Karma karışık pazar yazısı

Ne yazıyorsun bu hafta? diye sordu arkadaşım. Bilmiyorum dedim. Bir başkası her hafta nasıl yazıyorsunuz? dedi geçenlerde, galiba doğru dürüst cevaplayamadım da, ne zamanlar yazabildiğime dair bir iki kelime söyleyiverdim. Yazma konusunda gayretli ve tutkulu bir çömezden öte değilim. Yaşadığım hayat, yaşadığım kent, haftalık yazabildiklerimden çok daha fazlasını hak ediyor üstelik. Bu hafta bu nedenle etrafta olup bitenleri size aktarmaktan çok kendi dünyamın karışıklığı ile ortaya çıkmış karma karışık bir Pazar yazısı sunuyorum.

Pazar zaten rehavet günü. Benim için kutsal gün. Telefonla konuşmayı, bir yerlere gitmeyi sevmem; açık olmak gerekirse dostlarımla veya sevgilimle olmayı bile tercih etmem. Okumayı, kedi sevmeyi, bir takım filmleri ve dizileri izlemeyi, iyi bir içki içmeyi, güzel bir yemek hazırlayıp yemeyi, özetle kendimi şımartmayı severim. Biz çalışan insanların Pazar günü biraz da bakım, onarım, temizlik, toplanma günü gibidir; ben bunların hiç birini de bu kutsal günde yapmayı istemem; haftanın diğer günlerine sıkıştırmayı tercih ederim. Şimdilerde en büyük keyfim Gazete Pencere Pazar ekimizi okumak; sizlerden gelen yorumlarla yazılar üzerinden bağlar kurmak.

Pazar gününü düşünmek gerekli, önemli bir gün. Çocukluk yıllarımda annemin mutlaka çiğbörek veya mantı pişirdiği, ailecek televizyonda Western filmlerinin izlendiği, aile sofralarında buluşulan bir gündü Pazar. Dünyanın pek çok kültürü için güzel bir gün.

Pieter Bruegel, Babil Kulesi tablosu.

NEDEN HALA HAFTADA 5 GÜN, GÜNDE SEKİZ SAAT ÇALIŞIYORUZ?

Babillerin astronomi merakı ile ve Akkad Kralı 1.Sargon’un fermanıyla M.Ö. 2300 yılından beri yedi güne bölünmüş haftamızın son günüdür Pazar. Babiller bildiğimiz anlamda zamana dair tüm kuralları belirlemiş uygarlıktır, örneğin bir saatin 60 dakika olmasını da onlara borçluyuz. Şimdiki Irak’ın ortasında bulunan bu uygarlık, gökteki yedi cismi gözlemleyebildiği için yedi sayısı onlarda kavramlaşmış, mitleşmiş. Babiller karanlık gecelerinde göklere bakıp, Ay ve Güneş ile birlikte Venüs, Mars, Merkür, Satürn ve Jüpiter’i de fark etmiş, ölçümlemiş, bildiklerini nesiller boyu kullanılsın diye kayıt altına almışlar. Işık doğudan yükselir misali bu zaman dilimleri de doğudan yayılmış evrene. Önce Yahudiler, sonra Yunanlılar benimsemiş yedi günlük haftayı. Mısırlılar 10 gün olarak bölmüşler haftalarını; Roma İmparatorluğu sekiz günlük haftalarla yaşıyormuş. Babillerin, Perslerin ve Yunan imparatorluklarının yakın doğudan Hindistan’a dek uzanan topraklarda yedi güne göre yaşadığı bir dönemde, Roma İmparatorluğu, Büyük İskender yönetimindeki toprakları işgal etmeye başladıkça, sekiz günlük haftalık zaman onlar için sorun olmaya başlamış. Dünyanın evrensel olarak kullandığı yedi günlük hafta, tam da burada, İstanbul’da MÖ 231 yılında İmparator Konstantin’in fermanı ile, Roma imparatorluğu için yedi günlük hafta resmi olarak ilan edilince başlamış. Konstantin Pazar günlerini de tatil ilan eden isim aynı zamanda.

Dünya şu sıralarda haftalık 5 ile 6 gün arasında değişen çalışma günlerini azaltmayı tartışıyor. Teknolojinin yaşamlarımıza sunduğu hız ve kolaylık, eskiden günlerce uğraş verilen işlerin her alanda artık çok daha hızlı ve kısa sürelerde yapılmasını sağladı. Benim zamanımdan önce mektupla gönderilen resmi belgeler, benim işe ilk başladığım sıralarda fax makinesi ile transfer ediliyordu. Sekiz saatlik mesaimizin belki de toplamda bir-ki saati fax makinesi başında beklenir; bazen gelmeyen belgeler sebebi ile bazı işlerin devamı ertesi güne kalırdı. Şimdi  e-mail ve Whatsapp hızında gelip gidiyor yazışmalar. Görüntüler, projeler, fotoğraflar, büyük ebatlı sunumlar bizim için değil ama dünyanın pek çok yeri için 5G hızında. 

Çalışan insanın iş gücü için nasıl da adaletsiz bir dünya ortaya çıktı düşünebiliyor musunuz? İnsanlık pek çok işi çok daha kolay ve hızlı yapabilecek hale geldi, bir günün 8 saatlik mesaisinde ve haftanın 5 veya 6 günlük zamanında yapılabilen işlerin niceliği katlarca arttı. Buna karşılık daha çok çalışan, yorulan, daha çok proje  ve iş üreten insanın ücreti artmadığı gibi ona görülen tatil hakkı da yüz yıllardır hala tek bir hafta sonu ile sınırlı kaldı. Patronlar bu duruma sessiz kaldılar, eh kim istemez eskiden bir haftada biten işlerin şimdi bir saatte bilemediniz bir günde bitmesini; kurumsal verimliliğin iki, üç değil belki yedi, on, yüz misli artmasını…

Bunca işi üreten insanın yorgunluğu katlarca arttı; dinlenme ihtiyacı eskisinden çok daha fazla. Hemen hemen hepimiz beynimizin doluluğundan, boynumuzun büküklüğünden, belimizin ağrısından şikayet eder halde yaşıyoruz. Sağlık giderleri şirketler için artış gösteriyor. Evdeki hesap çarşıya uymuyor. İnsanın verimliliği düşüyor, iş saatleri dışında iş harici konularla ilgilenme zorunlulukları boy gösteriyor.

Üretilen katma değer ve sonuç odaklı olması gereken iş yaşamı, saatlere ve günlere bağlı eski alışkanlığında kaldıkça artık meddi ve manevi kayıp hem iş veren için hem de çalışan için artıyor. Aynı durum eğitim sistemi için de geçerli.

İşte bu ve benzeri nedenlerle dünyanın medeni ülkeleri, insanların toplam yaşam kalitelerini arttırmak, onlara hak ettikleri dinlenme zamanını tanımak için kolları sıvadılar. Gelişen teknolojilerin insanı sömürmek yerine onun refahını arttırması gerekli. Toplumlar bunun bilincinde ve resmi yapılardan talepkarlar. Türkiye’deki bu farkındalık sanırım dünyadaki son halka olarak gelebilecek. İçinde bulunduğumuz yılın Nisan ayından bu yana, Hollanda, Danimarka, Japonya, İspanya, Belçika, Avustralya ve Birleşik Krallık haftada resmi olarak dört gün çalışma kuralını benimsedi. Darısı başımıza. 

Kalabalık bir ada vapurunda buldum kendimi.

İSTANBUL YAVAŞ ŞEHİR Mİ OLSUN?

Geçtiğimiz hafta içinde sosyal medyada arkadaşım Haluk Uluhan “İstanbul Citta Slow olsun” yazmış! Bu tür paylaşımların altlarını okumayı severim. Ben inadına “Neden? İyi böyle!” yazıverdim. Tahmin edersiniz, iç geçirenler, ah keşkeciler, o treni kaçırdık diyenler çoğunluktaydı. İstanbul’u karış karış bilen bir turist rehberi olan Haluk bunu kuşkusuz hınzırca ve kinaye ile yazdı. Ancak yorumlardan böyle bir özlem, istek olduğunu da görmek mümkündü ve bu bana oldukça  tuhaf geldi.

Yüzyıllarca büyük büyük olaylara, savaşlara sahne olmuş bu nadide coğrafyanın, tarihten bu yana dünyanın en önemli limanlarından biri olmuş bu kentin, en önemli imparatorların saraylarından eşsiz boğazı izlediği, sahip olmak için stratejiler geliştirdiği, birbiri ile yarıştığı bu muhteşem beldenin yavaş şehir olma hayali beni bir hayli güldürdü; hatta bu gerçekten de isteyebileceğim en son şey. İstanbul hız demek, sonsuz ihtimal demek, bildiğimiz her şeyi bir anda unutabilmek, unuttuklarımızı bir anda hatırlayabilmek demek. İstanbul bu hali ile sürpriz, adrenalin, coşku, göz kamaşması, bir tür sarhoşluk demek. Elbette herkes için anlamı farklıdır ama benim gibi bir Ana-karalının İstanbul tercümesi buralardan başlıyor ve yüzyıllarca ilham verdiği insanlarda da mutlaka aynı duyguyu yaratmış olmalı diye düşünmeden edemiyorum. Kimse yavaş şehirleri fethetmek istemez.

Tıpkı insanlar gibi kentlerin de mizaçları var. Kimi edebiyat eserleri, kimi şairler İstanbul’u yorgun ama hala güzel bir kadına benzetir. Napolyon’dan Çaykovski’ye, Le Corbusier’den Laboutin’e İstanbul’u yaratıcı, güzel, güçlü bulmayan yoktur. Kanımca İstanbul asla yorgun filan da değildir; hepimizi cebinden çıkarır! Tüm yıpratılmışlığına, hor kullanılmışlığına rağmen hala güzelliğini korur ve akıllı bir kadın gibi asla fethedilemez.

İstanbul’un zenginliği ve güzelliği rant ekonomisinin iştahını her dönemde kabartan bir etken olmuş. Pamuk’un ikonik karakteri Mevlut’un, etrafı gökdelenlerle dolsa da her zaman satabileceği bozasının olması misali, “İstanbul’un dağı taşı altın” düşüncesi, gerçekten de dağının ve taşının bile bu değeri yatırımcılarına sağlamasına sebep oluyor. İstanbul’a ne verirseniz, o size mislini veriyor. İstanbul’dan ne kadar çalsanız, ne koparsanız o kendini bir şekilde eksikleriyle, parçalanmışlığı ile ayakta tutmaya devam ediyor. İstanbul bir türlü bitmiyor; adeta yeniden doğuyor.

İçinde bulunduğu talan ortamı, yapılaşma yoğunluğu, şimdilerde deprem korkusu ile hızlanan dönüşümle birlikte çekilmez bir hal alan bu mega köyde yaşamın ritmi iyice ağırlaştı. Değişen ekonomik dengeler, kentlinin daha yaşanır, ekonomik olarak daha dayanılır yerlere göç etmesine sebep oluyor. İstanbul, sadece çehresiyle değişmiyor, kentin kullanıcısı da değişiyor.

Geçtiğimiz hafta sonlarından birinde kendimi oldukça kalabalık bir ada vapurunda buldum. İstanbul dışından birinin “kalabalık” kelimesinden bile anladığı farklıdır. Kalabalık derken vapurdaki boş alanların 10 cm’lere ulaştığı, tüm merdivenlerin ve yerlerin insanlarla dolu olduğu bir kalabalıktan söz ediyorum. Böyle bir vapurda iki (aksanlarından İngiliz olduklarını düşündüğüm) genç kadın turist oturma alanında köpeklerinin sepetlerini ve çantalarını da koltuklara koymuşlardı. Onlara bu çantaları işaret ederek ve kibarca “Müsaade eder misiniz?” diyerek oturmak istedim; karşılığında büyük bir agresiflikle ve küstahlıkla karşılaştım. Hanımefendiler bu muhteşem kalabalıktaki vapurdaki bu kıymetli oturma yerini bana vermediler ve çantalarını sepetlerini orada tutmaya devam ettiler. Ben olsam hemen eşyalarımı yere alır ve isteyen birine yer verirdim; muhtemelen böylesi kalabalık bir vapurda zaten baştan koltuğa bu şekilde yayılamazdım. Hangi yaklaşım doğru gerçekten de bilmiyorum.

Müthiş kültürel misafirperverliğimiz, yaşımın olgunluğu ve sinirlendiğimde geri sakinleşmemin ne kadar zor olduğunu hatırlamam ile birlikte, uğraşmadım ve sessiz kalıp, vapurun kıçındaki merdivenlerde yer buldum, diğer turistlerle birlikte tünedim. Ada vapuru anımın güzelliği ve bu zamanın bozulmamışlığı benim için daha kıymetli oldu.

Bu fotoğraf 2020 yılında NTV kaynaklı. Boğaz’da bu manzara hemen her gün görülebilir.

ÇÖP ŞEHİR İSTANBUL

Başka bir gün kalabalık Arap turist ailesinin sayısız çocuklarının yerlere çöp attığını görüp uyarmıştım. Geçen Cuma günü de akşam vapurunda bu kez kalabalık bir Rus ailenin tüm kadınlarının birden sigara yakması üzerine bunun aslında yasak olduğunu belirttim. Uyarım üzerine sigaralarını ahşap vapurun yerlerine atıverdiler; ikinci kez uyardım, daha bir şey söyleyemeden yerden alınan izmaritler boğaz sularına atılıverdi. Her gün bunlardan onlarca deneyimliyorum; eminim diğer İstanbullular da. Sadece turistler değil; İstanbul’dan nasiplenememiş İstanbul sakinleri de aynı davranışı sergiliyorlar. 

Çöplerle birlikte yaşıyoruz. Sadece dünyanın çöpünün Türkiye'ye gelmesi sorun değil, sokaklarımız da çöp içinde.

Yakın zamanda hem yüzde bilmem kaç yüz kira artışını kabul etmediğim için mahkemelik olduğum, hem de zaten son derece uygunsuz bir yapı olduğu için dönüşüme giren kiralık evimden taşındım. Bu, bu aralar İstanbul için klişe bir hikaye; hemen hemen tüm kiracılar ve ev sahiplerinin kuralsızlık yüzünden telef olduğu, adaletsizliğin kol gezdiği bir dönemdeyiz. Taşındığım yeni mahallem Kadıköy. Hiç sevemediğim bu bölgenin pisliğini gördükçe inanılmaz bir üzüntü kaplıyor içimi. Bulduğum her fırsatta, belediye yetkililerini sosyal medyadan göreve çağırıyorum. Ancak asıl sorun belediyenin çöpleri ve sokakları temizlemesi değil; sokakları geceler boyu dolduran ve çeşitli ortamlarda hep çevre için, iklim için, iyi yaşam için duyar kasan gençliğin kendi çöpünü sokaklara bırakıp giderken çekmediği vicdan acısı. Düşünün öyle bir ülke ki evine girerken ayakkabısını evin kapısında bırakıyor; ancak elindeki çöpü yürüdüğü sokağa atmakta bir terslik görmüyor. Bu çöp meselesi güzellikle de iflah olmuyor. Boğazın hala her gün bir tablo gibi olan o eşsiz sularına vapurdan, kıyılardan atılan çöplerin ve bu “atma” eyleminin nasıl da doğal yapıldığının şokunu bile yaşamıyoruz artık. Dünyanın çöpünün Türkiye’ye boca edilişini görerek yetişen bir neslin kendi çöpüyle olan ilişkisini nasıl yönetebilirsiniz?

Turistlerin yaşadığımız yere gösterdiği saygı, bizim kendi evimize gösterdiğimiz kadardır. Yaptıkları ile hiçbir baskı veya uyarı görmeyenler; hemen herkesin benzer davranışlar sergilediğini görenler elbette özensiz davranacak. Aynı turistler kuşkusuz bir Avrupa kentinde, Amerika’da veya Kanada’da aynı tutumu sergileyemezler; eğer sergilerlerse o kentin sakinleri canlarına okur çünkü.

Daha iyi bir yaşam mümkün. Ancak sanıyorum İstanbul’da değil. İstanbul’da yaşam sürdürmek için kentin değişen ritmine uyum sağlayan bir savaşı olmalısınız. Giydiğiniz ayakkabıdan taşıdığınız çantaya, kullandığınız akıllı cihaz uygulamalarına dek her bakımdan organize, yaratıcı, sistemli olmalısınız. Bunu sevmeyenleri, istemeyenleri çok iyi anlıyorum; ben hala bu ritimden bu keşmekeşten ilam alan biri olarak ne kadar zorlansam da farklı bir yaşam formu, yaşam yeri düşünemiyorum.

Hak ettiği daha iyi ve kaliteli yaşam formlarını İstanbul dışında tasarlayanlar var.

Bu karma karışık Pazar yazısından sonra haftaya size bu harika hayallerden birinden bahsedeceğim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi