Enflasyon sizsiniz Türkiye!..
Türkiye’de okullar, “hadislerle aile” dersleri vermeye hazırlanıyor. Ne denir ki? Enflasyondan keyif almanın yolu “fıtrat”tan geçiyor!
Bir damacana su 70 lira mı oldu? En büyük banknotumuz sadece 6,5 avro mu ediyor? Hiç söylenme... Avrupa’nın haline bir bak da bugününe şükret Türkiye!.. The Brussels Times’da geçen hafta çıkan bir haber, Belçika sakinlerinin market alışverişi için artık yurt dışına gittiğini anlatıyordu. Sebep?.. Ülkedeki yüksek vergiler... Özellikle su ve meşrubatın çok daha ucuz olduğu Fransa, Belçikalıların yeni ilgi odağıydı. Hafta sonu sınırı geç, bir yemek ye ve bagajı doldur! Brükselli vatandaş 120 kilometre mesafedeki Lille’i adeta “komşu kapısı” yapmıştı. Her 8 Belçikalı’dan biri market için yurt dışına gidiyordu ve 2023’te ülke dışında harcanan para 750 milyon avroya yaklaşmıştı! Bu kadarla kalsa iyi... Hayat pahalılığı geleneksel restoranları da vurmuştu. “Fast food” zincirlerinin pazar payı ikiye katlanmış, yüzde 17’yi aşmıştı. Yani? Alım gücü düşen vatandaş, şimdi öğünlerini sandviçle geçiştiriyor, butik manav ve kasaplar yerine indirim (discount) marketlerine yöneliyordu.
‘Para var ki harcıyorlar’!
Gıda enflasyonu iki yılda binde 3’ten yüzde 9,2’ye fırlayan Belçika’da durum buydu. Yine iki gün önce ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, “Birçok Amerikalı için fiyatlar hâlâ çok yüksek” diye tweet atıyordu. Tamam, işsizlik epey düşmüş, hatta dayanıklı tüketim mallarında “deflasyon” görülmeye başlamıştı. Buna karşılık Harris, yaşlılara ilaç desteği vereceklerini ve öğrencilerin 132 milyar dolarlık kredi borcunu sileceklerini müjdeliyordu. Aynı hafta The Atlantic’ten Annie Lowrey, “İnsanlar fiyatlardan bu kadar şikâyetçiyse neden alışveriş çılgınlığına devam ediyorlar?” diye soracaktı. ABD’de beklenti, tüketicinin tasarrufa gideceği, bütçesine dikkat edeceği yönündeydi. Oysa böyle olmamıştı. Sadece “online alışveriş”e bakın... Ekim ayında yüzde 8 artmıştı! Annie Lowrey sorunu Covid19’a götürüyor, pandemiyle yaşanan parasal genişlemeyi hatırlatıyordu. Devlet yardımlarının da etkisiyle bol harcamaya alışan kitleler, şimdi bu huyundan vazgeçemiyordu. “Enflasyon sizin suçunuz!”.. Lowrey’nin yazısı için seçtiği sert başlıktı!
İnsan: Hep şatafat peşindeydi
Tabii Covid sonrası fiyatlar uçuşa geçmiş, savaşların da etkisiyle piyasalar krize yakalanmıştı. Buraya kadar tablo Türkiye’ye çok benzer... Ama bir farkla: ABD’de maaş artışları enflasyonu geride bırakmıştı. Yani?.. Kimse zamlı etiketleri görünce homurdanmasın! İnsanlarda
lükse dahi harcanacak para vardı! Peki neydi “lüks”?.. Cevabı hafta içi El País ile yaptığı söyleşide Gilles Lipovetskyl verecekti. Fransız filozofa göre lüks, her şeyden önce “israf”tı, “aşırılık”tı ve ahlaken sorunluydu. Ama kim insanın “etik” bir varlık olduğunu söylemişti ki? İşte günümüzün “iyi yaşamı” maddi zenginlikte arayan toplumu... Bir yanda özel jetle uçan milyarder azınlık, diğer yanda markette ucuz peynir kovalayan kitleleri bir araya getirmişti. İyi de böyle bir düzen ne kadar sürdürülebilirdi? Belki de bu noktada “lüks”ün geçmişine bakmak lazımdı. Hatırlasanıza antik çağları... Piramitler, görkemli anfiteatr ve hatta saraylar... Hangisi yaşamsal ve “gerekli”ydi ki? Buna karşılık o zaman bile insan, şatafatı arzulamıştı.
Lüks ‘demokratikleşti’
Lipovetskyl’ye göre Antik Yunan ve Roma’da “lüks” ikiye ayrılıyordu. Bireysel “lüks”... Örneğin kadınların makyaj yapması... “Kibir” ve “kandırmaca”ydı, hoş karşılanmazdı. Oysa toplumsal “lüks”... Dev stadyumlar, kütüphaneler ve anıtlar... Göz kamaştırıcydı! “Moda İmparatorluğu” kitabının yazarı filozof, tüm bu eserleri “lüks” olduğu kadar insanlığın kültür mirası olarak görüyordu. Düşünsenize El Hamra Sarayı’nın, Angkor Vat’ın olmadığı bir dünyayı... Estetik açıdan çok fakir olmaz mıydı? Demek ki bizi “insan” yapan şeylerden biri lükstü. Üstelik günümüzde “zenginlere özgü” olmaktan çıkmış, her alana yayılmıştı! 60’larda kim ulaşacak kaliteli bir parfüme?!.. Şimdi iyi kötü para biriktiren herkes, kendine şık bir gömlek alabilirdi. Hiç evlenip de McDonald’s’da kutlama yapan biri gördünüz mü?! Düğünler “lüks”ün en kadim yansımasıydı. Varoşlardaki gençler “marka” peşindeydi. Yılda bir bile olsa şık otellerde tatil yapmak... Orta sınıfların geleneğiydi. Antropolojik bir vakıa olan lüks... 2000’lerde işte böyle “demokratik”leşmişti!
Enflasyon fıtratta var
Lipovetskyl, bu demokratikleşmeyle lüksün zevksizleştiğini, “kitsch”e kaydığını da hatırlatıyor. Çirkinlik, bayağılık ve hatta müstehcenlik... Günümüzde “moda” adı altında geçer akçe olabiliyor. Bu durumda “lüks”ü nesnede değil öznede aramakta fayda var. Yani? Lipovetskyl de tıpkı Alman filozof Lambert Wiesing gibi, değerlerin kişiden kişiye değiştiğini vurguluyor. Mesela teknoloji çağında kendinize vakit ayırabiliyorsanız, kafanız rahatsa, boş boş ormanda gezebiliyor, denizi seyredebiliyorsanız... Bundan daha “lüks” ne olabilir ki diyor. Bizde de hıncahınç AVM’lere, boş masa bulunmayan restoran ve kafelere böyle bakmak lazım belki... Aldırmayın “İstanbul 20 milyon. Onda biri gezse mekânları doldurmaya yeter” diyen “rasyonel” ekonomistlere... Bir şekilde herkes, şu ölümlü dünyanın keyfini sürmeye çalışıyor. Kimi 85 liraya bir fincan Türk kahvesi içiyor; kimi 60 lira lahmacun, 200 liraya İskender’le kendini “ödüllendiriyor”. Bu sırada Finlandiya geleceğin ekonomisini inşa etmek için yeni bir Nokia çıkarma derdinde... Türkiye’de okullar, “hadislerle aile” dersleri vermeye hazırlanıyor. Ne denir ki? Enflasyondan keyif almanın yolu “fıtrat”tan geçiyor!