New York’tan İstanbul’a yüzen adalar

Deneyim her şeydir. Kent, içinde yaşayan insanlara deneyimleri başarı ile yaşatabildiği ölçüde, cazip ve yaşanabilen bir yer oluyor. Her kalabalık toplaşma, her ışık gösterisi aynı değeri yaratmayabilir. Kent, toplu yaşanılan bir yer olmasına karşılık, insana yalnız kalabileceği, onun yaratıcılığını, etraftan bir müdahale olmadan motive edebileceği alanlar sunabilirse, oldukça heyecan verici bir bağımlılık haline dönüşebiliyor.

New York ‘un Hudson nehri üzerinde, yepyeni bir yüzer park geçtiğimiz hafta açıldı.

Expedia’nın (ve diğer pek çok şirketin de tabii) sahibi olan medya patronu Barry Diller’ın bu park girişimi için 249 Milyon Amerikan Doları harcadığı belirtiliyor. Diller, ünlü modacı ve NewYorklu dendiğinde akla gelen ilk isimlerden biri olan Diane Von Fürstenberg’in de eşi aynı zamanda. Fürstenberg bundan yıllar önce, kentteki Meatpacking District isimli bölgede atıl halde bulunan demir yolunun, High Lane parkı olarak tasarlanmasına ve kentlilerin kullanımına kazandırılmasına ön ayak olan sivil oluşumun da en büyük destekçileri arasındaydı. High Lane parkı gerçekten de o bölgeye turistleri çeken, ve etrafındaki bohem dükkanlar ve kafelerle insanın NewYork’a gittiğinde mutlaka uğramak istediği bir yer haline gelmesini sağlamıştı.

Hudson nehri üzerinde bulunan bu dev iskele, Pier 54, uzun yıllardır güvenli olmadığı için atıl duruyodu. Bu boş yıllardan önce de çoğunlukla kültürel etkinlikler ve konserler için kullanılan bir yerdi. Düşünüyorum da, ben de, New York’ta suyun üzerinde yüzen bir adada, mesela Avro Part’dan Spiegel im Spiegel’i dinlesem, evime bambaşka bir insan olarak dönebilirdim. Deneyim her şeydir. Kent, içinde yaşayan insanlara bu türden deneyimleri başarı ile yaşatabildiği ölçüde, cazip ve yaşanabilen bir yer oluyor. Her kalabalık toplaşma, her ışık gösterisi aynı değeri yaratmayabilir. Kent, toplu yaşanılan bir yer olmasına karşılık, insana yalnız kalabileceği, onun yaratıcılığını, etraftan bir müdahale olmadan, motive edebileceği alanlar sunabilirse, oldukça heyecan verici bir bağımlılık haline dönüşebiliyor. Pier 54, yeni ismi ile Little Island (Küçük Ada) özenli peyzaj tasarımı ve 360 derecelik eşsiz manzarası ile bunu NewYorklulara sağlayacak gibi görünüyor.

İYİ KARARLAR, DOĞRU SONUÇLAR DOĞURUR

Yatırımcı Diller, bu yüzen iskeleyi 20 yıllığına kiralamış. İçinde kültürel etkinlikler için bir anfi tiyatro ve çocuklar için de alanlar bulunan bu platform için yapılacak harcamanın toplamda 380 milyon doları bulacağı da belirtiliyor. Bu platform öyle hop diye verilmemiş Diller’a. Elbette bu fikre karşı çıkanlarla, kent mevzuatı arasında sıkışılmış; uzun yıllar süren bir hukuki mücadele yaşanmış. Burada gerçekleştirilecek ve pek çoğu ücretsiz olarak sağlanacak aktiviteler için, maddi olarak kendi ayaklarının üzerinde duracak bir yapı kurulmuş.

Siz dünyanın en güzel atmosferini yaratsanız da orayı başarılı veya başarısız kılan içindeki organizasyonlardır. Ülkemizde atıl duran yüzlerce bilmemne merkezi ve tema parklarını bir hatırlayalım. Boş duran, zavallı atıl merkezler inşa etmek ve sonra buraları programsızlıkla kaderine terk etmek konusunda da pek çok alanda olduğu gibi dünya birincisiyiz. Kentlilere kenti, sadece piknik için değil; etkin ve yararlı biçimde kullanmaları için, ayrı bir kılavuz vermeli. Maçka Parkı’nda sosyalleşmek için, biraz da pandemi koşulları sebebi ile yığılan gençleri de, Maltepe sahilinde mangal yapan beyaz atletli bir takım adamları görünce de , kent yaşamından anladığımızın yeşillik zerinde yemek veya içmek olduğunu anladığımızı görüyor ve bir hayli üzüntüye boğuluyorum.

KENTLİLİĞİN LOKOMOTİFİ YEREL YÖNETİM

Aslında yerel yönetimlerin öncelikli hedefleri arasında, kuşkusuz altyapı sorunlarının dışında bu türden bir bilinçlendirme çabası geliyor. İstanbul’da bir süre önce değişen yerel yönetimin bu konuda büyük çaba sarf ettiğini belirtmeme gerek yok; hepimiz izliyoruz. Art arda açılan yeni yeşil alanlar, yapılan düzenlemeler, Spor İstanbul tarafından coşku ile kenti sarmaya başlayan spor etkinlikleri, veya farklı kültürden kentlileri de kavramak için yapılan fetih kutlamaları ve konserler, aslında hep bu deneyimi yaşatan, kentliyi kente bağlayan girişimler. Bunların tümü iyi nişetli ve harika çabalar olsa da gözlemlediğim kadarı ile, en çok şurada eksik kalıyoruz: Çok ve hızlı oluyor her şey. Bu çokluk, doğal olarak anlamsızlığa sebep olurken, hız da maalesef insanların algılamasında, tadını çıkarmasında, heyecan ile beklemesinde darbe vurucu oluyor. Siz ne olup bittiğini fark edinceye kadar bir takım insanlar bir yerlerde, kentin nüfusuna kıyasla etkisiz guruplar halinde bir şeyler yapıyorlar. Siz daha onun ne olduğunu sindiremeden bir yenisinin daha ortaya çıktığını görüyorsunuz, duyuyor dinliyorsunuz. Bu kadar çokluk ve hız içerisinde olup biteni takibi bile bırakıp, yorgunlukla kendi yaşam dertleriniz içine çekiliyorsunuz.

Daha yavaş, daha kaliteli, toplam deneyimi tümüyle tasarlanmış, dolayısı ile beklenen, unutulmayacak, kusursuz etkinliklerin tasarlanmasına daha çok yolumuz var sanırım. Bu bahsettiğim popülist kaygılarla sağlanabilecek bir şey değil. Geçici değil kalıcı olmak için uzun vadeli stratejiler kurmak, yavaşlamak ve anlam arayışında olmak gerek.

NewYork mu İstanbul mu? deseler, bu soruya her zaman her şeye rağmen İstanbul diye cevap veririm. Asıl sevgi galiba tüm kusurlarına, tüm yorgunluğuna rağmen derinlerde görebildiğine tutkun olabilmek demek…Ama New York özellikle son dönemde bu tür girişimlerle tasarım adına öyle bir yaşam sunuyor ki, insan keşke bizim kentimiz de en azından oradaki sonuçlardan ve belki daha çok süreçlerden ilham alsa diye düşünmeden edemiyor.

İYİ TASARIM İYİ EKİP DEMEK

Pier 54 üzerinde kurulan Little Island’ın mimari tasarımcısı İngiliz Thomas Heatherwick. Hayatımda izlediğim açık ara en güzel Olimpiyat deneyimi olan 2012 Londra Olimpiyatları’ndaki o eşsiz meşalenin ve tabii diğer pek çok şeyin de tasarımcısı. Heatherwick’in son tasarımlarından biri, yine New York’taki Vessel. Bu yapı, merdivenlerle çıkılabilen bir kule olarak tasarlanmıştı ve kentin turistik merkezlerinden biri olmaya adaydı, ne varki burada artan intihar vakaları şimdilik yapının ziyarete kapatılmasına sebep oldu; sanıyorum yeni düzenlemelerle kısa zaman içinde açılır. Diller, bu girişimini Heatherwick’e teslim ederek, bana göre çağımızdaki en iyi işveren kararlarından birine imza atmış. Çünkü bu tasarımcının konstrüksüyon temelli tasarım anlayışı böylesi bir proje için en gerekli ihtiyaçlardan biri. Birer enginar gibi açılan ayakların üzerinde, farklı kotlarda yükselerek tasarlanan Little Island’ın statik ve yapısal hesaplamaları, dünyada yine bu konularda neredeyse rakipsiz olan global şirket Arup’a verilmiş. Parktaki yeşil olan her şey ve elbet koku deneyimi de Signe Nielsen imzası taşıyor. Özetle bu tasarım projesine imza atanlar, şampiyonlar ligi gibi. Geriye kentlilerin buraya çocukları ile sevgilileri, eşleri ve aileleri ile veya kendi başlarına akın edip manzaranın, bahçelerin ve düzenlenecek etkinliklerin tadını çıkarması kalıyor.

LITTLE ISLAND’DAN GALATASARAY ADASI’NA

Bu girişim aklıma yıllardır atıl biçimde boğazın ortasında duran adayı getirdi. Eskilerin vapurlara kömür verdiği için Kömür Adası olarak bildiği bu ada, 1880 yılında sultan 2. Abdülhamit tarafından tapusu ile Kayserili Sarkis Baylan’a verilmiş. Elbet öylesine değil, meşhur Baylan ailesinin Osmanlı döneminin öncü mimar, müteahhit ailelerinden biri ve maalesef yaptığı işlere karşılık borç batağındaki Saray’dan alacaklarını tahsil edememiş ve bu borcun çözümü bu gayrimenkulün devri ile bulunmuş. Baylan burada mütevazi bir ev inşa etmiş. ( Ah o konak olduğu gibi korunabilseymiş! Bugün İstanbul’un en önemli ziyaret merkezlerinden biri olmaz mıydı?) Ada 1899 yılına dek Sarkis Adası olarak anılmış. Baylan’ın ölümünün ardından biriken vergi borçları adaya devletin el koymasına sebep olmuş ve Kömür Adası haline böylece dönüşmüş.

İstanbul, bu hikayedeki gibi bir negatif uçlar kenti. Bir gün zarif bir konak, ertesi gün kömür dağıtım merkezi olan bir adaymışız gibi yaşıyoruz aslında bu kentte hepimiz de.

Sonrasında Galatasaray Spor Kulübü’ne geçen bu ada, işletme ve mali sorunlar sebebi ile 2001 de özel bir işletmeye devredilmiş. İstanbulluların hayatında hatırladığımız üzede uzun zaman Buzada, Suada olarak yer aldı. Ben de burada birkaç kez yemeğe, veya havuza, bolca davete gittiğimi hatırlıyorum. Hatta De Beers pırlantaları için bir sergi de tasarlamıştım ve bu lansmanın gösterişli partisi, bu adada yanılmıyorsam gittiğim son etkinlik olmuştu. Bu özel işletmeler öyle başarısız oldu ki, ada yıllardır atıl bir enkaz olarak bom boş duruyordu. İstanbul boğazı gibi nadide bir coğrafyada, nadide bir ada parçası, öylece berbat bir halde kaldı. Şimdi ise, harika bir haber, Galatasaray Spor Kulübü’nden geldi. Geçtiğimiz aylarda ilgili hukuki süreci galibiyetle geride bırakan Kulüp adanın tekrar kullanımını aldı ve yapılan açıklamalar buranın hassasiyetle projelendirileceğini belirtiyor.

Bir zamanlar Sarkis’in evi de olan bu ada umarım sadece spor kulübüne ayrıcalıklı bir yer olmaz ve tüm İstanbulluların kullanımına açık olan bir vaha haline dönüşebilir ve umarım bu adanın tasarımı için New York’taki Little Island üstünlüğünde bir özel yaklaşım, geleneksel yaklaşımların ötesine geçebilir. İyi tasarım illa 380 milyon dolar da gerektirmez, sadece iyi tercihler ve tasarımcıya güven gerektirir.

Bugün Türkiye’de o adayı Little Island kadar, hatta daha güzel ve eşsiz bir cazibe merkezi haline getirebilecek onlarca iyi tasarımcı tanıyorum. Umarım onların eli bu nadide projeye değer.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi