AKADEMİ ZATEN TUTUKLUYDU, KELEPÇESİ YENİ TAKILDI

AKADEMİ ZATEN TUTUKLUYDU, KELEPÇESİ YENİ TAKILDI
Geçtiğimiz hafta Boğaziçi Üniversitesi’nin kapısına kelepçe takıldı. Böylelikle belki de ilk kez bir üniversite tutuklanmış oldu. Freud rahat uyusun, bastırılmış arzuların sembol dili aracılığıyla böyle ortaya saçılışının...

Geçtiğimiz hafta Boğaziçi Üniversitesi’nin kapısına kelepçe takıldı. Böylelikle belki de ilk kez bir üniversite tutuklanmış oldu. Freud rahat uyusun, bastırılmış arzuların sembol dili aracılığıyla böyle ortaya saçılışının fotoğrafı da görsel tarihe izini bıraktı. Peki ama Türkiye’de akademi zaten tutuklu değil miydi? Boğaziçi Üniversitesi akademideki son kalenin mi temsiliydi? Bu kale öyle “tepeden” atamalarla teslim alınabilir miydi?

                Ben bunları tanıyorum. Nereden mi? Anlatayım.

                Oldukça geç sayılabilecek yaşta ve naif denebilecek bir umutla başladığım akademik hayatımdan biliyorum öncelikle. Daha ilk yıldan olmamışlıkların kokusunu alan burnum ve elbette beni içinden hep atmaya çalışan, ait olmadığım her ortama tutunma kararlılığım -Tanrı vergisi bir lanetti bu- beni uyarmıştı oysa. Yetişkin olmanın bedeli değil midir iç seslere güvenmemek? Oysa bilirsiniz, bu işte bir terslik vardır. Bir olmamışlık, bir “mış” gibi yapma etrafınızda avaz avaz bağırıyordur da siz her seferinde yarın ya da bir başka yerde daha iyi olacak umudunu her şeylerden sakınırsınız.

                Neden mi bahsediyorum? Akademiden... Daha doğrusu Türk akademisinin bir acayip hallerinden...

                Sondan başlayalım. Geçen hafta içinde tepeden bir atamayla tanıdığımız Boğaziçi’nin “yeni rektöründen”

Öncelikle kendisinin yeni dönemin -2016’dan bu yana- yeni rektör prototipi olduğunu söyleyebilir miyiz? Ondan o kadar çok var ki, dikkat çekmesinin nedeni “atandığı” üniversitenin Türk akademik hayatında temsil ettiği şey, onda karşılık bulan anlam. Bunu şimdilik bir kenara koyalım.

                Kimdir bu prototip, ne yapar, ne yer, ne içer, hangi basmakalıp cümleleri kurar? Mesela asli işi ve hatta fonksiyonu olan akademik çalışmayla ve akademik çalışmaya bakışının ve mesafesinin yönettiği üniversitenin de akademik kalitesini belirleme haliyle arası nasıldır? Bu sorunun cevabını Prof. Dr. Engin Karadağ da merak etmiş olmalı ki, tam da cevabı arayan bir çalışma yapmış ve çalışmanın makalesi bu yılın Nisan ayında uluslararası bir dergide yayınlanmış. Çalışmanın öne çıkan bulgularına bir göz atmakta fayda var.

                Makamın teminatı, sosyal medya paylaşımı

                Prof. Dr. Engin Karadağ, Türkiye’deki 197 üniversitenin (127’si devlet, 70’i vakıf üniversitesi) rektörünün sosyodemografik karakteristiklerini, kariyer gelişimlerini, akademik kalitelerini (burada sevgili okur, seni akademik terminolojiye boğmayacağım ama temelde akademik kalitenin ana  belirteci, yazılmış ve elbette yayınlanmış bilimsel çalışma, o çalışmaya akademik dünyanın yaptığı atıf ile bu ikisi arasındaki oranı belirleyen H indeksi adı verilen bir değer) değerlendirmiş.

                Elde ettiği sonuçlara bakarak deneklerini iki gruba bölmüş. İlk gruba makale ve atıf sayısı ile h indeksi açısından düşük akademik niteliklere sahip rektörleri almış. Beş ay boyunca bu rektörlerin Twitter paylaşımlarının sayısına ve içeriğine de bakmış ve görmüş ki “tweet”ler iktidar ideolojisine yoğun bağlılık ve destek gösterirken paylaşılan görseller de rektörlerin iktidar unsurlarıyla karşılıklı ziyaretlerinin fotoğrafları.

İkinci grupsa görece makale, atıf sayısı daha fazla ve h indeksi daha yüksek rektörlerden oluşmuş, ki onların tweet içeriklerinin sıklıkla öğrenciler, akademisyenler ve akademik başarılarla ilgili olduğunu belirlemiş. Her iki gruptaki rektörlerin yönettiği üniversitelerin akademik bilgi üretimi ile ilgili endekslerdeki sıralamaları hakkında bir fikir yürütebiliriz sanırım.

Rektörlerin üçte birinden fazlasının bizim meşhur Web of Science’da hiç makalesinin olmadığı bulgusunu da şuracığa iliştireyim ve makalenin çıkarımlarına geleyim.

En önemlisi üniversitenin bileşenlerinin özgür olma halini koruma görevlerinin bir parçası iken son yıllarda menajerlik mantığını benimsemeleri ve bu duruşun akademik özgürlük ve gücünü baltaladığı gerçeği. Diğeri Türk üniversite rektörlerinin uluslararası kriterler açısından değerlendirildiğinde akademik kalifikasyonlarının “ortalamanın altında” olduğu sonucu. Ve üniversitelerde yapılan pek çok reforma rağmen – bu reformların tümünün sosyal ve politik olaylarla eşzamanlı olduğuna da dikkat çekerek-  (1933 tek partili dönem, 1946 çok partili hayata geçiş, 1960, 1971 ve 1982 askeri darbe dönemleri) yine her dönemde karşılaşılan tasfiyeler ve ihlallerin temel bir ahlaki ve zihniyet sorununun sonucu olduğunu da unutmadan yazayım.

Bir intihal daha var, o da rektör mü dersin?

                Akademik varoluşun tek aracı vardır: Yazı

                Akademisyen kendini yazarak ifade eder, yetkinlik ve ehliyetini yazı yoluyla gösterir. Yüksek lisans yapmaya başladığınız günden profesör olarak emekli olduğunuz güne kadar kendinizi gerçekleştirebilmek için tek yolunuz vardır: Yazmak

                Hal böyleyken ve akademik hayat tüm dünyada yazı, yazmak ve yazılanı okumak üzerine kuruluyken Türk akademisinin yazıya olan ilgisizliğini hatta uzlaşamazlığını anlamak çok kolay olmasa gerek.

                Bunun sonucu birbirinin aynı, yeni hiçbir şey söylemeyen (özgünlük sorunu), birbirinden kopyalanıp yapıştırılmış büyük parçalardan oluşan (intihal) yüksek lisans ve doktora tezleri çöplüğüne her geçen gün bir yenisinin eklenmesi oluyor. Bu konuda bir çalışma yapan Dr. Ziya Toprak’ın ulaştığı sonuçlar iç karartıcı. Toprak, Eğitim Bilimleri alanında yazılmış 600 lisanüstü tezi (470 Yüksek Lisans, 130 Doktora) benzerlik ve intihal açısından incelemiş. Tezlerin %28,7’sinde benzerlik, %34,5’inde ise yüksek oranda intihal olduğunu saptamış.

                İntihal oran yüksek lisans tezlerinde %37’lere kadar çıkarken doktora tezlerinde %34 civarında seyretmiş. Kamu üniversitelerinde yazılan tezlerde oran %32 iken, vakıf üniversitelerinde –pek de şaşırtıcı olmayacak şekilde- %46 olarak saptanmış.

                Sonra bir bakmışsınız bu tezlerden birinin yazarı iktidar eliyle rektör yapılmış, ardından da tezlerini apar topar erişime kapamış. (Sahi insan –eğer çalışması bir ön çalışma değilse- tezlerini neden erişime kapatır, bunu anlamakta hep zorlanacağım) Akademinin en önemli fonksiyonu/amacı olan gerçeğe ulaşma, özgün bilgi üretme meselesi yıllar içinde kurallar, gelenekler, biçimsel zorunluluklar ve etik ilkelerin düzenli olarak “tırtıklanması” sonucunda bir acayip hal almış. Akademik ortam, çok sayıda öğrencinin tezlerini sadece olmazsa olmaz birkaç kriter üzerinden değerlendirmek zorunda kalan bıkkın danışmanlardan, çalışmayan tez izleme komitelerinden, tez savunmalarına birazdan önemli bir akademik karar vereceklerinini pek de farkında değilmiş gibi görünen jüri üyelerinden (öğrenci tezini anlatmaya başlamadan önce tezi ilk kez açtığını sayfaların hala fotokopiciden çıkmış haliyle birbirine yapışık olmasından anladığım), tüm bu tez savunmalarını altın günü atmosferine çeviren, yemeli içmeli, kısırlı börekli tuhaf sosyal ortamlara dönüştüren o garip öğrenci hoca birlikteliğinden (hazır fırsat bulmuşken buradan söylemek istiyorum, tez savunmalarında bu pasta börek işi acilen yasaklanmalı, akademik hayatta daha çirkin az şey gördüm) eğer kamu üniversitesi yönetiyorsa twitter başından kalkmayan ve her fırsatı iktidara selam göndermek için kullanan, yok eğer vakıf üniversitesi yönetiyorsa bu kez patronu (mütevelli heyet başkanı) aracılığıyla muktedirlere bağlılığını ileten rektörlerle, öğrenci evlerine “fuhuş yuvası” diyen sözde profesörlerle ve öğrencilerine “terörist” diyen dekanlarla dolmuş.

                Kendini bu anlamda elinden geldiğince temiz tutmaya çalışan, geleneğin hala akademinin unsurlarını bir arada tutan harç olduğunu bilen, buna uygun varolmaya inatla devam eden ve sırf bu yüzden bile muktedirin asabını bozarak kapısına kelepçe vurulan Boğaziçi Üniversitesi de akademinin son kalesinin temsili olmuş.

                “Çıkmamış candan umut kesilmez” bilgisiyle “Geçmiş Olsun” diyelim.

                Ve direnmeye devam edelim...

  • Engin Karadağ, Academic (dis)qualifications of Turkish rectors: their career paths, H-index, and the number of articles and citations, Higher Education, 2020
  • Ziya Toprak, Türkiye’de Akademik Yazı: İntihal ve Özgünlük, Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Dergisi, Cilt. 34(2), 1-12, 2017

Öne Çıkanlar