Putin’i kazı, altından Batı çıkar

Putin, SSCB’nin çöküşü sonrası eski Sovyet topraklarında devlet mallarının çalınmasına dayalı şekilde IMF’nin tasarladığı vahşi kapitalizme geçişi kolaylaştıran “karmaşa içindeki düzen”in bir çıktısıdır. Zamanla da Sovyet sonrası topraklarda kapitalist sermaye birikiminin vurguncu mantığı hizmetindeki o karmaşanın mülksüz ve yoksul olanları bastırarak “idare”sini yetkin bir şekilde konsolide edip kurumsallaştıran figür olmuştur. Dolayısıyla Putin de NATO’nun kendi güdümüne soktuğu Ukrayna da Putin’e karşı ekonomik yaptırımların hedefi kılınan Rus oligarklar da, hepsi Batı’nın evlatlarıdır.

Anthony Burgess’in Otomatik Portakal romanının en çarpıcı yanı, başta karşımıza bir gençlik çetesinin üyesi zorba şeklinde çıkan karakterin öykünün sonunda polis üniformasıyla karşımızda oluşudur. Bu çarpıcı “vuruş”, aslında haydutla polisin bir “Janus kafası”ndan ibaret olduğunu düşünmeye çağrıdır.

Günlerdir Putin Rusyası’nın Ukrayna işgali ile ona karşı çıkan Batı’nın özellikle NATO ağzıyla dillendirdiklerini birlikte düşündüğümde ben hem Burgess’in romanını hem de Roma tanrısı Janus’un o “iki-yüzlü” kafasını hatırlamadan edemiyorum!..

Putin’in dölyatağı

SSCB’nin çöküşü sonrası eski Sovyet coğrafyasında ne olup bittiğine ilişkin oldukça erken dönemde (1996-96) gerçekleştirilmiş bir antropolojik araştırmaya dayalı güçlü ve güvenilir bir kaynak, Joma Nazpary’nin Sovyet Sonrası Karmaşa: Kazakistan’da Şiddet ve Mülksüzleşme adlı kitabıdır (Çev. Selda Somuncuoğlu, İletişim, 2003). Almatı’da Temmuz 1995-Ekim 1996 arasında bir yılı aşkın sürmüş alan araştırması temelinde Nazpary, kendisini şiddet, rüşvet, haraç, acımasızlık, dışlanmışlık, ezilme, fahişelik sarmalında dışa vuran ve görüştüğü bir genç Kazak erkeğin çarpıcı ifadesiyle “herkesin farkında olmadan Raskolnikov olduğu” ahlakdışı-kaotik ortamın (Rusça, “Bardak”) içinde hayatın nabzını damardan tutar. Çalışma, bugünkü Rusya’nın ve tabii Putin’in nasıl bir “dölyatağı”ndan çıktığını anlamaya da ışık tutucu mahiyettedir.

Yaşamın her alanına bir boşluk duygusunun yayıldığı, yaşanan anın sadece geçmişten koparılmış olmakla kalmayıp insanların önlerindeki zamanın da ortadan kaldırıldığı, yani geleceği de yok eden bu kaosu Nazpary, “piyasa-dışı bir toplumda birdenbire ve zalimce ortaya çıkan piyasa güçleri”nin yarattığını öne sürer. Bu süreçte yaşam, yaşamın içinde olup bitenler olağanüstü ölçüde belirsiz, tahmin edilemez, öngörülemez hale gelmiştir.

Nazpary, tabloyu şöyle somutlaştırıp netleştirmekte:

“Toplumsal güvenin yok olması; sermaye birikimi uğruna yabancı ve yabancılaştıran bir hırsın eşlik ettiği gelişigüzel ve görünmez piyasa güçleri mantığı; ve bunun büyük bir şiddet kullanımıyla desteklenerek birdenbire ortaya çıkışı, çok köklü bir varlıksal çöküntüye yol açmış. (…) Sovyet bloku ileri kapitalizmin mali, askeri, teknolojik ve ideolojik baskıları altında çeşitli devletlere bölünmekle kalmamış, ileri ülkelerin yayılmacı amaçları için de bir hedef haline gelmiştir. Batılı güçler Sovyet blokunu IMF ve Dünya Bankası gözetiminde dünya kapitalist sistemine eklemlenmiş, hammadde üreten bir bölgeye dönüştürmeyi başardılar. NATO’nun doğuya doğru genişlemesi ve Batılı danışmanların, spekülatörlerin, çokuluslu şirketlerin, petrol baronlarının, seks turizminin, seks endüstrisinin, bankacılık sisteminin, tefecilerin, mafyanın, misyonerlerin, gizli ajanların, bankerlerin bölgeye akın etmiş olmaları, Sovyet sonrası değişimde Batı’nın etkin müdahalesini gösteren işaretlerden sadece birkaçı. (…) Bankacılık sistemi de dahil tüm küresel sermaye ağları, Sovyet sonrası seçkinlere spekülatif yatırım ve aşırı tüketim için yeni fırsatlar sağlıyor: Seçkinlerin hammadde satıcısı olmalarını, devlet mülkünü ve parasını çalmalarını, devlet tahvilleri üzerinden vurgun yapmalarını, ticari tekeller oluşturmalarını, rüşvet ve zorbalık yoluyla ilkel rant arayışlarına girmelerini bu ağlar teşvik ediyor” (ss. 14, 22, 26).

Batı’nın bankacılık sistemi de dahil tüm küresel sermaye ağları ile kendilerine her türlü fırsatı sunduğu Sovyet-sonrası bu seçkinler bugün “oligarklar” olarak Putin’in Ukrayna’ya yönelik gaddar saldırısı karşısında aynı Batı’nın sözüm ona “caydırıcı ekonomik yaptırımlar”ının hedefi haline gelmiş durumdalar.

Hâlbuki yukarıda aktarılanlar doğrultusunda işin aslı ortada: Batı, kendi evlatlarını yiyor!..

Putin’in ayak sesleri

SSCB’de mal ve hizmetleri, elbette zaman içinde giderek bozulmuş-yozlaşmış olmakla birlikte yine de bir planlama doğrultusunda dağıtan merkezin çökmesi, yerel-bölgesel yöneticilerin özerkleşip kendi etki şebekelerini kurmalarına yol açtı. Bu şekilde aşırı güç sahibi olan bu bölgesel şebekeler, keyfî uygulamalarla şiddet, rüşvet, haraç ve kayırmalarla ahlaksızlık ve yolsuzluğu hayatın her alanına yaydılar. Siyasi ve idari seçkinlerden, karaborsacılardan ve mafyadan oluşan bu etki şebekeleri, Sovyet-sonrası topraklarda yeni ortaya çıkan devletlerin kurumları güçlendiğinde de kaybolmadılar, tersine bürokrasilerin emrine girdiler. Devlet memurları bu şebekelerin gözetmenleri ve aracıları olarak boy gösterdi. Böylece Nazpary’nin belirttiği üzere “karmaşa içinde bir idare tarzı” ortaya çıktı. Belki yazım hatası gibi gelebilir ama bu “kaos düzeni”nin temel işlevi, kitlesel direnişleri engellemek, mülksüzleşip yoksullaşmış insanların kendilerini içinde buldukları koşullara tepki gösteremeyip elleri-kolları bağlı hale gelmelerini sağlamaktı.

İşte Putin’in ayak sesleri de bu sürecin içerisinden, önce pıtır pıtır daha sonra da patır patır duyulmaya başlanacaktır.

Sözü tekrar doğrudan Nazpary’e bırakalım:

Vahşi kapitalizme geçişin çıktısı Putin

“Karmaşa, mülksüzlerin yeni yeni karşılaştıkları yağmacı kapitalizmin sert koşullarında yollarını görme kabiliyetlerinin olmaması anlamına geliyor. Ama elbette piyasayla tanışma olgusunu herkes karmaşa olarak deneyimlemiyor. Dalgaları aşmayı başarıp zengin olan birkaç grup, yeni zenginler, Sovyet sonrası değişimleri servetin, gücün ve tüketimin önlerine serildiği keyifli bir manzara olarak izlemekteler. (…) Nomenklatura üyeleri çeşitli malları karaborsada yüksek fiyatlarla satarak, takas ederek, stokçuluk yaparak kısa süre içinde inanılmaz bir servet birikimi yaratırlar. Petrol, çelik, değerli madenler ve silahlar yasadışı yollarla dış ülkelere satılır, yabancı mallar yine yasadışı yollarla ithal edilir, karaborsada satılır. Talan süreci, baskıcı devlet aygıtının parçalanmasıyla ortaya çıkan boşluğu dolduran mafya çetelerinin saldığı şiddetle desteklenir. (…) El koymanın ikinci adımı, bağımsızlık ertesinde devlet mallarının özelleştirilmesi ve fiyatların serbestleştirilmesiyle atılır; ekonominin merkezi kurumlarının çökmesiyle yöneticiler fiili anlamda işletmelerin sahipleri olurlar. Özelleştirmeler bu duruma yasal bir görüntü vermek amacıyla yapılır; özelleştirilmiş işletmeler ya kooperatiflere dönüştürülme yoluyla yöneticilerin malı olmakta ya da rüşvet karşılığında dost ve akrabalara düşük fiyatlarla satılmaktadır. Yani kısa kısa süre içinde yeni bir zengin kesim yaratılmaya çalışılmakta. (…) Fiyatların serbestleştirilmesi, fabrikaların kapanması, kitlesel işgücü fazlalığı, sosyal hizmetlerin kısılması ya da tamamen kaldırılması gibi uygulamalar ise IMF ve öteki Batılı kurumların önergeleri doğrultusunda gerçekleştirilenler. Kargaşa içinde bir idare tarzı olmasaydı, devlet mallarının çalınması ve IMF dayatması ekonomi politikalarının izlenmesi, kitlesel direnişlere yol açmadan mümkün olmazdı. Dizginlerinden boşalmış bir şiddetin, fesat ve yolsuzlukların karşısında elleri kolları bağlı mülksüzler yaratmış olan karmaşa koşulları, IMF’nin tasarladığı ‘vahşi kapitalizm’e geçişi kolaylaştıran başlıca etken” (ss. 14, 27-8).

Bu uzun uzadıya sunulan ama nakış nakış örüldüğüne de kimsenin itirazı olmayacak alıntıların veri olarak alandan toplandığı o 1990 ortalarında eski bir KGB çalışanı, yani “nomenklatura”nın içinden ve derininden biri olarak Vladimir Putin de yerel-bölgesel özerklik kazanmış mahiyetteki eski Leningrad, yeni Saint Petersburg şehir konseyi yönetiminde yükselen seçkinler arasındaydı. Dolayısıyla o, Nazpary tarafından kaydedildiği üzere, devlet mallarının çalınmasına dayalı şekilde IMF’nin tasarladığı vahşi kapitalizme geçişi kolaylaştıran “karmaşa içindeki düzen”in bir çıktısıdır. Zaman içerisinde de Sovyet sonrası topraklarda kapitalist sermaye birikiminin vurguncu mantığının hizmetindeki o karmaşanın mülksüz ve yoksul olanları bastırarak “idare”sini yetkince konsolide edip kurumsallaştıran figür olacaktır.

Putin’in “babası” ve “annesi” kim?

Geçen haftaki Pencere Pazar’da Putin’in politik pratiğinin tarihsel ve kültürel köklerini tartışmaya açma yolunda Aziz Vladimir’den Korkunç İvan’a oradan Stalin’e kadar açılan yelpazede bir izlek önermiştim (bkz., T. Atay, “Aziz Vladimir’den Korkunç İvan’a Stalin’den Putin’e ‘Kutsal Rusya’nın Bayrak Koşusu”, Pencere Pazar, 27 Şubat 2022; https://www.gazetepencere.com/aziz-vladimirden-korkunc-ivana-stalinden-putine-kutsal-rusyanin-bayrak-kosusu/). Bu bize Putin’in “kültürel-politik” genetiğini yansıtmaya çalışan bir izlek olarak değerlendirilebilir. Fakat Putin’in bir de “ekonomi-politik” genetiği, daha doğrusu içerisinden çıktığı bir “ana rahmi” var ki bu da işte yukarıda aktarılanlar doğrultusunda 1990-sonrası küresel-kapitalist dünya sistemidir.

Putin, biri “kültürel-politik”, diğeri “ekonomi-politik” bu iki dinamiğin tatlı izdivacının ürünüdür.

Ben bu yazıyı kafamda tasarımlamaktayken NATO Genel Sekreteri Stoltenberg NATO Dışişleri Bakanları toplantısının ardından ekranda diyordu ki (mealen) “Rusya ile savaşa girmeyeceğiz, onu ekonomik yaptırımlarla mahvedeceğiz. Biz savaşa girersek daha çok sivil ölür ve belki çok zor bunu ifade etmek ama savaşın Ukrayna ile sınırlı kalmasını sağlamaya çalışıyoruz.” Yani adeta bir vahşi hayvanın önüne et atmışlar ve onun belli bir bölgede bununla yetinip sınırlanmasını sağlamaya çalışmak gibi bir şey!..

Ama öte yandan ayrıca diyor ki Stoltenberg, yıllardır da Ukrayna’ya gerek askeri eğitim vererek gerek her türden askeri teçhizat ve silah sağlayarak yardımda bulunuyorlarmış. Nasıl mı? Elbette Nazpary’nin kitabında da kaydedildiği üzere doğuya, eski Sovyet coğrafyasına doğru genişleme stratejisinin bir parçası olarak…

Böylece kendi güdümlerinde politik-askeri olarak kristalleştirdikleri Ukrayna’yı, “Sovyet-sonrası karmaşa”nın düzen bekçisi kıldıkları Putin’e, adeta kuzuyu kurda teslim eder gibi bırakmış durumdalar.

Demek ki Batı sadece kendi evlatları olan Rus oligarkları yemekle kalmıyor; kendi evladı olan Ukrayna’yı da yine kendi evladı Putin’e yediriyor.

Zenginler savaşıyor, yoksullar ölüyor

Yukarıdaki gibi bir değerlendirme yaptığımızda, yazılı olarak da konuşarak da, en son geçtiğimiz Cuma günü Yavuz Oğhan’la Bidebunuizle’de (

1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın fitilini ateşlediği Hitler yayılmacılığı (ideolojik besinini dönemin “ırk paradigması”na dayalı sözde bilimsel savlarından almış olsa da) esasen kapitalizmin o dönem içinde bulunduğu derin krizin ürünü idi. Bugün de aynı şekilde artık bir küresel iklim kıyameti de yaratarak “kâr-büyüme-kalkınma” kısır döngüsünde yol almakta ısrar eden ve insanlığı bu “şeytan üçgeni”nin anaforuna sokmuş küresel kapitalizmin krizinin (daha önce Suriye’de de olduğu gibi) bir yeni ürünü olarak değerlendirmek gerekir Ukrayna’da olanları (bu doğrultuda taptaze ve güçlü bir analiz olarak bkz., Nancy Lindisfarne ve Jonathan Neale, “Putin, Modi and Trump: Ukraine and Racist Right-Wing Populism”,

Sözün özü, artık jeolojik dönemlendirme olarak dahi terminolojik karşılığı bulunmuş ve insan-ürünü bir tekno-ekonomi-politik işleyişin yeryüzüne cehennemi indirmesi anlamına gelen “Kapitalosen” çağında, Ukrayna’da zenginler savaşıyor ama yoksullar ölüyor.

Dolayısıyla ne sadece Amerika ne sadece Rusya, ama hem Amerika hem Rusya hem AB hem NATO hem Çin ve diğerleri… Kahrolsun kapitalizm, nokta!..

Özdemir Asaf’la bitirelim; onun “Bildiri” adlı şiiriyle:

“Bizler savaş ölüleriyiz,

 Bundan böyle karşı karşıya değiliz;

 Bildiririz.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi