‘Baba’yla hesaplaşamamış 50 yaşında ‘çocuk’: TÜSİAD

Türkiye’de burjuvazi ürkektir. Çünkü Türkiye’de burjuvazi devletin çocuğudur ve onu “baba” bilir. “Baba” ile hesaplaşmasını da bir türlü tamamlayamadığından ne kadar serpilip palazlanmış olsa da, zaman zaman cesur sayılabilecek çıkışlar yapsa da “Baba”nın gazabı karşısında tekrar kabuğuna çekilir, siner. Batı’da varlığını burjuvaziye borçlu bir modern devlet vardır. Türkiye’de ise varlığını devlete borçlu bir burjuvazi.

Geçtiğimiz haftanın en çok konuşulan olaylarından biri TÜSİAD’ın (Türk Sanayiciler ve İş İnsanları Derneği) ülkeyi yöneten dinbaz irrasyonalite karşısında yaptığı örtük çıkıştı. Çıkış “örtük”tü, çünkü söylenen her şey o dinbaz irrasyonaliteye yönelik olsa da söyleyenlerin hiçbiri söylediklerinin nişangâhı olarak onu, yani (bizim gibi “dinbaz irrasyonalite” demelerini beklemiyoruz tabii) siyasi iktidarı zikretmemekteydiler.

Kuruluşunun (1971) 50’nci yılını kutlamakta olan Türkiye seküler burjuvazisinin kurumsal örgütü, bu vesileyle düzenlediği Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısında ülkenin içinde bulunduğu siyasi-hukuki-ekonomik sorunlar karşısında mevcut iktidarı işaret ettiği aşikâr olan değerlendirmeleri üç ağızdan kamuoyuna açtı. Bunlar, Başkan Simone Kaslowski, YİK Başkanı Tuncay Özilhan ve konuk olarak toplantıya katılan MIT (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) markalı ekonomist Daron Acemoğlu idi. Özetle şunlar vurgulandı:

Laiklik, vatandaşlık bilinci ve modern-demokratik bir toplum açısından hayati önemde, olmazsa olmaz bir ilke ve yönetim anlayışıdır (Kaslowski/Özilhan). İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması kabul edilemez (Kaslowski). Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’ne ve AİHM kararlarına uymak ve bu doğrultuda yargı-hukuk-adalet standartlarını güçlendirmek gerekir (Kaslowski). Çoğulcu demokrasi ve kuvvetler ayrılığı üzerinde hassas ve ısrarlı olunmalı (Kaslowski/Özilhan). Merkez Bankası bağımsız olmalı, daha az merkeziyetçi yönetim anlayışı yerleşmeli, yargısal denetim güçlendirilmeli (Özilhan). Demokrasiler ülkelerin ekonomik büyümesine pozitif etki yapar, diktatörlükler de hiçbir zaman kendi başlarına gitmezler (Acemoğlu).

‘Ortaya karışık’ söylenmiş sözler

Peki şimdi bu yukarıdaki ifadelerin muhatabı kim? Elbette dinbaz-totaliter siyasi ideolojik motivasyonla yıllardır toplumun üzerine karabasan gibi çökmüş saray iktidarı. Ama Türkiye’nin seküler burjuvazisi bu muhataba doğrudan seslenmeyip dolaylıca imadan ibaret şekilde lâfı ortaya söylüyor; adeta üstüne alınacak alınsın, yarası olan gocunsun demeye getirircesine…

Bundan dolayı hafta içi Bidebunuizle’de Yavuz Oğhan’ın konuğu olan siyaset bilimci Prof. Dr. Ali Çarkoğlu TÜSİAD’ın bu çıkışını hem çok geç hem de gerçek teşhisi ismini koyarak yapmaktan imtina eder (kaçınır) mahiyette bulduğunu belirterek şöyle devam etti:

“TÜSİAD’ın çekingen kalması biraz ümit kırıcı. Geçmişte daha cesur davrandığı olmuştu. Açıklamanın doğrudan hükümete söylendiğinin açıkça ifade edilmesini beklerdim.”

Prof. Çarkoğlu’nun bu sözlerinden hareketle biz de Türkiye’de burjuvazinin müesseseleşmesinin timsali olan TÜSİAD’ın 50’nci yılına “armağan” bir değerlendirmede bulunalım. Elbette böyle bir değerlendirmeyi (nur içinde olması dileği eşliğinde) edebiyatımızın abidelerinden Erol Toy’un “İmparator” romanından alıntılarla başlatmamak olmaz.

Devletlu buyruğunda burjuvazi

“- Benim ne gibi hizmetim olur efendim?

  • Biz size hizmet edeceğiz Fehmi Bey. İstiyoruz ki bankamızın gelişmesiyle birlikte tüccarımız da ilerlesin.
  • Her zaman buyruğunuzda olduğumu bilmenizi isterim.

Celal Bey, kalemi elinden bıraktı. Geniş koltuğun ardına yaslandı. Arada bir sağa sola döndürerek daldı bir an… (…) Bir kez bağımsızlığını kazanmış bir ülkenin bağrındayız biz. Biz, tüccar yaratacağız. Türkiye’de, ülkesine yararlı kapitalistler yetiştireceğim. Madem kapital ve o kapitali yatırıma dönüştürecek kapitalist olmadan kalkınmak mümkün değildir. Biz de mümkün olduğunu yaratıcılığımızın tüm gücüyle isbatlarız.”

 Cumhuriyet’in başında varlık kazanmış İş Bankası’nın kurucusu “Celal Bey” ile şanlı Ankara tüccarı “Çokzade Fehmi”nin bu diyaloğu, Erol Toy’un bir döneme damga vurmuş romanı “İmparator”da karşımıza çıkar (1973, s. 92, 96). “Celal Bey”, Celal Bayar’dır. “Çokzade Fehmi” de Vehbi Koç. Ve aktarılan satırlar, Türkiye’de bürokrasi ile burjuvazi ilişkisini fazla söze hacet bırakmaksızın çarpıcı bir berraklıkla özetler.

Türkiye’de burjuvazi ürkektir. Çünkü Türkiye’de burjuvazi, Erol Toy’un şahane kurgusuyla ifade ettiği üzere devletin çocuğudur ve onu “baba” bilir. “Baba” ile hesaplaşmasını da bir türlü tamamlayamadığından ne kadar serilip serpilip palazlanmış olsa da, zaman zaman cesur sayılabilecek çıkışlar yapsa da “Baba”nın gazabı karşısında tekrar kabuğuna çekilir, siner.

“Uluslar kapitalizmin bağrından çıktılar”

Türkiye’de kurumsal olarak ulus-devlet 100 yaşındayken burjuvazi 50 yaşındadır. Oysaki her ikisinin de beşiği olan Batı’da ulus-devlet daha genç burjuvazi çok daha yaşlıdır. Batı’da varlığını burjuvaziye borçlu bir modern devlet vardır. Türkiye’de ise varlığını devlete borçlu bir burjuvazi.

“Modern” toplumu ayırt eden ne varsa; kapitalistleşme, şehirleşme, sanayileşme, bireyselleşme, sekülerleşme, meslekileşme, okullaşma (okuryazarlık), bunların hepsi siyasi-bürokratik marifetle, yukardan aşağıya var edilmiştir Cumhuriyet Türkiyesi’nde. Batı’da böyle değildir. Roma’nın Germen istilalarıyla tarihe gömülüşü sonrası, yaklaşık 500 yıl sönümlenmiş ticaretin 11’inci yüzyıldan itibaren “devrimsel” bir silkiniş eşliğinde mekânı olan şehirleri (“burg”ları) canlandırması, beraberinde şehirli tüccarı (burgueoise/burjuvazi) yepyeni bir hayatın itici gücü, öznesi kılmıştır.

Bunları kapitalizmi ya da burjuvaziyi fetişleştirme yolunda değil, bir ekonomi-politik düzen olarak feodalizmin ve hâkim sınıf aristokrasinin çözülmesinin tespiti olarak söylüyorum. 11’inci yüzyıldan 19’uncu yüzyıla kadar bir dizi ekonomik, demografik, teknolojik, kültürel, düşünsel, dinsel dönüşümün ardından bir de siyasi dönüşüm olarak modern ulus-devlete varıldı. Yüzlerce yıllık bu süreçte Batı Avrupa’da ulus-devlet bir sonuçtur. Başlangıç ise tüccar-burjuvazi.

Türkiye’de ise Cumhuriyet’ten itibaren, elbette bunun ön hazırlığının geç-Osmanlı dönemi olduğunu unutmamak kaydıyla başlangıç ulus-devlettir, sonuçlardan biri tüccar-burjuvazi. Bugün Türkiye’de sermaye sınıfı deyince hâlâ ilk akla gelen “üç büyükler”, Koç, Sabancı ve Eczacıbaşı’yı devlete borçluyuz.

Marx, Batı’da ulus-devletlerin kapitalizmin bağrından çıktığını kaydeder. Türkiye’de ise kapitalizm, ulus-devletin bağrından çıkmıştır. Tam da Erol Toy’un romanından yaptığımız alıntıda “Celal Bey”in ağzından çıkan ve zihninden dökülen sözlerde olduğu gibi!..

‘Seküler’ burjuvaziden ‘Müslüman’ burjuvaziye

Bu şekilde “siyasi” marifetle doğuş bulmuş burjuvazi Türkiye’de kapitalistleşme sürecinin hızlandığı, sosyoekonomik altüst oluşların yoğunlaştığı ve sınıf mücadelesinin şiddetlendiği 1970 başlarına kadar doğrudan devlete bağımlı yol aldı. Sonrasında işte TÜSİAD’la bir kurumsal kimliğe kavuşarak nispeten kendi ayakları üzerinde durabilir hale gelse bile devletle olan göbek bağının kesildiği ve hamilik-tâbilik ilişkisinin son bulduğu söylenemez. Bu yüzden zaman zaman sesini yükseltse, yani aynen o “kurbağa tokmaklama” oyununda olduğu gibi, başını yuvasından çıkartsa da tokmağı kafasına yiyerek tekrar içeri çekildiği çok olmuştur (yer darlığından örnekleri sıralayamıyoruz).  

Bu tablo Osmanlı’dan Cumhuriyet’e intikal etmiş ve devleti toplumun hamisi/babası sayan yönetim anlayışı, yani “patrimonyalizm”e vurguyla da değerlendirmeye açılabilir. Patrimonyalizm, üzerinde yaşayan insanlar dahil olmak üzere bir ülkenin bütünüyle liderin mal varlığı olarak telakki edilmesidir. Böylesi bir anlayış doğrultusunda bürokrasi de toplumsal düzeni halkın yararını gözeterek sürdüren bir aygıttan ziyade liderin kişisel yönetim aracı olmaktan ibarettir (Heper 1977, s. 36).

Patrimonyal yönetim anlayışı bugün hâlâ ve üstelik dinbaz-totaliter bir motivasyonla tahkim edilmiş halde bizimle. Tabii şunu ayırt etmek gerekir ki köprülerin altından akan su, 1980 sonrası süreçte bu topraklarda devlet-güdümlü burjuvaziyi kültürel-kimliksel temelde bir “çatal” oluşturacak şekilde yeni bir evreye ulaştırdı. 12 Eylül (1980) askeri darbesi ardından Turgut Özal öncülüğünde devletin kapitalizmi “merkez”den “çevre”ye taşıyan, yayan, genişleten liberal ekonomi politikası, Anadolu’nun bağrında yeni bir burjuvazinin mayalanmasını sağladı. Zaman içerisinde, kendisinden çok daha erken kurumsallaşmış “seküler” varyant karşısında varlık gösterebilir hale gelen bu yeni burjuvazi, dindar-muhafazakâr (İslami) bir kültürel-ideolojik örüntüye sahipti. 1990’da da o kurumsallaştı ve MÜSİAD doğdu: Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği.

‘Reis Baba’ ne yapacak?

TÜSİAD karşısında MÜSİAD… Seküler burjuvazi karşısında Müslüman burjuvazi… Türkiye’de “sınıf”, kültür temelinde ve elbette patrimonyal devlete yön verenlerin güdümünde böylece ikiye bölündü.

Doğuşunu Özal’a borçlu olduğu söylenebilecek Müslüman burjuvazi de 2000’ler dönümünden itibaren hem AKP’yi besledi hem de ondan beslendi, böylece daha da güçlendi-palazlandı.

Fakat “burjuvazi çatalı”nın her iki ucu açısından da üç aşağı beş yukarı aynı ölçüde cari (yürürlükte) bir tek koşul oldu: Devlete, siyasi otoriteye, iktidar iradesine yönelik bağlılık; bağlılık değilse tâbilik; tâbilik değilse çekingenlik.

Sonuçta “baba faktörü”, “burjuvazilerimiz”in hâlâ karakteristik belirleyeni.

Bu çerçevede “çatal”ın bir ucu kafasını yuvasından ürkek ürkek çıkarma cihetine gitti ya geçen hafta, bakalım ne olacak?.. “Reis Baba”, öfkeyle kendisi mi indirecek tokmağı, yuvasından çıkan “kafa”nın üzerine? Yoksa onu, “çatal”ın öbür ucunu kendisine meftun şekilde meydanlara sürerek mi hizaya çekecek?..

Sanırım çok geçmeden öğreniriz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi