Homo Loquens

İnsan türünü benzersiz kılan, topluluğun diğer üyeleri tarafından da aynı anlamın yüklendiği bir takım sesler çıkarabilmesi kadar bunları değişik biçimlerde bir araya getirerek başlangıçtaki tekil anlamın çok ötesinde düşünceleri ifade edebilmesinde yatar.

Geçen yazıyı, “Cennetin Dilleri” konusundaki tartışmalarla sürdüreceğimizi söyleyerek bitirmiştik ancak ondan önce Homo Sapiens’in nasıl konuşmaya başladığı konusuna yer vermek daha doğru geldi. Konunun uzmanı değilsem de yıllardır ilgilendiğim ve yayımlanan yeni gelişmeleri izlemeye çaba harcadığım bir konu olduğu için bildiğim kadarını aktarabilmeyi umuyorum.

Öncelikle şunu belirtmek gerek, insanoğlunun konuşmaya nasıl ve ne zaman başladığı üstünde çok uzun zamandır çalışılmış ve günümüzde de tartışmalı bir konu. Ancak konuşmanın doğrudan fiziksel bir kanıtını bulmak neredeyse olanaksız, ne yazık ki ses telleri geride fosil kalıntı bırakmıyor; konuşmayla ilgili her kuram dolaylı kanıt ve bulgulara dayanmak zorunda o yüzden. Yine de çok da uzak olmayan bir gelecekte konuyla ilgili çok daha doyurucu kuramlar üretileceğinden kuşkum yok, özellikle genetik bilimindeki ilerlemeler şimdiden bu konuda bildiklerimizi büyük ölçüde değiştirmiş durumda.

Başlık, türümüz için kullanılan Latince nitelemelerden biri, “konuşan hayvan” anlamına geliyor. Tabii bu niteleme hayvanlar arasında bir tek Homo Sapiens’in konuşma yetisine sahip olduğunu ima ediyor; “konuşma”yı yalnızca insan türünün kullandığı biçimiyle sınırlarsak bu önerme yanlış değil ancak diğer pek çok hayvanın da türdeşleriyle iletişim kurabildiğini unutmamak gerek. İnsan türünü benzersiz kılan, topluluğun diğer üyeleri tarafından da aynı anlamın yüklendiği bir takım sesler çıkarabilmesi kadar bunları değişik biçimlerde bir araya getirerek başlangıçtaki tekil anlamın çok ötesinde düşünceleri ifade edebilmesinde yatar ki bu da ses çıkarmanın anatomik altyapısından çok daha fazlasını, beyindeki pek çok bölgenin bir arada etkin olarak çalışmasını gerektirir.

Konuşmayla ilgili kuramların genel olarak süreksizlik/süreklilik bağlamında ayrıştığını belirterek başlayalım. İlkinin, aralarında zamanımızın önemli düşünürlerinden dilbilimci Noam Chomsky’nin de olduğu destekçileri konuşma yetisinin diğer primatlar ve insansılardan bağımsız olarak yalnızca Homo Sapiens’te ve bundan 70 bin-50 bin yıl önce ortaya çıktığını savunurken, ikincisi, türümüzün konuşma yeteneğinin henüz insansıların diğer primatlardan ayrışmadığı çok daha uzak bir geçmişte başlamış bir dizi mutasyonun evrimsel sonucu olduğunu öne sürer.

Konuşma yetisinin nedeni belirsiz bir mutasyon sonucunda ve yalnızca 20 bin yıl içinde evrimleştiğini öne sürmek bir tür “Yaratılış Kuramı”ndan çok da farklı değil bana göre.

Türün bir bireyindeki rastgele bir mutasyonun ancak ona diğerleri karşısında çok küçük de olsa bir avantaj sağlaması durumunda bireyin genlerini aktarma şansını arttırdığını biliyoruz. Eğer bu avantaj fark yaratacak kadar önemliyse belki yüzlerce, binlerce kuşak sonra tür nüfusunun ezici çoğunluğu aynı mutant geni taşır duruma gelecektir. Bu sürecin en çarpıcı örneklerden biri gözün evrimi. Gözün en eski atası, bundan 600-700 milyon yıl önce kimi tek hücreli bakterilerde bulunan ve çarpan bir fotonu “algıladığında” bir dizi biyokimyasal tepkime sonucu elektrik sinyali üreten opsin adlı bir protein molekülü. Tek bir protein molekülünden, mercekli, ışığı ayarlamak için gözbebeği ve görüntüyü oluşturacak bir retinası olan göze ulaşmak en az 400 milyon yıl sürer. Gözün evrimleşmesi konuşma yeteneğine oranla daha karmaşık bir süreç gibi görülebilir ancak unutmamalı ki konuşabilmek için soluk borusu, ses telleri, dil, damak ve dudaklar dışında beynin birden çok bölgesinin eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak çalışması gerekir ki tüm bunların 20 bin yıl gibi bir süre içinde evrimleşmesi olanaksız.

Türün bir bireyinde ortaya çıkan ve ona bir avantaj sağlayan her mutasyon o bireyin çocuklarına, torunlarına kuşaklarına aktarılabilme şansına sahiptir. Örneğin, önceki bir yazıda söz etmiştik, ter bezlerindeki bir mutasyon yardımıyla güneş altında daha çok zaman geçirebilen bir insansı diğerlerine karşı daha avantajlıdır, diğerlerinin gölgede kalmak zorunda olduğu sürede o avlanmak ya da besin toplamak için daha çok zaman bulacaktır. Ancak konuşmayla ilgili mutasyonlar bundan farklı; konuşma ancak türün diğer bireyleri de aynı yetiye sahipse, belirli bir sese topluluğun her üyesi aynı anlamı yüklüyorsa bir kazanım sağlar; aksi halde tek bireyin belirli sesler çıkarabilme yeteneğinin sonraki kuşaklara aktarılma olasılığı son derece düşüktür. Bu yüzden konuşabilme yeteneğiyle ilgili genetik altyapının yalnız insansılarda değil diğer maymun türlerinde de var olduğunu ve bunun primatlarla maymunların ayrışmasından çok önce başladığını düşünüyorum.

Şimdi kısaca, konuşabilmek için gerekli anatomik ve bilişsel gerekliliklerden söz edelim. “Larengeal İniş Teorisi”nin (LİT) konuşma yetisini, Homo Sapiens’te soluk borusunun diğer primatlara göre daha aşağıda olmasına bağladığını anlatmıştık önceki yazıda. Bunun, daha uzun ses tellerine izin vererek farklı sesler çıkarabilmeye olanak sağladığı doğru ancak tek başına yeterli değil. Örneğin son 15 yılda yapılan deneylerde, eğitilen makakların diğer türlere göre daha geniş bir ses aralığına sahip olmasına karşın yine de pek çok sesi çıkaramadığı görüldü. Bunun nedeni yalnızca ses tellerinin, tüm sesleri çıkarmak için yeterli olmamasıdır; kimi sesleri çıkarmak ancak ses telleri yanında dil, dudaklar, üst damak, dişler ve beynin çeşitli bölümleri bir arada çalıştığında olanaklıdır.

[İlginçtir ki bir insanlar için, gırtlağın (larenks) anatomik gelişimi doğumdan başlayarak türün geçirdiği evrimsel değişimi neredeyse aynı şekilde tekrarlar(2). Yeni doğmuş bir bebeğin gırtlağı yetişkinlere göre oldukça yukarıdadır; bu da bebeğin çıkarabileceği ünlü sesleri kısıtlar. Aylar geçtikçe gırtlak boğazda aşağı doğru iner, ses telleri uzar ve bebeğin çıkarabileceği ünlü sesler çeşitlenir; bu arada ona koşut olarak beyinsel gelişim de sürmektedir. Bunun sonucunda bebek yaklaşık bir yaşından sonra bazı sözcükleri söyleyebilir duruma gelir. Hem kız hem de erkek çocuklarda gırtlağın inişi çocukluk boyunca devam eder; ancak ergenliğe giren erkek çocuklarda bu süreç biraz daha sürer ki ergen erkeklerde sesin çatlamasına yol açan budur. Yetişkin kadınlarda sesin daha tiz, erkeklerde kalın olmasının nedeni bu farklılıktır (ancak ilginçtir ki gırtlakları daha yukarıda olmasına karşın kadınlar da ünlü sesleri erkekler kadar başarıyla üretebilir).

[Erkek çocuklarda gırtlağın ergenlikte biraz daha aşağı konuma geçmesi, ses üretebilme yetisiyle bağlantısız olabilir. Bu değişimin nedeni büyük olasılıkla sürüngen beyinlerimizde kalın ve güçlü sesin iri hayvanlarla, ince sesin küçük hayvanlarla eşleştirilmesi biçimindeki bir kodlama yatmasıdır. Gerçekten de bir hayvan ne kadar büyükse -daha uzun ses tellerinin etkisiyle- sesi o ölçüde kalındır. Yavru köpeklerin sesi yetişkinlerden daha incedir; küçük köpek türlerinin sesleri de daha büyük türlere göre daha tizdir; ineğin sesi de koyuna göre daha kalın ve güçlüdür örneğin. Bu nedenle kalın bir ses içgüdüsel olarak büyük bir hayvanı çağrıştırır. Erkeklerde ses kalınlaşması da, onlara daha büyük ve güçlü görünme (algılanma) yönünde bir kazanım sağlamış olabilir, bu değişikliğin yalnızca erkeklerde ve tam da cinsel olarak yetişkinliğe geçiş aşamasında gerçekleşmesi de bu görüşü destekler.

Kalın sesin büyüklük/güçlülükle eşleştirilmesi düşüncesi temelsiz geldiyse şu örneği vermeliyim; insanlar, karşıdaki kişinin yardımına gereksinim duyduklarında ve ondan bir şey isterken, genellikle normal konuşmalarından bir ton daha ince sesle konuşurlar. Bir dahaki sefere hostesten bir şey rica ederken ya da bir devlet dairesinde bir şey sorarken ses tonunuza dikkat edin; çoğunlukla her zamankinden daha ince bir sesle konuştuğunuzu fark edebilirsiniz. Bu, diğer primatlarda da görülür, bir şempanze kendinden güçlü bir diğerinden yiyecek dilenirken her zamankinden daha ince bir ses tonu kullanır, amacı “ben -fiziksel olarak- senden daha küçüğüm, büyüklüğünü kabul ediyorum” demek ve kendini acındırmaktır çünkü onların beyninde de ince ses küçüklük/zayıflık, kalın ses irilik/güçlülük olarak kodlanmıştır.]

Dağarcıkları çok sınırlı olsa da pek çok primat ve maymun türü “konuşabilir” aslında. Makak maymunları, bir yırtıcı fark ettiğinde diğerlerini uyarmak için alarm çığlığı atar; üstelik bu çığlık leopar, kartal ya da yılan için değişir ki diğer makaklar da buna göre farklı bir önlem alır. Topluluğun her bireyi bu çığlıkların anlamını bilir ki bu iletişim de bir çeşit konuşma sayılır; elbette ki bu tekil sesler bir dil oluşturmaz ancak yine de bir ön-dil sayılmalıdır.

2001’de, bozukluğu insanlarda konuşma güçlüğüne yol açan ve FOXP2 adı verilen bir gen dizisi bulundu; FOXP2, türümüz için konuşma ve dille ilişkilendirilen ilk gen dizisidir ancak genetik biliminin görece yeni olduğu düşünülürse bunu başka dizilerin de izleyeceği açıktır çünkü soluk borusu, ses telleri, dil gibi farklı organları tek bir genin yönetmesi olanaklı değildir. Nadir de olsa bulunan kimi insansı fosillerinden DNA elde edilebildiğimizi düşünürsek, konuşma ve dille ilgili tüm gen dizilerinin bulunmasından sonra bunların fosil DNA’sındaki varlığı, onların bu yetileri ile ilgili güçlü bir kanıt oluşturacaktır.

Şempanze ve insanın FOXP2 gen dizisindeki 740 birim arasında yalnızca 2’si farklıdır. İlginç olansa FOXP2 geninin diğer tüm memelilerde ve kuşlarda da bulunmasıdır ki bu da -konuşma olmasa da- sesle iletişim kurabilme yeteneğinin en az 200 milyon yıl önce ortaya çıkmış olduğunu gösterir. 50-55 milyon yıl önce ilk primatlar ortaya çıktığında bu yetiye zaten sahiplerdi. 25 milyon yıl önce kuyruksuz maymunlar diğerlerinden, 6-7 milyon yıl önce de Homo türü şempanzelerden ayrı bir evrim çizgisi izlemeye başlar. Australopithecus’la başlayan Homo yolculuğumuz sürecinde diğerlerinden farklı mutasyonlar geçirdik, anatomik özelliklerimize ve çevremize uygun mutasyonlar aktarılma şansı buldu ve günümüze kadar geldik. Bu sürecin son 2 milyon yılında bir biçimde konuşabildiğimizi düşünüyorum; çünkü savanadaki yırtıcılara karşı o kadar zayıftık ki ancak topluluk olarak hayatta kalma şansımız olabilirdi ve bunun da tek yolu diğerleriyle iyi iletişim kurabilmekti. Bu sürecin asıl olarak Homo Habilis/Erectus’la başladığını, belki 50-60 tekil sesle (sözcük) sınırlı olsa da kullanarak diğer primatlardan daha zengin bir iletişim kurabildiğimizi, sonrasında beynimizin de gelişmesiyle 2 ve daha fazla sesten oluşan diziler kurmaya başladığımızı sanıyorum. Belki son 70-50 bin yıl içinde bunlar daha üst düzeye taşınmış ve soyut, simgesel düşünceleri de ifade edebilir duruma gelmiştir; çok uzak olmayan bir gelecekteki araştırmalar sonunda öğrenebileceğimiz umudunu taşıyorum.

  1. Homo Loquens- Latince, konuşan hayvan.
  2. Türün evrimsel gelişiminin her bireyde tekrarlanacağı görüşüne “filogenesis” adı verilir; bilimsel bir kuram kabul edilmese de filogenesis’e uyan pek çok örnek bulunabilir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi