Babil Kulesi - Pieter Bruegel

Tanrıların gazabına uğrayan insanoğlu, sanatçıların hep sevegeldiği bir konu. Sayısız resme konu olan Babil Kulesi de öyle; ancak bunların içinde biri var ki Babil Kulesi denildiğinde akıllara o geliyor ilk olarak, (Baba) Pieter Bruegel’in “Babil Kulesi” resmi.

“1. Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri kullanırlardı.
2. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve oraya yerleştiler.
3. Birbirlerine, “Gelin tuğla yapıp iyice pişirelim.” dediler. Taş yerine tuğla, harç yerine zift kullandılar.
4. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım.” dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne dağılmayız.”
5. Tanrı, insanların yaptığı kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi
6. ve şöyle dedi: “Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar.
7. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar.”
8. Böylece Tanrı, onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu.
9. Bu nedenle kente Babil adı verildi; çünkü Tanrı, bütün insanların dilini orada karıştırdı ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıttı.

Tanrı’nın Gazabı

Yukarıdaki metin Eski Ahit’teki Yaratılış Kitabı Bölüm 11’den alıntı. Bulutlara ulaşan Babil Kulesi’nin inşa edilmesini ve Tanrı’nın bunu küfür sayarak o güne dek ortak bir dil konuşan insanları farklı dillere mahkum etmesini anlatıyor. Dini mitlerin temel niteliklerine sahip bir öykü burada anlatılan; hem “İnsanlar neden farklı dillere sahip, niye farklı uluslar var?” gibi zor bir soruyu yanıtlıyor hem de Tanrı’yı yüceltiyor bunu yaparken. Bu anlatıda sözü edilen de bir çeşit Exodus(1)ama “Mısır’dan Çıkış”’ın tersine buna yüklenen nitelik olumsuz; farklı dillere mahkum edilen insan topluluklarının yeryüzüne dağılmasına ve birbirini anlamaz/birbiriyle anlaşamaz duruma gelmesine yol açan bir “ceza” burada anlatılan, buna neden olarak da insanoğlunun kibri ve kendini beğenmişliği gösteriliyor.

Tanrıların gazabına uğrayan insanoğlu, sanatçıların hep sevegeldiği bir konu. Sayısız resme konu olan Babil Kulesi de öyle; ancak bunların içinde biri var ki Babil Kulesi denildiğinde akıllara o geliyor ilk olarak, (Baba) Pieter Bruegel’in “Babil Kulesi” resmi.

Bruegeller dört kuşağa uzanan sanatçı bir aile, çoğunun adı da Pieter veya Jan; 16. ve 17. yüzyıl Flaman resim sanatına imzasını atmış bir aile Bruegeller. En ünlüleri de en büyükleri, baba Pieter Bruegel; daha çok köylüleri resmettiği “tür resimleri”yle(2) biliniyor. Genellikle peyzaj biçiminde, geniş bir alanı biraz yukarıdan gören bir açıyla çiziyor resimlerini, en ayırt edici özelliğiyse resimdeki her şeyi -ne kadar önemsiz ya da küçük olsalar da- resmin odağıymış gibi ayrıntılı olarak tuvale aktarması; öyle ki gerçekçi betimlemeleri yüzünden, yaşadığı çağın “vakanüvis”i(3) gibi değerlendiriliyor kimi tarihçiler tarafından.

Ancak Pieter Bruegel bir yazıya sığmayacak kadar önemli bir ressam, o yüzden bu yazı Bruegel ve “Babil Kulesi”nin sanatsal çözümlemesinden çok resmin tarihsel arka planı hakkında.

Önce eseri biraz betimleyelim.

Devasa Ziggurat

Resimde ilk göze çarpan, üst kısmı kesik bir koniye benzer yedi katlı devasa bir yapı. Henüz yapımı tamamlanmamış. Yapının sur benzeri dış duvarını yiv gibi hafif bir eğimle yükselen bir yol sarıyor. Surun ardı da boşluk değil, içeride teraslanmış bir şekilde üst üste katlar ve her katta da kemerli bir girişe sahip sayısız oda, galeriler, küçük meydanlar ve depolar var. Bunları fark edince yapının büyüklüğünü daha iyi kavrıyorsunuz, kalabalık bir nüfusu barındırabilecek bir kule-kent gördüğümüz. Yapının her katında çalışan işçileri fark ediyoruz sonra, katlara  kurdukları küçük vinçlerle ağır taş bloklarını kaldırıp yerine yerleştiriyorlar; orta katlarda yaşayan insanlar da görülebiliyor resimde. Bu, yabani arı kovanı gibi hareketli bir yapı, canlı bir organizma adeta.

[“Babil Kulesi”ne konu olan yapı bir “ziggurat”(4). Zigguratlar, yaklaşık olarak M.Ö.3000-M.Ö.300 arasında tüm önemli Mezopotamya kentlerinde inşa edilen tapınaklar. Teraslandırılmış, tepesi kesik piramitlere benzeyen bu yapılar kentin koruyucusu olan tanrıya adanmaktaydı. İçinde dini törenlerin düzenlendiği geniş salonlar ve adak yerleri bulunan bu yapılarda yukarı katlara doğru çıkıldıkça sıradüzende daha üstlerde yer alan rahipler yaşardı. Bu tapınakların gitgide daha büyük ve daha yüksek yapılar haline gelmesi, oluşan sınıflı toplumda kendilerine gitgide daha yukarılarda yer açan ruhban sınıfının yükselişiyle de koşut olmalı.]

Kulenin etrafına göz attığımızda sol alttaki insan topluluğu göze çarpıyor önce. Önde görülen ve diğerlerinden biraz daha büyük çizilmiş, süslü giysili kişi Sümer-Akad Kralı Nemrud, bu kulenin yapılmasını emreden kişi. Yanında, muhafızlar ve diğer görevlilerden oluşan maiyetiyle denetlemeye gelmiş yapım çalışmalarını. Çevredeki taş ustalarının bir kısmı secde ederek saygılarını sunarken diğer yandakiler de çalışmayı sürdürüyor.

[Kral Nemrud’un kim olduğu bilinmiyor. Adına, Eski Ahit ve Yahudi söylenceleri dışında rastlanmıyor; onlarda da, Nuh oğlu Hâm’ın torunu olan Nemrud’un yeryüzünün en güçlü hükümdarı olduğu ve Tanrı’yı inkâr ettiği anlatılıyor (kimi araştırmacılar onun Sümer-Akad kralı Sargon olduğunu öne sürerken kimileri de “Nemrud”un “kentin kralı” anlamına gelen bir unvan olduğunu düşünüyor).

Nemrud’un, Türkçede “acımasız, yüzü gülmez“ anlamına gelen “nemrut” sözcüğüne de kaynaklık eden adı, İbrahim Peygamber’le ilgili söylencede de geçiyor: “Nemrud devrinde göklere kadar uzanan kulenin inşası sırasında insanlar hazırladıkları kerpiçlere isimlerini kazırlar ve onları pişirerek inşaatta kullanırlar. Ancak İbrahim ve yanındaki on bir kişi buna karşı çıkar, bunun üzerine tutuklanıp işkence görürler. Sonunda İbrahim ateşe atılır, fakat yanmaktan mucizevi bir şekilde kurtulur.”(5)]

Resme devam edersek; kule geniş bir ırmağın hemen kıyısına inşa edilmekte, hemen kule dibinde önünde yelkenli yük gemilerinin demir attığı bir limanı da var, belli ki inşaat için gereken taş ya da keresteler bu yolla getiriliyor. Biraz daha uzakta da kuleyi çevreleyen Babil kenti görülüyor.

Her şey yolunda gibi görünüyor; kulenin üst katları bulutlara ulaşmış neredeyse; hava açık, ırmak dingin, insanlar arı gibi çalışıyor, her yerde bir koşuşturma, bir devinim. Kısacası çok yakında Tanrı’nın büyük bir öfkeyle kuleyi yerle bir edeceğinin ve insanları dört bir yana dağıtacağının en ufak bir belirtisi yok ortada; yalnızca yapının hafifçe eğik olması yaklaşan bir felâketi sezdiriyor gibi.

Babil-Roma-Antwerp

[Belli belirsiz eğikliği dışında başka bir felâket ipucu da kulenin mimarisi. Kule karakter olarak Babilli olsa da mimarisi Romalı; katlarda görünen kemerli yapılar şaşılacak derecede Roma’daki Kolezyum’u andırıyor. Bruegel’in bu resmi çizmeden önce Roma’ya gittiğini ve o yıllarda çoktan harap olmuş Kolezyum’u incelediğini biliyoruz. Ressam, kulenin katlarını Kolezyum’la aynı biçimde resmederek  yazgılarının aynı olacağını sezdiriyor belki de izleyicisine.]

Yine de Bruegel’in Kule’si, öncesinde ya da sonrasında yapılan sayısız Babil Kulesi resimleri arasında en az felâket önsezisi içeren resimlerin başında gelir. Ressamın bu iyimser havasının, o dönem yaşadığı Antwerp kentiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Bruegel’in Babil’i, limanı, kanalları, dış surları ve çalışkan halkıyla Antwerp’in bir kopyası neredeyse. Belli ki Bruegel yaklaşan tehlikenin farkında; ufukta gördüğü ve Babil’de çoktan gerçekleşmiş yıkımın Antwerp’te de eli kulağında; ama o umutsuz olmamayı seçiyor(6).

16. yüzyıl Avrupa’da Feodalizm’in tarih sahnesindeki yerini Merkantalizm’e bıraktığı, ticaretin kutsandığı ve özellikle liman kentlerinin olağanüstü bir büyüme, zenginleşme yaşadığı bir dönemdir. Bruegel’in de yaşadığı Antwerp’in nüfusu yalnızca yarım yüzyılda iki katına çıkar söz gelimi. Küçük bir liman kasabası olan Antwerp uluslararası bir ticaret limanına dönüşürken kent nüfusu da gitgide çok uluslu, çok dilli ve çok kültürlü bir nitelik kazanır. Uzak ülkelere yapılan ticaret nedeniyle o ülkelerden gelerek kente yerleşen tacirler ya da gemilerde çalışmak için bekleyen denizciler doluşmuştur kente birkaç on yıl içinde. Artık Antwerp sokaklarında çok farklı dillerin konuşulduğunu duymak sıradan bir durum olmuştur. O yıllarda Antwerp’te yaşayan Floransalı bir tacir, Ludovico Guicciardini, şöyle anlatıyor anılarında: “Çok farklı insanların ve halkların büyük bir buluşması bu! Burada bir insan seyahat etmek zorunda kalmadan, dünyanın dört bir yanındaki ulusların gelenek ve göreneklerini kolayca öğrenebilir.”

Ancak bu durumdan Guicciardini kadar hoşnut olmayanlar da vardır. Kentin eski yerleşik halkının önemli bir kısmı da dillerini, alışkanlıklarını anlamadıkları bu insanların kentlerine doluşmasından yakınmaktadır, hatta bu yakınmalar sıklıkla tepkiye dönüşmektedir.

Eski çağlarda da Roma, Kostantiniyye ya da İskenderiye gibi “72 milletten insanın yaşadığı” kentler görülmüştür kuşkusuz ancak kendi kültürlerini bütünüyle terk etmemiş ve yerleşik kültürde çözülmemiş çok sayıda göçmenin de yaşadığı kentler Avrupa için yeni sayılır o dönem.

Bruegel’in “Babil Kulesi”, Eski Ahit’te anlatılan öykünün “geri sarılarak oynatılmasına” ya da diğer bir deyişle anti-Babil’e duyulan umudun resmedilmesi bir bakıma. Söylencede farklı dillere mahkum edilerek dünyanın dört bir yanına dağıtılan insanoğlunun bu kez farklı dil de konuşsalar bir arada yaşayabileceğini ummak ister gibi büyük ressam…

Bruegel’in umduğu dünyadan çok uzakta değil miyiz hâlâ?

  • Yahudilerin Mısır’dan toplu göçüne verilen ad, Mısır’dan Çıkış.
  • Fr. Peinture de Genre , belli bir konu ya da türü özellikle günlük yaşamdan karelerle betimleyen resimlere verilen ad.
  • Osmanlı İmparatorluğu’nda saltanatın tarihi olaylarını kaydetmekle görevli tarihçiler.
  • Akadça “yükselmiş yere kurmak” anlamındaki “ziqqurrat”tan gelir. Babil Kulesi’nin, Tanrı Marduk için inşa edilmiş Etemenanki Zigguratı olduğu düşünülüyor.
Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi