“Aidiyetimin geliştiği tüm mekanlar yazmanın çerçevesini oluşturdu”

Uzun yıllardır Avustralya’da yaşayan, ilk kitabı ‘Gardenia Çiçeği’ndeki öykülerle yerelden evrensele türlü çeşit insanı, kültürü ve mekanı kitabına konu edinen İdris Kenç’le, son dönemde yerli edebiyatta önemini yitiren yazar-mekan ilişkisini konuştuk.   

Yazarın eserlerine yansıttığı mekanlar onun sırtındaki kaplumbağa kabuğuna benzer. İsterse dünyayı dolaşsın, ister aynı yerde sabit kalsın, o kabuk, alınan nefesle dahi dolan, yaşamdan en ufak parçayı bile içine alan bir ‘heybe’ haline dönüşür. Ağrı’da doğan, sonra İstanbul’a, oradan Rusya’ya geçen ve son olarak da uzun yıllardır Avustralya’da yaşayan İdris Kenç ilk kitabı Gardenia Çiçeği’nde bu ‘gurbetlik’ çemberde dolaşan öyküere yer veriyor. Yolu kimi zaman Datça’da anılarını bekleyenlerin masasına düşüyor. Bazen yetimhanelerin soğuk koridorlarında korkunun nefesini hisseden çocuklarla yan yana yürüyor. Kimlikleri yüzünden yaşanmayan aşıkların sesi oluyor, oturduğu koltuğun gölge heybetine kapılanlara kafa tutuyor. Türlü mekanın, insanaın, kültürün yer aldığı Gardenia Çiçeği’yle ilgili yaptığımız bu girişin ardından İdris Kenç’le asıl konumuz olan yazar-mekan ilişkisini ve bunun edebi yansımalarının nasıl vuku bulduğunu konuştuk.  

Öncelikle şunu sormak isterim: Bir yazar olarak bir ‘yerli’ olmakla bir yere ‘ait hissetmek’ arasında nasıl bir fark var? Ben bunu biraz insan “doğduğun yer değil doyduğun yer”e benzetiyorum… Katılır mısınız buna?

Katılıyorum size yalnız şunu belirtmeden geçemeyeceğim ‘doymayı’ sadece mide ile sınırlamadan. Bir ‘yerli’ olmak kafa kağıdımızda yazılı olan yerde doğmakla oluşan bir şey. Eğer bu yerde mutlu değilsek, üretemiyorsak, yarınlara dair hülyalarına hayat veremiyorsan sadece bir devinim içinde karnını doyurmakla sınırlı kalan bir yaşam sürüyorsan, evet, bu sadece bir ‘yerli’ olmaktır. Ait olmak ise tüm enerjinle, varlığınla, üretgenliğinle; aşk, ayrılık, aile, eş dost, iş ve yarınlara dair kurgularına hayat veren can damarına sahip olduğunu hissettiğin yerdeysen şayet, işte orada bir aidiyet oluşmuş demektir. Böyle hissettiğin yerdir bizi her anlamda doyuran.

Bunun tam tersi de geçerli değil mi? Doğduğu yerden ölene kadar orada kalan yazar arasındaki bağ çok daha farklı bir şekilde esere yansıyor sanırım… Siz Ağrı’da doğdunuz. İstanbul ve Rusya’da yaşadınız ve şimdi Avustralya’dasınız. Mekan farklılıkları, değişikliklerinin sizdeki tezahürü nasıl ortaya çıktı? Bunu fark edebiliyor musunuz yoksa kendiliğinden mi oluyor?

Fark ediyorum şöyle: Bir yıldan fazla zaman geçirdiğim her yer bana farklı bir kişilik gelişimi olarak geri dönüşüm sağladı. Doğduğum yer olan Ağrı bana zorluklarla, yoksullukla mücadeleyi, yarım kalmışlığın izlerini bıraktı, İstanbul bana deniz insanı olmanın naifliğini, ince düşünmeyi ve zevk sahibi olmayı, Rusya ve dili edebi anlamda betimleme yapmama, Avusturalya ise tüm bunların üstünde olaylara bakmayı; kıyaslama yetisi, farklı kültürleri benimseme, egodan kurtulmayı, naif olmayı kattı bana. Aidiyetimin geliştiği tüm bu farklı mekanlar beni ve doğal olarak geçmişle gelecek arasında köprü kurarak yazmamın çerçevesini oluşturdu. 

Kitabınız Gardenia Çiçeği’nde geçmişle alakalı çok öykü vardı. Aslında geçmiş de bizim bir ‘mekanımız’ değil mi? Kabuğumuz gibi. Bu durumu Gardenia Çiçeği’ni ele alarak anlatmanızı istesem…

İlk kitabım olan Gardenia Çiçeği’nin içeriği, yaşadığım farklı yerlerdeki duygu ve düşüncelerimin süzgecinden geçenlerin toplamı. Yaşadığım bu farklı mekanlarda ruhumu şekillendiren bu yaşanmışlıklar, etkilendiğim her ne varsa şu an sahip olduğum kabuğumu oluşturdu. Farklı mekanlar ben de bir kişilik bölünmesi yaratmadan kabuğumun katmanlarının zenginleşmesine inanılmaz katkı sundu; gözlem yapmayı, yazarken çok farklı pencerelerden bakmamı sağladı. Avusturalya ve Rusya’da ülkeyi, İstanbul’dayken Ağrı’yı ve doğduğum yere gittiğimde ise tüm diğer mekanların bana kattığı deneyim ve hikayeleri sergiliyorum. Kitaba yansıması da aynen böyle oldu. Bu yüzden çok farklı konu, mekan ve millet örgüsüne rastlayabiliyor okur kitabımda. 

“Heybemde birikenleri geleceğe bir miras bırakmak adına kitaplaştırmak istedim,” demiştiniz. O ‘heybede’ mekanın ne kadar rolü var? Örneğin İstanbul’da kalsaydınız daha farklı öyküler çıkar mıydı ortaya?

Sadece İstanbul’da kalmış olsaydım çoğunlukla kurgusal öyküler yazmış olurdum. Bir sürü faklı mekanda hayat kurarken başıma gelenler izlediklerim ve birebir yaşanmışlıklarımla kurguyu birleştirerek yazıyorum. Bu yüzden her bir öykümün gerçek yaşamda bir ilişkisi var. Hikayelerimdeki olay ve kişilerle bir şekilde yolum kesişti bu mekanlarda. Her biri bu mekanlarda hayat buldu. Tüm bunlar da aynı şekilde bana hayat veriyor. Kendimi ve yazdıklarımı şöyle ifade etmemi sağladı: çok mekanlı çok kültürlü ve çok dilli diye. Bu yüzden Rus, Kürt, Ermeni, İngiliz ve Aborijinler de bir şekliyle öykülerimin konukları oldular. Özellikle Avusturalya çok kültürlü bir ülke olduğu için hemen hemen tüm milletlerden insanla karşılaşmamı sağladı. Bu benim için yazmama paha biçilmez bir zenginlik kattı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi