İktidar için bir takıntı ve ‘kaçış’: Gezi
Seküler Türkiye’ye yönelik tepki, öfke ve nefret imkânı sunan Gezi Parkı direnişi, gerçekleştiği süreç içerisinde iktidar açısından bir “takıntı” olduğu kadar gerek ulusal gerek bölgesel zeminlerde kendisi karşısında beliren İslâm-içi rekabet ve çatışma odaklarından “kaçış” yolunda da bir seçenek oluşturmuştu
Gezi’deki ağaçları gözetme derdiyle başlayan mütevazı çevreci eylem, polis şiddeti sonucu kapsamlı bir toplumsal başkaldırıya dönüştü. Bu başkaldırının temel nedeni “kültürel”dir. Ne dış mihraklar ne askeri vesayet özlemciliği ne Ergenekonculuk ne Sorosçuluk ne de lobicilik bu patlamayı açıklar. Olsa olsa sadece üstünü örter. Türkiye’de dinsel bir kültür (yaşam biçimi ve “ahlâk”) empozesi yolunda hanidir tedirgin edici adımlar atan iktidar, Gezi Parkı’nın kıvılcımıyla karşısında toplumun azımsanmayacak bir kesimini buldu. Bu, “seküler kültür”ün çığlığıdır. Hayata müdahale ettiği hususunda hiç kuşku bırakmayacak şekilde kararlı adımlar atan bir “dinsel otoriteryanizm”e karşı yükselmiştir.
İktidar tarafından dindar-muhafazakâr bir toplum yaratma hedefinin seküler-liberal bir toplum hilafına öne çıkartılmasının bir kültürel makas değiştirme girişiminden öte adeta bir yeni ulus yaratma projesine kadar yolu olacağını düşündüren ekonomi-politik manipülasyonların önü de olaylar sürecinde açıldı denilebilir. Bu bağlamda “politik” bileşen açısından, özellikle Başbakan’ın polis şiddetine sahip çıktığını işaret etmek gerekir.
Başbakan beş gencin hayatını kaybettiği [daha sonra can verenlerle sayı 10 oldu], sayısız insanın polisin gazı, suyu, kapsülü, copu, tekmesi-tokadıyla yaralandığı olaylarda mağdur olanlara yönelik elle tutulur ne bir sempati ne de empati sergiledi. Aksine polisi takdir ederken polis şiddetini de adeta o kadar kusur kadı kızında da olur dercesine hafifsedi. Üstüne üstlük “Polisimizi daha da güçlendireceğiz” diyerek toplumun önemli bir kesimini iyice karamsarlığa itti. Bu, “kültürel” kaygılarla protesto gösterilerine yönelen toplum kesimine verilen çok net bir politik (“polisiye” de denilebilir!) yanıttır.
Burjuvazinin “kültürel” kırılması
Yekpare bir dindar-muhafazakâr “ulus” var etmeye dönük ekonomi-politik manipülasyonların ekonomi bileşeninde de Cumhuriyet’le yaşıt seküler burjuvazinin tasfiyesi cihetine gidileceğini düşündüren bir takım iddia ve tehditlere vurgu yapılabilir. Başta Başbakan olmak üzere hükümet, onları destekleyen medya kuruluşları, bu kuruluşlarda yazan-konuşan isimler, Gezi Parkı olayları boyunca Koç Grubu başta olmak üzere Türkiye burjuvazisinin seküler kanadının protestoları desteklediğini iddia ve ima eden sözler sarf ettiler. Bu kesime yönelik tehditlerin somut bir sonucunun, o süreçte Koç Grubu şirketlerinin olağandışı şekilde vergi ve marker incelemelerine tâbi tutulması olduğu da ileri sürülebilir.
Türkiye burjuvazisi zaten 1990’lardan beri “kültürel” olarak ikiye ayrılmış durumda. TÜSİAD’da karşılığını bulan seküler burjuvazi ve Türkiye’de kapitalizmin 1980’lerden itibaren merkezden çevreye yayılıp yaygınlaşmasının hem sonucu hem de itici gücü olarak 1990’da kurulmuş MÜSİAD’da örgütsel temsiliyetini bulan “Müslüman burjuvazi”… AKP iktidarının ekonomik desteğini bu ikinci burjuvaziden aldığına kuşku yok. Ama AKP’nin Türkiye’de askeri vesayetçi statüko karşısında ayakta kalmasında ve sonrasında bu vesayet rejimini tasfiye etmesinde “meşruiyet” açısından seküler burjuvazinin önemli bir kesiminden (yanı sıra da onlarla dirsek temasındaki “liberal entelijensiya”dan) politik destek gördüğünü de belirtmemek haksızlık olur.
İktidar, evet, Gezi Parkı olaylarını fırsat bilerek Türkiye’de sermayenin “seküler” kolunu-kanadını kırma yolunda adımlar atmaya başladığını düşündürecek bir izlenim bırakıyor. Bilindiği üzere, ulus-devletin temel dinamiği burjuvazidir. Burjuvazinin seküler kanadını zayıflatıp “İslâmi” kanadını daha güçlü ve hâkim kılma girişimleri, sebebi ne olursa olsun, seküler ulus-devleti, İslâmi bir ulus-devlete dönüştürme yolunda hayli kritik bir “ekonomik” eşiğin aşılmasının hedeflendiği kaygılarını beraberinde getiriyor.
Gezi takıntısı, El Kaide’ye bile galebe çaldı!
Başbakan, Gezi patlamasından bir ay sonra ortaya çıkan Mısır’daki olayları da hep Gezi’ye referansla ve tabii “çoğunlukçu demokrasi” (ki yolu popülist otoriteryanizme çıkıyor) anlayışını meşrulaştıracak çerçevede okudu ve okumaya devam ediyor. İktidar sahipleri, toplumun duygusallığı karşısında soğukkanlı bir aklîliği işlerliğe sokmak yerine aynı doğrultuda bir tepkisel duygusallık içinde “Gezi”ye takılıp kalmış durumda. Bu o kadar öyle ki şu ara ülkeyi yönetenlerin gündeminde en ön sırada olması gereken Somali Büyükelçiliği’ne El Kaide saldırısının esamisi okunmuyor ortalıkta.* Düşünün, bir başka ülke, mesela ABD, Rusya, Çin, Britanya, Fransa, Almanya, eğer kendilerine yönelik böyle bir saldırı olsa nasıl karşılardı!.. Ve tahmin edin, böyle bir saldırı başka bir odaktan gelse Türkiye’de gerek “Resmiyet”in, gerekse ona meyyal toplum kesiminin tepkisi nasıl olurdu… Mavi Marmara olayı sonrası İsrail’e yönelik resmi-sivil tepki patlamasını da hatırlayın!..
El Kaide eylemi karşısında Türkiye’de “Resmiyet”in ürkek tepkiselliği yukarıdaki düşünce, tahmin ve hatırlatmalar eşliğinde oldukça manidar… Ve zihinler Gezi’ye öylesine takılı ki Başbakan hâlâ bize her vesileyle, o ya da bu davette konuşurken protesto gösterilerine yönelik maruzatlarını bildiriyor. Eşliğinde Mısır’daki darbecilerin “Müslüman Kardeşlerimiz”e zulmünü tel’in ediyor! Ama Somali’de kendi polisinin canını alan ‘Müslümanlık” karşısında bir nebze tel’in duymakta zorlanıyoruz.
O halde denilebilir ki seküler Türkiye’ye yönelik tepki, öfke ve nefret imkânı sunan Gezi Parkı hadisesi, iktidar açısından bir “takıntı” olduğu kadar, gerek ulusal gerek bölgesel zeminlerde onun karşısında beliren/belirecek İslâm-içi rekabet ve çatışma odaklarından “kaçış” yolunda da bir seçenek oluşturmaktadır.
Türkiye’de hâkimler yok!
Yukarıdaki yazım, Gezi Direnişi’nin etkisinin hâlâ çok sıcak hissedildiği günlerde 1 Ağustos 2013’te BBC Türkçe’de yayımlanmıştı. O zaman, “Gezi Parkı olaylarının başlamasının ikinci aydönümünde olup bitenlere ve vardığımız noktaya bakalım” diye yazıya giriş yapmıştım.
Bugün Gezi’nin 9. yıldönümünde varılmış noktaya baktığımda ise günlerdir hemen herkesçe kaydedildiği üzere ben de sözün bittiği yerdeyiz demekten öteye gidebilecek durumda hissetmiyorum kendimi.
Ya da belki söylenebilecek tek söz, “Türkiye’de hakimler yok” demek olabilir.
Bunun ötesinde ne bir cümle eklemek ne de bu konuda (ya da herhangi bir başka konuda) yazı yazmak geliyor içimden…
O yüzden geçen hafta son duruşma öncesi Gezi’nin ne olduğu-ne olmadığı üzerine uzun uzadıya bu sayfalarda aktardıklarımı tamamlayıcı mahiyette, 9 yıl öncesinde kaleme aldığım yazıyı tekrar paylaşmaktan ve o gün neredeysek bugün de oradayız mesajı vermekten ve anlayışınıza sığınmaktan öte yapacak bir şey bulamıyorum!..
________________
*Bahsedilen hadise, 27 Temmuz 2013’te Somali’nin başkenti Mogadişu’da El-Kaide bağlantılı Eş-Şebab örgütünün Türk Büyükelçiliği’nin ek binası önünde üç kişilik intihar timi ile gerçekleştirdiği canlı bomba saldırısıdır. Saldırıyı fark eden ve saldırganlarla çatışmaya giren dört özel harekât polisinden biri, Sinan Yılmaz, şehit olmuştu. Eş-Şebab, Türkiye “mürtet” Somali rejimine destek veren ve şeriat düzenini yok etmeye çalışan bir ülke olduğu için saldırıyı düzenlediği açıklamasını yapmıştı.)