“Bir insanı anlamak için soyadı, aşiret, milliyet kavramlarını irdelemek gerekiyor mu?”

Yolu bir dönem Türkiye’ye düşmüş, Türk kültürü düşkünü, Türk musikisi üzerine doktora yapıp dersler vermiş, ‘Münzevi Adası’ adlı kitabını Türkçe yazmış bir Alman Stefan Pohlit. Ve aşağıda okuyacağınız satırlar da bu toprakların değişmeyen kadim hikâyelerinden sadece biri. Başlıktaki soru da bu hikâyenin nereden nereye geldiğine dair bir ipucu…

Stefan Pohlit’le sevdiğim bir yazar arkadaşımın, Pohlit’in ‘Münzevi Adası’ adlı kitabından bahsetmesi sayesinde tanıştım. Bir Alman, Türkçe roman yazmıştı. Birincisi; bunun bir haber değeri vardı, ikincisi de her Türk’ün böyle bir mevzuda gösterdiği refleks bende de ortaya çıkmış ve bir batılının kaleme aldığı roman için elbette, “Klasik oryantalist bir kitaptır,” kartımı masaya düşünmeden sürmüştüm. Daha sonra Stefan’la yaklaşık 45 dakika süren bir telefon görüşmesi yaptık. Bu toprakların hiç de yabancı olmadığı bir hikâyesi vardı onun da…


Burada paylaşamayacağım, hayatını alt üst eden bir olayı unutmak adına otuz yaşında İstanbul’a gelmiş Stefan. ‘İnziva alanı’ olarak Türkiye’yi seçmesinde genelde Doğu kültürü özelde ise Türk musikisine duyduğu ilginin de büyük payı varmış. Görüşmemiz bittiğinde onun hakkında –geç de olsa yaptığım araştırmada da (benim cahilliğime verin lütfen) Nevit Kotallı’nın öğrencisi olduğunu ve en önemlisi de Şafakların Cihangiri adlı kanun konçertosu ve Peşrev adlı orkestra eserini yazdığını öğrendim. Ayrıca Ankara Üniversitesi’nde bir dönem ‘yabancı uzmanlık’ kontenjanından öğretim görevlisi olarak görev yaptığını da… Burada onun için her şey güllük gülistanlıkken çok sevdiği Türkiye’yle bağını koparmasına neden olan mevzu 2012’de yardımcı doçent olarak ders verdiği İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nda yaşadıklarından sonra ortaya çıkmış. İTÜ’de öğretim görevlisiyken “Türk Musikisi gibi bir bölümde bir yabancının ne işi olduğuna” dair saçma bir lobi oluşturulmuş ve işine son verilmiş. ‘Bizim’ için gayet normal olan bu olay ona haliyle anlamsız gelmiş. Bunun üzerine okula bir dava açmış ve 2018 yılında da bu davayı ‘emsal teşkil edecek’ şekilde kazanmış. İstanbul’dan sonra İzmir’e gitmiş ve bu sefer de orada, Türkiye’nin bir başka ‘kutbu’ tarafından yine ‘gavur’ muamelesi görmüş ve nihayetinde de Almanya’ya geri dönmek zorunda kalmış. Geride de yukarıda bahsettiğim konçerto ve orkestra eseriyle beraber “İrfan” müstear ismiyle yazdığı ‘Münzevi Adası’ kitabını bırakmış. Burada bir parantez açıp Pohlit’in kitabına biraz yakından bakalım. Zira kitap hem bu yazının iskeletini hem de bir yabancının gözünden hiç de alışık olmadığımız biçimde Türkiye’ye bakışının temelini oluşturuyor.


‘Münzevi Adası’, bu topraklarda yaşayan her ‘öteki’nin uğraşmak zorunda olduğu dertlerden mustarip bir Alevi, bir Ermeni ve bir dervişin bir kaçış noktası olarak gördükleri Büyükada’ya gelmelerini ve burada yaşadıklarını anlatıyor. Temelde 1960 ile 1980 yılları arasında Büyükada’nın sosyokültürel yapısını bu üç karakter üzerinden ele alan kitabın bir tiyatro oyunundaki kadar karakteri var ve bu karakterlerin her birinin bu topraklarda temsil ettiği bir ‘tarafı’ var. Ayrıca kitabın biçim olarak ‘gerçeküstücülüğe’ meyletmesi de kitabın ele alınması gerek bir diğer özelliği. Yine Pohlit’in bu ‘gerçeküstücülüğü’ yansıtırken yararlandığı tarih, felsefe, teoloji, astroloji gibi bilimlerin dışında Türk musikisinin pek bilinmeyen yönlerini kitaba dahil etmesi konumuzu biraz daha farklı bir yöne çekiyor ve bir anlamda bizim kültürümüzü, toplumsal kimliklerimizi ‘dışarıdan’ ve ‘içeriden’ aynı ‘gözün’ bakışıyla bize tekrar sunuyor. Burada sözü Pohlit’e bırakalım. Artfulliving’den Uğur Ugan’a verdiği röportajda benim anlatmaya çalıştığım şeyi şu ifadelerle belirtiyor Pohlit: “Besteci olarak form ve yapısalcılığa düşkünüm. Karakterleri oluştururken Julien Weiss’in çevresinde tanıştığım müzisyenlerden esinlendim. Türkçe bilmeyen Weiss’in “Türk müziğinin yanlış hesaplanmış” olduğuna dair iddiası, musiki cemiyetinde çok sıcak karşılanmadı. Üstelik eksantrik yaşam tarzı birçok dedikodunun nedeni oldu. Weissen, bir yönüyle haklı çünkü antik dönemden beri devam eden bir tartışmayı kastediyordu. Bunu kısaca açıklayım: Orta Doğu ve Batı müziğinin temel ses sistemi on iki adımdan oluşan beşli çemberi. Astroloji ve kutsal kitaplar tekrar tekrar “on iki” rakamından bahsederken müzik, bu kozmolojinin psikolojik ifadesiydi. Ancak on iki ayın tam astronomik yıla denk gelmemesi gibi, bu gamı tam bir çembere sokmak için perdelerin arasındaki aralıkları ufak bir miktar kısaltmak gerekti. Pisagorcu filozof Platon, “tamperaman” olarak bilinen bu yöntemi birçok eserinde inceledi. İncil’de ise Hazreti İsa’ya ihanet eden 12. havari Yehuda’ya 30 gümüş para ödeniyor. 30, çemberin 360 derecesinde tam 1/12’ye denk geliyor. Bu benim kendim keşfettiğim bir detay. Hangi yönden bakarsak, irrasyonele dokunacağız.”

Evet, Stefan Pohlit kitabında nereden bakarsa baksın irrasyonele dokunuyor ancak Türkiye’de onun bahsettiği biçimsel irrasyonelite, toplumsal kimlik ve hafıza çizgisinde hâlâ rasyonalizme takılı halde duruyor. Stefan kendisi de bunu bizzat deneyimlemiş biri olarak yetmiş milleti bir araya getirdiği ‘Münzevi Adası’nda da biçimin dışına çıkıp klişelere bol bol yer vererek yapıyor. Bu yazıdan geriye de Türkiye’de yüklü miktarda iyi, kötü hatıra bırakıp ülkesine dönmek zorunda kalan Türkiye hayranı bir yabancının bana sorduğu şu soru kalıyor: “Bir insanı anlamak için soyadı, aşiret, milliyet kavramlarını irdelemek gerekiyor mu?”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Burak Soyer Arşivi