“BU KİTAP BEYOĞLU’NA BİR VEDA”

Mario Levi, ‘Gördüklerimiz Göremediklerimiz’ isimli bir kitap dizisi yayımlıyor. Kadıköy’le başlayan seri Eminönü ve Şişli kitaplarıyla devam etti. Yazar şimdi de Beyoğlu kitabıyla İstiklal Caddesi’ni ve orada yaşayan insanların hikâyelerini anlatıyor. Kitapta yazarın Beyoğlu’nda çektiği siyah beyaz fotoğraflar da var.

Mario Levi ile farklı semtlerde geçen öykülerini, son kitabı Beyoğlu’nu ve nam-ı diğer Cadde-i Kebir’de yaşanan değişimi konuştuk.  

Gördüklerimiz Göremediklerimiz isimli bir kitap dizisi hazırlıyorsunuz. Kadıköy, Eminönü, Şişli kitaplarınızın ardından dördüncü kitabınız Beyoğlu da yayımlandı. Bu kitap dizisine nasıl karar verdiniz?

Bazı projeler kendiliğinden çıkıyor. Uzun bir yazma deneyimim var, neredeyse 40 yıllık. Bazı kitaplar sizi bir yerde bekler ve siz kitabın sizi beklediği yere gelirsiniz. Bunun farkında olmayabilirsiniz. Uzun bir dönem Gazete Kadıköy’de yazılar yazdım. Önce Kadıköy üzerine yazılar yazdım. Kadıköylü yazarlar, şairleri yazdım. Bir süre sonra malzemenin tükendiğini fark ettim ve yeni bir yol bulmak lazım dedim. Hayali portreler yazmaya karar verdim. Biraz tanıdıklarımdan da yola çıktım ama gözlemlerim sonucunda ortaya çıkanları yazdım. Birer portre şeklindeydi bu hikâyeler. Bu portreleri öykü formuna sokabilirim diye düşündüm. Yeni şeyler kattım, bazı yazıları birleştirdim sonra öyküler çıkmaya başladı. Sadece bu hikâyeler Kadıköy’de de geçmeyebilir diye düşündüm ve fikir bu şekilde oluştu. Her biri haftanın belirli bir gününde geçecek, İstanbul’un farklı semtlerinde geçen yedi kitap. Semt seçimlerimi çok iyi bildiğim, yaşadığım, gönül bağım olanlardan seçtim. Kendimi Kadıköylü olarak tanımladığım için Kadıköy’e torpil geçtim, ilk kitabım Kadıköy oldu. Başlangıçta roman yazmak istemiyordum öykü kitabı yazmak istiyordum. Kitap bittikten sonra hâlâ kitabın bir öykü kitabı olduğu inancını taşıyordum ama editörüm, eşim aynı zamanda baktı ve “Bu bir roman” dedi. Edebiyat ajansım okudu “Bu bir roman” dedi. O zaman dedim ki ben farkında olmadan bir roman yazmışım.

Bütün hikâyeler birbirine bağlanıyor. Kitabın başında okuduğumuz öyküdeki ayrıntılara daha sonra da rastlıyoruz.

Bunu severek yaptım böylelikle dizi oluşmaya başladım. Şişli’yi seçme sebebim; çocukluğum, 20’li yaşlarım Şişli’de geçti. Eminönü’nü seçtim çünkü babamın, dedemin işyerlerinin bulunduğu bir yerdi, zamanla anı devşirmişim. Beyoğlu’nu anlatmaya İstanbul’da yaşayan insanlar olarak gerek yok. Üç kitap kaldı.

Hangi semtler olacak?

Değişiklikler olabilir. Beşinci kitap muhtemelen Sur içi olacak yani Hasköy, Balat, Fener, belki de Eyüp. Ben oralarda yaşamadım fakat birazcık aile anılarım var oralarda. Babaannemden gelen annemin babasından gelen anılar var. Onlar oralarda yaşamışlar. Aile anılarına da sahip çıkmak için oraya bir roman ayıracağım. Altıncı roman; adalar olacak. Burgazada, Heybeliada ve Büyükada. Kınalıada’yı çok iyi bilmiyorum ama belki bu süreçte orayı da tanırım. Adaların hem hayatımda derin yerleri var hem de aynı zamanda birçok yazarın da yaşamış olduğu bir yer. Sait Faik Burgazadalı. Hüseyin Rahmi Gürpınar Heybeliada’dadır. Reşat Nuri Güntekin Büyükada’dır. Büyükada da yaşayan başka yazarlar da vardır. Hala arkadaşım olan Ahmet Ümit, Gül İrepoğlu Büyükada’da.

“DEDEM TROÇKİ İLE BÜYÜKADA’DA KARŞILAŞIRMIŞ”

Bir dönem Troçki de Büyükada’da yaşamış. 

Bir dönem annemin babası bir rahatsızlık geçirmiş. Temiz hava alacağı bir yere, Büyükada’ya gitmiş. Bir kışı geçirmiş orada. Troçki ile karşılaşmışlar, selamlaşırlarmış.

Son romanım da Boğaz olacak. Boğazın daha çok Anadolu yakası. Beylerbeyi, Kandilli, Kanlıca, Anadolu Hisarı oraları daha iyi biliyorum ama işin içine karşı yakanın da hatırını kırmamak için biraz Ortaköy, biraz Arnavutköy biraz Yeniköy biraz Bebek karıştırabilirim.

Kitabınızı kurgularken öyküleri birbirine bağlamak aklınızda var mıydı?

Başta Lamia Hanım’ın hikâyesini okuyoruz. Onun hikâyesini okurken sokak müzisyenlerine söylendiğini görüyoruz. O sokak müzisyenleri başka bir öyküde Diren ve Mürşit olarak karşımıza çıkıyor. Hatta onlar da diyor ki “Prenses gibi Beyoğlu’nda salınan bu kadın sürekli bize kötü gözlerle bakıyor.” Bunun gibi başka karşılaşmalar da var kitabınızda.  Bunu kitabı yazmadan planlamış mıydınız yoksa yazarken mi oluştu?

Başlangıçta örneğin Lamia Hanım’ı anlatırken sokak müzisyenlerini küçümsemesi fikri vardı. Anılarına gömülmüş olarak yaşamasını belirtmek için onu bir mizahi unsur olarak kullanmayı düşündüm. Daha sonra Diren’in hikâyesini yazmaya başladım. Diren’i hayatını sokak müzisyenliği yaparak kazanabilecek biri olarak düşündüm. Ona bir arkadaş bulmam gerekiyordu. Mürşit öyle çıktı. Yazarken Lamia Hanım’ın küçümsediği müzisyenler onlar olsun ve bir bağlantı kurulsun istedim. Öyküsünü anlattığım bir başka karakter; Fevzi de sokak müzisyenlerini görüyor, onlara para veriyor. Önce kahramanlar çıkıyor bağlantılar yazma sürecinde oluşuyor.

“ESKİSİ KADAR BEYOĞLU’NU SEVMİYORUM”

Lamia Hanım babadan kalma bir köşkte yaşıyor. Onun hikâyesinde eski Beyoğlu’nu görüyoruz. Markiz Pastanesi’yle ilgili çok güzel detaylar var. Degüstasyon’dan, Saray Sineması’ndan söz ediyor. Sizi de kitapta bir karakter olarak görüyoruz. Varlık Vergisi’yle memleketini terk eden Yasef Amca’sını anlatıyor. Pera uzun zamandır çok ciddi bir değişim geçiriyor ama Pera, Pera olalı hep bu değişimi yaşamış. Bir grup insan bu değişimi görse de bir şeylerin düzeleceğine, Pera’nın eski haline kavuşacağına inanıyor. Siz bu fikre katılır mısınız? Eski Pera geri gelir mi?

Söylediklerinizin içinde birkaç önemli tespit ve soru saklı. Ara ara kendimi de bir roman kahramanı olarak koydum kitaba. Hatta bir keresinde kendimi sokak müzisyenlerini seyreden adam olarak da tasvir ettim. Bu oyunları oynamayı seviyorum.

Pera, Beyoğlu, Cadde-i Kebir, İstiklal ne dersek diyelim ben hâlâ seviyorum ama birazcık da tepkiliyim artık. Eskisi kadar Beyoğlu’nu sevmiyorum. Eski haline dönecek mi sorunuza hayır dönmeyecek diyebilirim. Kendi cazibesini belki sürdürecek ya da farklı bir cazibeyle çıkacak karşımıza. Bazı şimşekleri üzerime çekmeye göze olarak bir tespitte bulunacağım: Ben eskisi kadar sevmiyorum Beyoğlu’nu. Bu romanım bir mânâda bir veda romanı oldu. Beyoğlu’na gidiyorum, yolum düşüyor hatta bazen yolumu düşürüyorum da… Televizyon programımın on üç bölümünü orada çektim. Beyoğlu İstanbul’un batılı yüzüydü. İstanbul’un sevdiğim bir doğulu yüzü var. Üsküdar öyledir, Üsküdar’ı severim ama Beyoğlu’nun artık Ortadoğulu bir kimliğe bürünmesi beni çok rahatsız ediyor. İstanbul’da Ortadoğulu bir kimliğe bürünüyor. 530 yıllık bir İstanbullu ailenin çocuğu olarak kendini gerçek bir İstanbullu olarak bilen hem Cumhuriyet hem de Osmanlı ruhunu taşıyan bir İstanbullu olarak söyleyebilirim ki bu İstanbul benim İstanbul’um değil. Bu Beyoğlu da benim Beyoğlu’m hiç değil! Ben Arapça yazılar görmek istemiyorum Beyoğlu’nda. Şu da kesin her yaşın kendine göre bir Beyoğlu’su var. Vah Beyoğlu vah diyebilirim. Salah Birsel’in de bu isimli bir kitabı var. Mesela dedem de derdi, babam da diyordu. Eminim 40’larda olanlar da diyordur.

Evet, biz de diyoruz doğru.

Herkesin bir Beyoğlu’su var.

Bu değişim çok sert yaşanıyor Beyoğlu’nda haklısınız. Diren’in ve Mürşit’in hikâyesini yazarken isimlerinin anlamlarını da yazıyorsunuz. Devrimci bir babanın oğlu Diren. Savrulmuş bir yaşamı olmasına rağmen Diren sanki Beyoğlu’nun direnişini simgeliyor diye düşünmüştüm. Ama siz bu bir veda romanı dediniz.

Bu benim vedam, Diren’in değil. Direnler her zaman olacak. Açıkçası Diren’i çok severek yazdım.

Okurun karşısına bir psikolog olarak da çıkıyorsunuz. Karakterlerle dertleşiyorsunuz, size güveniyorlar, hikâyelerini anlatmaya başlıyorlar. Her öykünün sonunda da onunla ilgili kendinizle bir değerlendirme yapıyorsunuz. Psikolog olma durumunuzun yanı sıra sizin için bir hikâye koleksiyoneri de diyebiliriz miyiz?

Evet doğrudur, ironik de bir durum.Ben kendimi bir yazar olarak değil, bir hikâye anlatıcısı olarak görüyorum. Hikâye anlatma geleneğinden geliyorum ve bunu çok seviyorum.  Arada sırada bir psikolog gibi davranmama gelince bu konuda çok kafa yordum. İnsan ruhunun derinlikleri, farklı yönelimleri üzerine de kafa yordum. Psikoloji ve psikiyatri üzerine çok kitap okudum ve mümkün olduğu kadar da gözlemledim. Birkaç yıl önce tanınan ve arkadaşım da olan bir psikiyatr konuşurken bana “Artık terapi yapabilecek donanıma sahipsin, ama sakın ha yapayım deme!” dedi. Yapmayacağım söz veriyorum ama bunu romanlarımda kullanacağım dedim. Dolayısıyla bir psikiyatrdan da onay aldım.

ÇOK SATANLAR

1. Tiamat, İhsan Oktay Anar

2. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

3. Sahte Sultan, Mahfi Eğilmez

4. Ezbere Yaşayanlar, Emrah Safa Gürkan

5. Körlük, Jose Saramago

HAFTANIN KİTAPLARI

TİAMAT

İhsan Oktay Anar

Everest Yayınları

İhsan Oktay Anar’ın heyecanla beklenen kitabı ‘Tiamat’ yayımlandı. Everest Yayınları’ndan çıkan kitapta İhsan Oktay Anar’ın derin denizlerde kurduğu âlemde, o belirsiz, kımıltısız siluetin hem içinde hem dışında anlattığı hikâyede, hikâyeyiz.

YALNIZLIK TANIMLARI

Egemen Berköz

Ayrıntı Yayınları

Egemen Berköz; 1968’den, bir zamanların Ereğli’sinden kalanları, artık olmayanları, Doğduğu Ev’i, Dönme Melek Hanım Teyze’yi, Gülüç Çayırı’nı konuk ediyor şiirine; lodosla poyrazla savrulup durulmuş bir ömrün hikâyesine gönderiyor bizi.

Yalnızlık Tanımları, güney kokan kış günlerine, uçup giden Kasımpatı kokusuna, bırakılmışlığın o kalın çizgili hüznüne ve nice hatırlanası şeylere şiirle, şiirli bir yolculuk yaptırıyor okuru.

BİR ROMAN KAHRAMANI ORHAN VELİ

Haluk Oral

Everest Yayınları

Haluk Oral, 2016 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’ne layık görülen kitabında; kendi koleksiyonundaki ve Orhan Veli arşivindeki belgelerle, tanıklıklara dayanan verilerle, mektuplar, fotoğraflarla hiç bilinmeyen ayrıntıları gün yüzüne çıkarıyor, yanlış bildiklerimizi düzeltiyor. Şairin hayatını, bir roman kahramanıymış gibi ama biyografik gerçeklerden hiç kopmadan aktarıyor.
Orhan Veli’nin hayatına ve şiirlerine, çevresindeki insanlara, şiire getirdiği yeniliğe daha farklı bakmamızı sağlıyor.

 

BİR TIP ŞEHİDİ: Salâhattin Mehmet Erk

Cumhuriyet’in ilk röntgen profesörü...

Cem Kozlu

Remzi Kitabevi

Türkiye’nin ilk radyoloji profesörü Salâhattin Mehmet Erk’in yaşamı kısa bir ömre sığdırılan uzun bir mücadele hikâyesidir. Bu mücadelenin izleri, görevi gereği sık sık ayrılmak zorunda kaldığı eşi Sabahat Hanım’a yazdığı mektuplara ve kartpostallara yansımaktadır. Trakya, Balkanlar ve kanlı çarpışmaların yaşandığı Filistin Cephesi’nden ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında eğitim amacıyla gittiği Viyana ve Almanya’nın çeşitli kentlerinden gönderdiği mektuplar, dönemin Anadolu ve Avrupa’sına tanıklık etmektedir. Sık sık gönderdiği kartpostallardan da 20. yüzyıl başlarındaki Avrupa şehirlerini görmek mümkün. Profesör Salâhattin Mehmet Erk’in yazdığı mektup ve kartpostallardan derlenen bu kitapta, onun Sabahat Hanım’a olan aşkını, henüz emekleme dönemindeki radyolojiye tutkuyla bağlanışını ve yurt sevgisini bulacaksınız.

KİTAP KURTLARI

BİZANS KAÇKINLARI

Muzaffer Özgüleş

Yapı Kredi Yayınları

İrem’in evi başını nereye çevirsen bir harabe, bir dehliz gibi görülen Sultanahmet’tedir. Köpeği Fırfır bir gün ağzında bir kitapla çıkagelir. Üzerinde Bizans Tarihi yazan kitap gelecekten gelmektedir. ‘Bizans Kaçkınları’ geçmişten geleceğe uzanan maceralı bir roman. Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan kitabı Muzaffer Özgüleş yazdı, çizimlerini Ayşın Delibaş Eroğlu yaptı.

AŞAĞİSTANBUL

Melis Sena Yılmaz

Günışığı Kitaplığı

Melis Sena Yılmaz, ‘Aşağİstanbul’ kitabında okurlarını gerçeküstü bir başka İstanbul’a götürüyor. Kitabın ana karakteri Zeynep. Zeynep’in dedektif olan babası ansızın kaybolur. Onun izini süren Zeynep, babaannesiyle gizemli bir başka İstanbul’a, Aşağistanbul’un sıra dışı sokaklarına gider. Tuhaf martıları, Galata boynuzlu atları, vahşi lambaları ve satirleriyle esrarengiz bir dünyada babasını aramaya koyulur.

OZ BÜYÜCÜSÜ

L. Frank Baum

Can Çocuk

Çeviren: Celâl Üster

Köpeği Toto’yla birlikte Kansas’ta çıkan korkunç bir kasırgayla Oz’un büyülü ülkesine savrulan Dorothy sonsuza dek kaybolduğunu düşünür. Evine dönebilmesi için sarı tuğlalı yolu izleyip Zümrüt Kent’e ulaşması ve Oz Büyücüsü’nden yardım istemesi gerekir. Dorothy yolda karşılaştığı Teneke Oduncu, Korkuluk ve Aslan’la dost olur ve hep birlikte zorlu ama keşiflerle dolu bir yolculuğa çıkarlar.

ÇIPLAK AYAKLILAR ORKESTRASI                                                        Özge Bahar Sunar                                                                                        Paraşüt Yayınları

Çıplak Ayaklı Çocuk, ayakkabı giymeyi hiç sevmezdi. Her yere çıplak ayaklarıyla gider, her işi çıplak ayaklarıyla yapardı. En iyi yaptığı şey ise şarkılar söylemekti ama sonra işler bir anda karışıverdi. Konser günü gelip de tüm orkestra gibi ayakkabılarını giyince, en iyi bildiği şeyi; şarkı söylemeyi unutuverdi. Çıplak Ayaklılar Orkestrası, bir çocuğun kendi gibi olmayı seçmesi üzerine umut dolu bir öykü. Özge Bahar Sunar’ın yazdığı kitabın çizimlerini Çağrı Odabaşı yaptı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi