MHP’nin lüzumu/lüzumsuzluğu

MHP’nin talihsizliği, onun ortaya çıkışından yarım asra yakın zaman önce, 29 Ekim 1923’te Türk milliyetçiliği ideolojisi temelinde bir devletin zaten resmen-siyaseten kurulmuş olmasıdır. MHP’nin talihi ise 29 Ekim 1923’te resmen-siyaseten kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin “sosyolojik-kültürel” kurulumunun hâlâ ve elbette sorunlarla devam ediyor olmasıdır. MHP bu sorunlardan, fikrî-ideolojik farklılık ve karşıtlıkların çatışmacı dinamiğinden beslenerek başlangıçtan bugüne “parlama-sönümlenme” gelgitinde varlığını sürdürüyor. Sönümlenme dönemleri, ülkede toplumsal barış ve uzlaşmanın öne çıktığı dönemlerdir. Parlama dönemleri ise sorunların, uzlaşmazlıkların, kutuplaşmaların, çatışma ve düşmanlıkların arttığı dönemlerdir.

Milliyetçi Hareket Partisi 13. Olağan Büyük Kurultayı açılış konuşmasını yapan Devlet Bahçeli formunun zirvesindeydi. Zaten son derece mahirane bir uyaklı belagat sahibi olan MHP lideri, bu uyaklı belagatiyle uyarlıca aralara şiirler serpiştirerek zenginleştirdiği konuşmasında bol bol düşman dedi, hain dedi, hasis dedi, zalim dedi, cani dedi, müfrit dedi, münafık dedi, tehdit dedi, zillet dedi… Vurmaktan, kırmaktan, ölümlerle eğlenmekten, kan dökmekten, yiğitliklerden, serdengeçtiliklerden, şehitliklerden bahsetti. Karanlık oyunlardan, kara kampanyalardan, ekonomik tetikçilerden, siyasi menfaat çetelerinden, alçaklıklardan, adiliklerden, halt etmelerden dem vurdu. HDP’yi mayın tarlası, CHP’yi beşinci kol, İYİ Parti’yi melanet bir proje olarak tarif ve tavsif etti.

Bu şekilde bir saati aşkın süren konuşmanın ağırlık merkezinde iki ifade vardı. Bir, “Tarihimiz bellidir, o da Cumhur ittifakıdır”; iki, “HDP herhangi bir başka isimle açılmamak üzere kapatılmalıdır”.  

Milliyetçilik böyle. Onda “Biz”, her şeydir; o yüzden tarih, bizden yani “İttifak”tan ibarettir. Ve milliyetçi ideolojide “Öteki” yoktur; varsa da ancak düşman olarak vardır. O yüzden HDP hiç açılmamak üzere kapatılmalı; CHP, İYİ Parti ve diğerleri de nifakla-melanetle iştigal etmenin bedelini ödemelidir. “Biz”in dışında kalan her şey, sapkın, müfrit, müfsittir.

Nihayet, asli amaç da yine konuşmada ifade edildiği üzere, devleti ayakta tutmaktır.

52 yıllık ‘Hareket’

Her ne kadar bu konuşma mevcut iktidarın içinde bulunduğu çaresiz sıkışıklığı aşma yolunda ittifak ortağınca acil ve anlık (bugünden yarına) ihtiyaçlar doğrultusunda dizayn edilmiş olsa da üslup ve format itibarıyla Bahçeli’nin ait olduğu siyasi hareketin ta en baştan bugüne varoluşsal koşul ve işlevini ortaya seren tipik bir örnek olarak da değerlendirilebilir. Bahçeli de söyledi, “52 yıllık hareketiz” diye ya, işte o “Hareket”in başlangıcında hangi dil varsa, hangi dille doğuş bulduysa bugününde de aynı dil, yani siyaset anlayış ve pratiği, elbette eşyanın doğası gereği sürüyor.

Rastgele bir örnek aktaralım geçmişten; karizmatik kurucu, Türkeş’in bir konuşmasından:

“Türk milletinin hür ve bağımsız yaşamasını yükselmesini gaye edinen bir hareket olan Türk milliyetçiliği, ilk defa Milliyetçi Hareket Partisi tarafından siyasi bir hareket olarak Türk milletine mal edilmiştir. Milliyetçilik anlayışımız; mânevi şuurlanmaya dayanır. Türklük şuuruna erişmiş, samimi olarak ‘Ben Türk’üm’ diyen herkes Türk’tür. Türk milletinin kendi varlığını meşru savunma duygusundan doğmuş bir şuur hareketi olan Türk milliyetçiliği, millet ve ülkemizi bölüp, yıkmak isteyen her türlü yabancı ideolojilerin baş düşmanıdır. Milliyetçiliğimizin amacı, milli sınırlarımız içinde yaşayan bütün yurttaşlarımızı hiçbir ayırım yapmaksızın; din, mezhep ve ırk farkı gözetmeksizin kucaklamak sevmek ve insanca yaşama şartlarına kavuşturmaktır. Milliyetçilik anlayışımız ülke ve millet bütünlüğümüzü bölücü her türlü sınıf, mezhepçi ve ırkçı sistemlerin amansız düşmanıdır” (Alparslan Türkeş ile Tarihi Konuşmalar, Der. M. Nalbantoğlu, Zümrüt Yayınları, 1986, s. 140-141).

Vurgu net: Herkesi ayrım yapmaksızın kucaklayacağız seveceğiz, yeter ki herkes “Türk’üm” desin ve sınıfsal, etnik, dinsel herhangi bir başka kimlik referansına dayalı veya bir “yabancı” ideolojik pozisyonla siyaset yapmak üzere ortaya çıkmasın; çıkarsa düşmandır, biz de onun baş düşmanıyız.

(Geçerken not düşelim: En halis-muhlis yabancı ideoloji, milliyetçiliktir. Bir “modern ideoloji” olarak milliyetçiliği Batı’da burjuvazinin yükselişine, kapitalizmin gelişimine, Aydınlanma Çağı ve Fransız Devrimi’ne ve de Napolyon Savaşları’na borçluyuz.)

Varoluş temeli-işlevi, devlete bekçilik

MHP böyle gelmiş böyle gidiyor. İyi hoş, gitsin… Gitsin de esas sorun, ta en baştan “İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” diyerek “korporatist” anlayışa dayalı bir “merkezî ünite”nin, bir “resmiyet”in, açıkçası devletin, zaten ortada olmasıdır. Bundan dolayı da aslında sivil toplumun bir parçası olan siyasal partiler bünyesinde aynı ideolojik anlayışı üstlenmiş bir “Hareket”in varlığının öncelikle bu bağlamda çapraşıklık arz etmesidir.

Bu çapraşıklıktan ötürü MHP siyasi arenada hep devlete bekçi konumundan öteye gitmeyen bir varoluş ve işlev sergiledi. Bekçiliğe dayalı bu varoluşun lüzumu ya da lüzumsuzluğu da MHP’nin siyasi kaderi oldu. Ve açıkçası, sulh-huzur-sükûnet anlamında memleketin bekası ile MHP’nin bekası arasında hep bir ters orantı oldu.

Linç için acele etmeyin, sonra edersiniz, bekleyin, önce söylediklerimi açmama müsaade edin!.. Bu açma-açıklama işlemine de şu lüzumluluk/lüzumsuzluk atfında bana esin oluşturan, konumuzla bağlantılı tarihsel hadiseyi aktararak başlayayım.

“Devlet millîdir, her şey millîdir!”

Osmanlı’da II. Meşrutiyet sonrası dönemin fikrî canlanması içinde 1912’de kurulmuş ve siyasi-ideolojik erek olarak ulus-devlet Cumhuriyet’e gidişin harcının da karıldığı entelektüel bir mecra olduğu söylenebilecek Türk Ocakları’nın Cumhuriyet kurulduktan sonra 1931’de kapatılması sürecinde sarf edilmiş bir söz, Ocaklar’ın başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver tarafından 1951’de paylaşılmıştır. Tanrıöver’in aktardığına göre o süreçte bir gece, yemekli bir toplantıda Atatürk, Büyükelçi Yusuf Bey’e dönüp, “Hamdullah Suphi Bey aramızdadır. Türk Ocaklarının lüzumsuzluğuna dair bir şey söylemiştiniz, tekrar eder misiniz” der. Yusuf bey de ayağa kalkıp şunları söyler: “Devlet millîdir, her şey millîdir. Türk Ocağı Osmanlılık devrinde vazife sahibi idi, lâzımdı, hizmet gördü, fakat şimdi hiçbir lüzumu kalmamıştır” (Akt. Sefa Şimşek, Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi: Halkevleri 1932-1951, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2002, s. 39).

Kuşkusuz Türk Ocakları’nın kapatılarak yerine tek parti rejimine doğrudan/organik bağlantı içinde faaliyet gösterecek Halkevleri’nin açılması, yukarıdaki sözlerde belirtilen nedene indirgenemez. O dönemin koşulları içinde nispeten hâlâ özerk hareket edebilen, dolayısıyla “merkezkaç” siyasi arayışlara çekim merkezi ihtimali de bulunan bir kuruluştan duyulan kaygının, diğer deyişle bir tehdit algısının daha belirleyici olduğu kaynaklarda kaydedilmektedir (bkz. Füsun Üstel, İmparatorluktan Ulus-Devlete Türk Milliyetçiliği: Türk Ocakları [1912-1931], İletişim Yayınları, 1997). Bununla birlikte o sözler, bu ülkede devletin yanı sıra siyasi-ideolojik faaliyet göstermek üzere ortaya çıkacak bir Türkçü-milliyetçi hareketin en baştan itibaren varoluş handikabını yine de işaret etmektedir: Türk milliyetçiliği, ulus-devlet Cumhuriyet’in kuruluş prensibi, dolayısıyla bir resmi-ideolojik çizgi olarak kristalleşmiştir; bunun ötesinde bir de “sivil” Türk milliyetçiliği hareketine “durduk yerde” ihtiyaç yoktur, o lüzumsuzdur.

Siyasi talihsizlik, sosyolojik talih

Ama işte yukarıda “durduk yerde” derken onu boş yere tırnak içine almadık. Çünkü MHP’nin ideoloji çerçevesinde varlığını “talihsizleştiren” resmî durum, kâğıt üstünde bir prensip olduğu ölçüde pratikte, hayatın reel akışında karşılık bulamadığında bu da MHP’nin “talihi” olmuştur. Yani memleket bünyesinde bir dolu “talihsizlik”; toplumsal-kültürel-ideolojik hareketlilikler, çatışma dinamikleri, iç-dış politik bitmez tükenmez sorunlar hep MHP’nin başına “talih kuşu” olarak kondu, onu işlevselleştiren sonuçlar verdi.

Şöyle de ifade edebiliriz: MHP’nin talihsizliği, onun ortaya çıkışından (1969) yarım asra yakın bir zaman önce, 29 Ekim 1923’te Türk milliyetçiliği ideolojisi temelinde Türkiye Cumhuriyeti’nin resmen-siyaseten kurulmuş olmasıdır. MHP’nin talihi ise 29 Ekim 1923’te resmen-siyaseten kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nin “sosyolojik-kültürel” kurulumunun hâlâ devam ediyor olmasıdır; elbette sorunlarla, zıtlaşmalarla, çatışmalarla devam ediyor olmasıdır.

MHP bu sorunların yol açtığı çatlaklardan sızarak, fikrî-ideolojik farklılık ve karşıtlıkların çatışmacı dinamiğinden beslenerek başlangıçtan bugüne “parlama-sönümlenme” gelgitinde varlığını sürdürüyor. Parti’nin sönümlenme dönemleri, ülkede toplumsal barış ve uzlaşmanın öne çıktığı veya sivil zeminde “bekçisi” olduğu devletin doğrudan zor kullanarak ortalığı “süt-liman” kıldığı dönemlerdir. Parlama dönemleri ise toplumsal dinamizm ve ona bağlı sorunların, uzlaşmazlıkların, kutuplaşmaların, çatışma ve düşmanlıkların arttığı dönemlerdir.

1970’lerde “lüzumlu”, 80’de “lüzumsuz” oldu

Özcesi, savaş hali ve iç-dış düşman algısında kabarma, MHP’nin varlık koşuludur ve bu koşul, onun Türkiye’de siyaset sahnesinde belirdiği dönemde fazlasıyla mevcuttu. Dünyada ve Türkiye’de 1960 ve 70’lerin sol yükselişi, MHP’yi anti-komünizm motifi ve özellikle de “ezeli düşman Moskof tehdidi” retoriği üzerinden, korkunç bir iç-çatışma ikliminde “parlattı”. Kuruluş, MHP için aynı zamanda yükseliş oldu.

Fakat ardından devlet “12 Eylül”de (1980) kendi milliyetçiliğini konuşturmaya karar verdiğinde MHP “lüzumsuzlaştı” ve bir süre “enterne edildi”. O süreçte “Hareket”in meşhur yakınma sözü, “Fikrimiz iktidarda kendimiz içerdeyiz”, bu doğrultuda da çözümlenebilir; tıpkı 1932’de olduğu gibi, Türk Ocakları’nın da fikri iktidardaydı ama kendileri kapatıldı!..

Yeni parlamalar ve sönümlenmeler

Elbette Türk Ocakları da kapatıldıktan sonra tekrar açılmıştır ve hâlâ aramızdadır; MHP de 12 Eylül döneminde kapatıldıktan sonra tekrar açıldı ve “parlayacağı” günler çok gecikmedi. 1984’ten itibaren yükselişe geçen PKK silahlı şiddet eylemleri, onun karşısında devletin askeri-sivil operasyonları ile ülkede yaygınlaşan çatışma ortamı MHP’yi yeniden öne çıkaran bir dinamik oluşturdu. Öcalan’ın yakalanmasının ardından 1999 seçimlerinde, o dönem Parti’nin bünyesinde dahi beklenmedik bir oy patlaması ile MHP’nin Bahçeli liderliğinde iktidar imkânı bulması, bu bakımdan bir zirve noktası olarak kaydedilebilir.

Daha sonra AKP ve onun siyasi programı olarak “Barış Süreci” çıktı sahneye… Bu, MHP’nin tekrar sönümlendiği bir dönemin önünü açtı. 2002’de Meclis dışında kalan Parti, 2007 seçimlerinde tekrar Parlamento’ya girse de pek esamisi okunmadı; 2010’daki Referandumda “Hayır” kampanyası yürütse de AKP-Cemaat ortaklığının “Evet” kampanyasına kendi tabanının meyline dahi engel olamadı.

Aşikârdı ki barışın adı dillerdeyse MHP “lüzumsuz” ve evlerden uzaktı. Ülkeyi yönetenler “Barış Süreci” başlattıysa MHP “kandan beslenen” bir hareketti. Silahlar susma yolundaysa Bahçeli, 2010’da Erdoğan’ın Meclis kürsüsünden ifade ettiği üzere, olsa olsa faşizmin ne olduğunun öğrenileceği, onun hem teorisyeni hem pratisyeni bir siyasi şahsiyetti.

“İlle de bekâ, bizden sonra tufan!..”

Malûm, 2015’e kadar da böyle gelindi. Fakat, bir “milat” vermek gerekirse 2009 Davos’undan (“One Minute”dan) itibaren iktidar zehirlenmesine uğramaya başlayan bir liderin muktedirleşme-müstebitleşme yoluna girdiği süreçte beliren toplumsal muhalefetin itici gücü, yasal-parlamenter Kürt siyasi hareketinin lideri olmaya başladığında; özellikle de “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü 7 Haziran 2015 seçimlerinde hakikat bulduğunda… İşte o zaman MHP’ye yeniden gün doğduracak bir yolun önü, “Barış Süreci”nin yerini “Savaş Süreci”nin almasıyla yine açıldı. 1 Kasım 2015 tekrar seçiminde muhafazakâr seçmenin artık savaş kartını açmış iktidara teslim olmasının arkası çorap söküğü gibi geldi. Dünkü ortak Cemaat’in şimdi FETÖ’lenmesi, 15 Temmuz, Türk tipi başkanlık, Referandum, seçim ve bu arada dışarıda da Suriye ateşinde “Fırat Kalkanı”, “Zeytin Dalı”, “Barış Süreci”, “Pençe-Kartal” derken, MHP’ye de Bahçeli’ye de nur yağdı.

Nihayet, bugünkü manzara: Korona da vursa, ekonomi de çökse, işsizlik de patlasa, oylar da erise, ne olursa olsun ille de bekâ derdinde iki yaşlı siyasetçi, adeta “bizden sonra tufan” dercesine savaşa ve düşmanlaştırmalara oynayarak bitmiş iktidarlarını uzattıkça uzatıyorlar.

Ve elbette MHP yine lüzumlu mu lüzumlu.

Daha fazla söze hacet yok; kutuplaşma, çatışma, savaş ortamı varsa ya da kışkırtılıyorsa MHP var. Diyalog, uzlaşma, barış varsa yok.

Toplumda huzur varsa MHP yok, huzursuzluk varsa var.

Acı ama gerçek: Memleket dibe vurdukça MHP zirvede, hepsi bu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi