Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

Ne yaşamak istiyorsun?

Nişantaşı’ndaki hastaneden normal şartlar altında akşamüstü çıkar (iş yoğunluğuna göre bazen uzun saatler kalmak gerekirdi) caddeden yürüyerek Ziya’ya giderdik. Orası bir sosyalleşme ortamı sağlardı. İçeri girince her zaman gördüğün yüzlerin yanı sıra yeni âşıkların, doğum günü kutlayanların da buluşma yeriydi. 

Sosyalleşmek istemiyorsan, bir kadeh şarabını sessizce etrafı seyrederek, düşüncede günün ya da hayatın muhasebesini yaparak, orta sınıf “rahatlığında” içerdin. Yalnız başına içerdin. Kimse gelip rahatsız etmezdi. Zaten bardaki uzun bacaklı taburelerden birinde oturuyorsan barmenin bir tür koruması altında olurdun. Ne komik. 

Ama ne yaşamak istiyorsak onu yaşıyorduk. 

Sonra yine tek başına seni Taksim Meydanı’ndaki duraklara götürecek bir dolmuşa binerdin. Hava çoktan kararmış olurdu. Harbiye’yi boylu boyunca geçerken travestilerin, hayat kadınlarının, onları pazarlayanların mutat buluşma noktaları hareketlenmemişti, henüz. Öyle ya, gecenin kalabalığı gündüzün kalabalığını ele geçirmemişti. Erkendi, daha.. Akardı, hayat. 

Dikkat isterim, 1980’li yılların sonunda tek başına bir kadın akşam Ziya’da bir kadeh şarabını içer, hesabını kendi öder, bahşişini bırakır, çıkışa giderken etrafla selamlaşır, elindeki sigarasının son nefesini vestiyerin oradaki kül tablasında sonlandırır kapının önünden geçecek dolmuşu beklerdi. Başına tekinsiz bir şey gelmezdi. 

Şimdi

İstanbul’u terk edeli uzun zaman oldu. Şu anki halini görüp umutsuzluğa kapılmamak için İstanbul’a gitmiyorum (buna ekonomik nedenleri de ekleyebilirsiniz). Birkaç semti dışında İstanbul’un her yerinde hatıralarım var. Bazı semtleri oturduğum, bazısı çalıştığım, bazısı sevgiliyle buluştuğum, öpüştüğüm, bazısı rakı içtiğim, bazı semtleri toprağına teslim ettiğim sevdiklerimin hatıralarını, anıları dokur durur. Onlar bendedir, benimdir. En çok da İstanbul sokakları bilir beni. Kendi başıma planladığım tarihi gezilerim ne çoktur. 

Şimdi dokunup duran yalnız ya da değil kadının belli bir dinci ideoloji çerçevesinde sosyal hayattan çekilmesi, eve kapatılmasıdır. Bunu korkutarak yapıyorlar, üstelik. Ancak kadınlar çaresiz ve zayıf değildir. Öyle olduğunu sananlar karıncanın kafaya koyduğunda taşıdığı ganimetin büyüklüğüne bir baksınlar. Dinci erkeklerin dayattığı bir korku filmi içinde zorunlu olarak yer almak, parçası olmak diye şey yoktur. Yerin altından yerin üstüne çıkan ve devasa kampüslere yerleşen tarikatlarda karanlıkta bırakılarak yaşayan kadınlar kendilerini sinik hale getirenlere karşı bir ayaklansa ne olur… Ne güzel olur! Kadınların sayıca fazla oldukları aşikardır (müritlerin birkaç karısı olduğunu yazan haberler var).  

Öpüşmek ve yangın tüpü

Daha önce İstanbul’da, yakın zamanda da Bursa’da olmak üzere durakta bekleyen kadınları yangın söndürme tüpünün içindeki gaza boğma hadsizliğini gösteren kent sığırlarına had bildirmek borcumuz olsun. Dayattığı yaşam tarzının dışında bambaşka tarzlar da olduğunu sinik kafasında bir yere oturtamayan nevrotik şehir kadınlarının “Öpüşüyor bunlar” diye sinirsel kasılmalar(!) yaşamasını da affetmiyoruz. Hemcinsimiz olduğu için bir temennide bulunuyoruz: Kasılmaların sinirsel olanını değil zevke dair olanını sevdiğiyle yaşasın. Çok iyi gelir, ilaç gibidir.   

Birbirini seven iki insanın otobüs durağında ya da bir ağacın gölgesinde öpüşmesini, el ele yürümesini, yüksek sesle gülmesini, kahkaha atmasını sever, demokrasi. O ağaçta, havada asılı kalan kahkahalarda, âşıkların yolda bıraktığı izlerde sevmenin ve belki sonra kaybetmenin hiç sevmemekten daha iyi olduğuna dair bilgi vardır. Eşitlikçi demokrasi hepsini kucaklar. Demokrasiyi kaybeden aşkı da kaybeder. Her tür aşkı.. Müzik aşkını, yaşam aşkını, yaşamdan minik tatlar alma aşkını, doğa aşkını her şeyi ama her şeyi. 

“Cesaret” kelimesinin Latince kökü “yürek” anlamına geliyor. 

Türkiye’de yaşayan ve eşitlikçi demokrasiden yana tavır alan kadın arkadaşlarımı yürekli olmaya davet ediyorum. Nasıl yaşamak istiyorsanız öyle yaşayın. Karışan, laf eden, ağzını bozan birileri olursa haddini bildirin. Bakın nasıl korkak, sinik, eksik ve aşksız oldukları ortaya çıkıveriyor. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi