Yazar Öldü, Yaşasın Okur

Yazarın rolü tarihsel süreç içinde farklı işlevler yüklenerek değişmiştir. Başka bir deyişle, yazar sabit bir konumda bulunmayıp sürekli farklı rollerle kültür sahnesine çıkmıştır. Bu rollere göre zaman içinde metnin ve okurun rolleri de değişti. Çünkü yazar, metin ve okurun rolleri, biri değiştiğinde diğerlerinin de zorunlu olarak bundan etkilendiği bir karşılıklılık ilişkisine göre belirlenir. Yazarın rolünün metin ve okurun rollerine göre öne çıktığı ve hakikate giden yolu aydınlatan bir öncü olduğu on dokuzuncu yüzyılda, yazar rolünü “mutlak tin” olarak oynuyordu. Böyle bir rolü oynayan yazar, evrensel bir bakış açısıyla bütünleyici bir söylem oluşturmaya çalışıyor ve metnin anlamına ilişkin yegâne otoriteyi (author-ity) temsil ediyordu.

Bu durumda yazar aşkın bir gösterendir; her şeyi gören ve bilen, hakikatin bilgisine sahip bir tanrısal varlık figürüdür. Bu figür okuyucuya ve metne herhangi bir alan sunmaz. Okuyucu da metin de edilgendir; metin yazılan, okur da okuyan nesnedir. Foucault’nun deyişiyle “evrensel entelektüel” olarak yazarın yazdığı metinde, yazarın varlığı her şeyden daha çok kendini hissettirir. Çünkü yazar, Foucault’nun belirttiği gibi, “vicdandır, bilinçtir, belagattir”.*

Evrensel hakikate dayalı metinler, neden-sonuç ilişkisine sıkıca bağlı, başı-sonu belli ve tek doğrunun savunulduğu, okura bilinç kazandırmayı amaçlayan metinlerdir. Okurun bu metinleri okurken anlam üretimine etkin bir şekilde katılması mümkün değildir. Çünkü anlam metinde “mutlak tin”, yani Tanrı rolündeki yazar tarafından zaten verilmiştir. Okurun görevi o anlamı kavramak ve kabul etmektir.

Yazarın sıfır derecesi

Yazarın otoritesi, yirminci yüzyılın başlarından itibaren ortaya çıkan birtakım yeniliklerle birlikte sorgulanmaya ve zayıflamaya başladı. Bu yenilikler, görelilik kuramıyla bakış açılarının çoğalmaya ve gerçeklik anlayışının değişmeye başlaması, bilinçdışının keşfi ve psikanalizin kurumlaşmasıyla beraber bilinçdışının yazar üzerindeki etkisinin fark edilmesi, bütünselliğin yadsınması ve parçalılığın kabul edilmesi, yazınsal yapıtların metinlerarası ilişkiler aracılığıyla yaratılmaya çalışılmasıdır.

Özellikle metinlerarası ilişkilerin yazınsal yapıtlarda gittikçe daha çok kurulmasıyla beraber, bir metnin bir yazarın düşünce ve duygularının bir ifadesi değil, farklı veya başka metinlerin birbirleriyle iç içe geçerek oluşturduğu bir dilsel yapı olduğu düşüncesi daha çok savunulmaya başladı. Böylece, yazara da dilsel yapı içerisinde var olan sözceleme imkânlarını araştırma ve düzenleme rolü verildi. Bu değişimler metnin yazılma ve okunma biçimlerine de etki etti. Metnin anlamını belirleyen “tanrısal yazar” figürünün hükmünü geçersiz kıldı ve yazarın iktidarını metnin ve okurun anlam üretimine katılmalarını sağlamak üzere parçaladı.

Bununla beraber, “evrensel entelektüel” olarak yazarın itibarının sarsılmasında, Batı felsefesinde Descartes’tan Sartre’a kadar egemen olan özne kavramının veya hükümran özne anlayışının 1960’lı yıllardan itibaren etkisini yitirmesinin de payı vardır. Özne merkezli felsefeye getirilen eleştiriler Tanrı rolündeki yazarın itibarının zayıflamasına neden oldu; bu da Nietzsche’nin Tanrı için dediği gibi, yazarın ölümü olarak ifade edilir. Çünkü yazar, hakikatin bilgisine sahip bir kişi olarak insanlara bilinç kazandıran bir otorite değildir artık. Roland Barthes, “Yazarın Ölümü” adlı yazısında, bu tanrısal yazar figürünü sorunsallaştırarak tartışmaya açar. Barthes’ın bu yazısı, tanrısal yazar figürüne karşı yeni bir yazar figürünün önerilmesi için de önemli bir referanstır.

Metinlerarası ilişkiler

Barthes, “Yazarın Ölümü”nde, yazarın metinden, yapıtından geriye çekildiğini, onun metin üzerindeki egemenliğini yitirdiğini ve böylece yazının özgürleştiğini belirtir. Özellikle, yapısalcılığın parladığı dönem olan 1960’lı yılların ikinci yarısından sonra yazın eleştirisi açısından bir metnin, çeşitli yazıların birbirleriyle uyum içinde olarak veya çatışarak ilişki kurmasından, sözcüğün kökenindeki anlamına uygun olarak farklı söylemlerin ve yazıların iç içe geçirilerek dokunmasından oluşan bir örgü olarak görülmesiyle birlikte, yazarın yapıtta giderek görünmez olduğuna dikkat çeker. Bir metin, birbirleriyle diyalog kuran, sohbet eden, polemik yapan, çatışan, birbirlerinin parodisini ve ironisini yapan başka metinlerden yapılan alıntılardan oluşmaktadır. Ancak bu sayede bir yazar başka yazarlarla ilişki kurmamaktadır. Kendi metniyle başka metinleri bir araya getirmekte ve böylece sadece bir yazınsal uzam yaratarak metinler arasında bir iletişim kurmanın olasılıklarını çoğaltmaktadır. Yazar metinler arasında bir medyatör ve moderatördür. Bu aslında her zaman böyle olmuştur; ama bugün bu durum daha belirginleşmiş ve kural haline gelmiştir.

Yazında modernlikten postmoderliğe giden süreçte metinlerarasılık ve yazarın yapıt karşısında geriye çekilişi dönüştürücü bir etki yapmıştır. Derrida’nın dediği gibi, postmodern yazında “metnin dışında hiç bir şey yoktur”. Yani sadece yazı vardır, yazar yoktur. Dolayısıyla yazar tarafından imlenmiş bir anlam da yoktur, ama okurlar tarafından yapılan farklı yorumlar vardır. Bir metin her okunduğunda kendinde var olan virtüel anlam farklı bir şekilde, bir olayın meydana gelmesi gibi ortaya çıkar ve böylece metin okur tarafından yeniden yazılır. Barthes’ın dediği gibi, “Artık şunu biliyoruz, bir metin tek bir teolojik anlama (Tanrı-Yazar’ın ‘mesajı’na) sahip bir sözcükler dizisinden oluşmaz: Metin hiçbiri özgün olmayan çeşitli yazı biçimlerinin boğuştuğu ve iç içe geçtiği çok boyutlu bir mekândır, binlerce kültürel mihraktan etkilenen bir alıntılar dokusudur”.***

Barthes’a göre bir metin daha önce var olan metinlerden derlenmiş bir kompozisyon, asamblaj ya da kolajdır. Barthes, metinlerarasılık kavramıyla metni, başka metinlere ait dilsel öğelerin değiş tokuş edildiği yer olarak, başka metinlere ait gösterge sistemlerinin yeniden kurulduğu hareketli bir yapı olarak tanımlar. Bu hareketli, değişen ve dönüşen yapıda metin, daha önceki metinlerin bir derlemesi veya alıntıların bir örüntüsü olarak kurulur. Başka bir deyişle, bir metin bir alıntılar örgüsüdür. Metne dair bu düşüncesiyle Barthes, metni yazanın ya da yeniden oluşturanın aslında yazar değil, okur olduğunu ima eder. Ona göre, “bir metnin bütünlüğü kökeninde değil, ulaştığı yerde bulunur”. Bir metnin ulaştığı yer ise okurdur. Barthes, yazarın tarih içinde değişen rolü tartışmasında, yazarın adını silerek okuru özne haline getirir. Böylece hem yazarın ölümü sonrası okurun doğumunu haber verir, hem de anlamın metnin kendisinden başka bir kaynağı olamayacağını vurgular. Ayrıca, Barthes “Yazarın Ölümü” ilanıyla bir metni, yazar tarafından belirlenmiş bir anlamı taşıyan kendilik veya varlık (entity) olarak görmek yerine, her okumada sözcüklerin arasında kurulan yeni ilişkilerle anlamın çoğalmasını sağlayan bir yapı olarak görmeyi önerir.

*Michel Foucault, Entelektüelin Siyasi İşlevi, çev: Işık Ergüden, Ayrıntı Yayınları

**Jacques Derrida, Gramatoloji, çev: İsmet Birkan, BilgeSu Yayınları

***Roland Barthes, “Yazarın Ölümü”, çev: Oğuz Tecimen, Notos Dergi, Sayı: 39

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Su Arşivi