılmaz tatlım!”

Huzurla uyusun…

  • Modelin giydiği elbise ve ayakkabılara karar veren ve satın alan, ressamın annesidir; saçların sıkıca arkada toplanmasıyla verilen “La Garçonne” (erkeksi) hava, o dönem Avrupasında çok modadır.
  • Ren bölgesinde yetiştirilen bir üzüm türü ve ondan yapılan aromalı, yüksek asitli beyaz şarap türü.
  • Batı Londra’da bulunan, varlıklı ve sanat galeriyle bilinen bir semt.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi