HALSTON; BİR YARATICININ YALNIZLIĞI

Tasarımcılar tüm varlıklarını saran yaratma eylemi ile birlikte dünyevi işleri çok da iyi yönetemezler, hatta bunlara dahil olmak bile istemezler. Halston, bunca yeteneğine ve sürekli çalışarak üretiyor olmasına karşılık, ekonomik olarak hep uçlarda yaşadığı ve bunun sıkıntısını da aslında hiç önemsemiyormuş gibi göründüğü dönemlerde bile aslında kendi yeteneğinin son derece farkında olan,

buna güvenen bir portre de çiziyor bize.

Adam sahilde tek başına oturmuş, okyanustaki dalgaları seyrediyor. Şoförü yanına gelip: “Efendim, bir saatten fazladır buradasınız, yola koyulalım” dediğinde “Bir dakikaya kalkarız” diyor ve sözlerine devam ediyor:

“Şu denizin mavisine bir bak. Güneşin suya vuruşuna göre sürekli değişiyor. Bak şimdi gümüş rengi oldu. Yıllar önce bu maviye, denize bakardım ve derdim ki:” Bu maviyle ne yapabilirim? Aklımdan fikirler geçerdi, yapacağım koleksiyonu düşünürdüm, hatta birden fazla koleksiyonu. Belki mavinin tüm tonlarını…Sonbahara kadar yetişir miydi ki? Hangi dergiye çıkabilirdim? Beğenirler miydi? Ama şimdi, artık sadece bu mavinin güzelliğini düşünüyorum.”

Ve sonra giderler. Arabaya bindiklerinde şoför adama sorar: “Efendim nereye?” Cevap,  “Herhangi bir yere” olur. Bu sahne kadar kendimi bulduğum bir an, oldukça az olmuştur.

Bu sahnedeki adam, Amerikalı modacı Roy Halston Frowick ve sahnelerin yer aldığı kısa dizi de Halston. Halston, AIDS‘ten ölmeden önceki aylarını pasifik kıyılarında bu şekilde gezerek geçirmiş.

Netflix’te yayınlanan bu kısa seride, Ewan McGregor tarafından başarıyla oynanan karakterin kariyer yaşamının iniş ve çıkışlarını izliyoruz. Halston kimilerinin ismini hiç duymadığı bir modacı iken bu dizi ile, hem ikonik modacının yaratıcı yolculuğunun bir parçası olabiliyoruz, hem de bu isim üzerinden NewYork’un 60lı yıllarının yaratıcı sceniusunun bir kesitine bakmamız mümkün oluyor. Bu kesitte, modacının en yakın arkadaşı Liza Minelli, gelgitli sevgilisi Victor Hugo, dönemin önemli iletişimcilerinden ve günümüzün büyük moda olaylarından MET Gala’nın fikir annesi Eleanor Lambert, yetenekli illüstratör Joe Eula gibi isimler var.

Halston, Iowa’da bir çiftlik evinde büyüyen, babası tarafından şiddete uğrayan annesinin ona sevgi ile bağlı küçük oğlu olarak çıkıyor karşımıza. Bu öfkeli baba portresinin onu olduğu gibi kabul etmeyişi, çocuğun içindeki takdir edilme ve beğenilme duygusunu yetim bırakıyor; Halston babası tarafından sevilmenin ona verebileceği mutluluğu dizinin ortalarında bir yerlerde gözyaşlarına boğularak kısa bir an hatırlıyor ve hemen yine sığındığı biraz da küstah maskesinin altına saklanıveriyor.

Bu ikonik modacının çekirdek ailesinde çözemediği sorunlarına karşı takındığı maske,  üst seviyede bir ego, estetik ve eğlence düşkünlüğü ve kimilerince bencillik olarak adlandırılabilecek bir yaşam örgüsü. Tümü birlikte, anlatılan hikayelerle birleşince ortaya yaratıcı bir insanın yalnızlığı çıkıyor; kalabalıklar ve ihtişam içinde bir yalnızlık bu, yani yalnızlıkların en zoru.

Kariyerine şapka tasarımı ile başlayan tasarımcı, Jackie Onasis’in şapkasını takması ile bir anda beklemediği bir biçimde ünleniyor. İşlerini, tasarımlarını çizen Eula ve ona modellik yapan Elsa Peretti ile birlikte büyüterek, kıyafetler de üretmeye koyuluyor. Süet, jarse gibi malzemelerin yaratıcı kullanımı, kadınlar için günlük yaşamda giyilebilecek gömlek elbiseler gibi yeniliklerin ortaya çıkması, diziye göre Halston’a atfediliyor.

Bu yaratıcılığı, dönemine göre her zaman ana akımın dışında duran, minimalist ve hikaye anlatan ideal bir yaratıcılık olarak niteleyebiliriz. Başta Tom Ford olmak üzere, Halston kendinden sonraki pek çok tasarımcıya da ilham vermiş bir isim. Yanında olan ve inişli çıkışlı yaşamı içerisinde kalplerini acımasızca kırdığı arkadaşları da aslında Halston sayesinde kendilerine başarılı birer kariyer yolu çizmişler. Joe ve Elsa’nın bu kariyeri Tiffany & Co markasında uzun yıllar devam ediyor sonrasında.

Tasarımcının ilham kaynağı olan ve ona başlarda modellik yapan Elsa, 1970 yılında piyasaya sürülen damla biçimli parfüm şişesinin de tasarımcısı. Dizideki en etkileyici olaylardan biri, bu şişenin ve parfümün ayrı ayrı tasarım süreçlerini izleyebilmek. Bir tasarımcı olarak nerede ise her saniyesinde, her repliğinde kendinizi bulabildiğiniz nadir sahneler bunlar; burada yazarsam izlemek isteyenler içini büyüsü kaçar.

YARITICI İNSAN VE DÜNYEVİ İŞLER

Kuşkusuz pek çok yaratıcı insan gibi Halston da ticari anlamda başarısız. Tasarımcılar  tüm varlıklarını saran yaratma eylemi ile birlikte dünyevi işleri çok da iyi yönetemezler, hatta bunlara dahil olmak bile istemezler. Halston, bunca yeteneğine ve sürekli çalışarak üretiyor olmasına karşılık, ekonomik olarak hep uçlarda yaşadığı ve bunun sıkıntısını da aslında hiç önemsemiyormuş gibi göründüğü dönemlerde bile aslında kendi yeteneğinin son derece farkında olan, buna güvenen bir portre de çiziyor bize.

Bu duruşu, kimilerince başarısız bulunabilir. Tasarım meslekleri söz konusu olduğunda, tüm yapım boyunca vurgulanan bu kalenin sağlamlığı ile takdir duygularınız kabarıyor ve içindeki kırılgan adama gittikçe şefkatle bağlanıyorsunuz. Neyse ki onun fikirlerine değer veren bir yatırımcı, bu tasarımcıyı özgür bırakarak onun olağanüstü fikirlerini nakite çevirmenin yollarını sunuyor ve bu ismi  moda dünyasında stabil hale getiriyor. Uzun yıllar boyunca Halston, daha en başta anlaşırken istediği bu güvence altında üretimlerine devam edebiliyor.

Yaratıcılığın gücünü, fikrin değerini henüz anlamamış her insan bu diziyi bir modacının seks, uyuşturucu ve partilerden ibaret olan savurgan yaşamı olarak da izleyebilir. Hatta ortalama bir Türkiyeli izleyici için gay ilişkilerin çok da rahat izlenmediğini düşünürsek, dizinin asıl vurgulamak istediği konular rahatlıkla göz ardı edilebilir. Oysa dizi kuşkusuz Stüdyo 54’ten, kokainden, seksten ve pırıltılı bir yaşamdan daha fazlasını sunuyor. Tasarımcının partneri Viktor ile ikonik Andy Warhol arasındaki kıskançlık ilişkilerine veya Liza Minelli’nin etkisine de dizide değinilmiş ancak bunların tümü için ayrı yapımlar bile yapılabilir belki, çünkü dönem öyle bir dönem, yer öyle bir yer. Bir tasarımcı olarak izlerken alabildiğim en yoğun duygu, yaratıcı bir profilin etrafı ile uyumsuzluğunun, uzlaşması gereken durumlarda neyi nereye kadar taviz verip veremeyeceği gibi anların başarı ile vurguladığı, bana göre ana hikayi idi, diğer her şey detay.

MEKANIN RUHU

Benim yine cımbızla çekip çıkardığım olaylardan biri, Manhattan’ın göbeğinde, 5. Cadde’nin ünlü Olympic Tower binasında yer alan, baştan aşağı kırmızı halılar ve mobilyalarla döşenmiş Halston ofisinde geçiyor. Marka, tasarımcı Elsa Peretti’nin imzasını taşıyan 12 bin metre karelik bu mekana 1978 yılında taşındığında, dönemin moda dünyasında büyük bir yankı uyandırıyor. Duvarları aynalarla kaplı olmasına ve kırmızının tüm ihtişamına karşılık, oldukça minimalist bir tazı olan bu mekan, çoğunlukla tasarımcının özel defileleri için de kullanılıyor. Halston’a tüm kariyeri boyunca ilham veren, dizideki bu ve pek çok yerden anlıyoruz ki mekan olgusu. Mekanın ruhu ile doğrudan etkileşime geçebiliyor modacı. Minimalist yaklaşımını, tümü gri ve antrasit renklerden oluşan, modern ve yalın evinde de görebiliyoruz. Bu mekanlar daimi olarak  orkidelerle dolu. Orkideler, aynı özel jetler, deniz uçakları ile sırf lezzeti için özel olarak yerinden getirtilen yemekler gibi tasarımcının ihtişamlı yaşamının bir parçası. Oysa Halston bunu bir gösteriş olarak algılamıyor. Tasarımcının, mekana, nesneye, lezzete ve Liza Minelli ile bağlarını güçlendiren müziğe ve sahne sanatlarına olan tutkusunu anlamak gerekiyor aslında. Tüm iyi tasarımcılar da öyle değil midir? Seyahati, mekanın ruhunu, iyi nesneleri, iyi yemeği ve iyi içkiyi, ve tabii tüm sanatları yaşamının içine koyabilen… Bir bakıma yaşama sanatını en iyi icra eden profillerdir tasarımcılar.

Hazır moda yükselmeye başlayıp Halston kendine sindiremediği halde Calvin Klein bile jean pantolon üretmeye başlayınca, marka düşüşe geçiyor, el değiştiriyor ve tasarımcının dünyasından oldukça uzak bir yönetim ile tasarımcı, işte benim de en önemsediğim sahnede birbiri ile çatışıyor.

İLHAMIN BÜTÇESİ KESİLEMEZ !

Bu yeni firmanın müdürü, gerek odası, giyim tarzı, gerekse yemek yeme biçimi ile sıradan bir Amerikalı. Tek derdi hesap kitap yapıp tasarımcının ona göre olağan dışı görünen harcamalarını kısmak ve şirketi düzlüğe çıkarmak. Bu çatışmada, modacının parti ve kokain ile dolu yaşamı, güne, (yani müdüre göre çalışmaya) hangi saatte başladığı gibi pek çok konu masaya yatırılıyor. Kuşkusuz iki taraf da kendince haklı ancak birbirlerinin halinden ve dünyasından hiç mi hiç anlamıyorlar. Birbirlerine o kadar uzak iki karakter ki bunlar, her ikisi de ötekini değersiz görüyor ve aşağılıyor. Sonunda bir gün iyice çileden çıkan müdür Halston’un bu gereksiz harcamalarını yüzüne vurmak için odasına geliyor ve bağırarak orkidelerin bütçesini kısmasını istiyor. Halston, adamı arkasından eşyalar fırlatarak kovalarken “Bu ne cüret ! Orkideler benim yaratım sürecimin bir parçası! İlhamın bütçesi kesilemez!” diye haykırıyor.

Tasarımcı kalbim her ne kadar Halston için çarpsa da, iş insanı aklım, bu olaylar zincirinin onun sonunu hazırlamasına üzülüyor. Halston bu uyumsuz birliktelikte kaybeden oluyor ve sonra kendi ismi ve markası altında dahi tasarım yapamayacak biçimde sistem eliyle kendi şirketinden uzaklaştırılıyor; üstelik bunu da olup bitenden sonra idrak ediyor. Bu dönem zaten onun, aslında AIDS olduğunu öğrendiği ancak doktoruna “Bunu herkes kanser olarak bilecek” dediği zamana denk geliyor.

ELEŞTİRİLERİN BİR ÖNEMİ YOK.

Ticari olarak başarısız olan bu yalnız yaratıcı, son hamlesini eski dostu Martha Graham’ın sahneye koyacağı Persephone’un kostümlerini tasarlayarak yapıyor. 1987 yalında ilk kez sahnelendiğinde, Halston’un kostümlerinin nerede ise tüm eserin önüne geçecek kadar başarılı olduğu bu gösteri sonrasında, tasarımcının eleştri ile olan yakın bağını da gözlemliyoruz. Tüm kariyeri boyunca kritikler için, “Eleştirinin önemi yoktur” mottusunu sürekli  dile getiren Halston, gösterinin akşamında Eula’ya yazılanları tek tek okutuyor. Hayatı boyunca onun özel yaşamını ve radikal tasarımlarını, işteki başarısızlıklarını yerden yere vuran eleştirmenler bu kez bu kostümler karşısında öyle büyülenmişlerdir ki, en olumsuzları bile çok değerli şeyler yazmıştır. Dış dünyaya takındığı maskesi ile, oldukça olumlu olan bu eleştiriler için de “Eleştirilerin bir önemi yok” dese de, nihayet takdir edilmenin, sevilmenin ve çocukluğundan beri beğenilme arzusu içinde olan tasarımcının çabalarının sonu gelmiş gibidir ve gözlerinden bu replikle birlikte birkaç damla göz yaşı dökülür.

Bir yaratıcı için elbette eleştirilerin çok, ama çok önemi vardır !

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi