Ötekileştirilen İnsanların Hikâyesi

Başak Baysallı, ‘Sarkaç’ romanında 1940’tan 1954’e uzanan, gayrimüslimlerin nafia taburlarına alınmasıyla başlayan, ardından 1942’de Varlık Vergisi’yle süren Türkleştirme politikasının izini sürüyor.

eda-kopru-basak-baysalli.jpg
Eda Köprü Başak Baysallı

Eleni, İzak, Matilda, Avram, Kirkor… Birlikte büyüyen, Kuzguncuklu çocuklar. Büyükada’da geçen mutlu yaz günleri, Pera’nın ışıl ışıl dükkanları. Yıl 1940. Düğüm düğüm çözülen ve bir sarkaç misali savrulan insanların hikâyesi anlatılan. Başak Baysallı Fresko Apartmanı’nın ardından yayımladığı Sarkaç’ta okurları sancılı bir İstanbul hikâyesiyle yüzleştiriyor.

sarkac.jpg

Babalarının 1941 yılında II. Dünya Savaşı sürecinde nafia taburlarına alınmasıyla başlayan (Ermeni, Rum ve Yahudi erkekler II. Dünya Savaşı sebebiyle nafia taburlarına alınır. Ancak askere alınan gayrimüslimlere bu taburlarda silahlı eğitim verilmez, yol, köprü, tünel inşaatlarında çalıştırılırlar) sıkıntılı süreç, 1942 yılında uygulanan Varlık Vergisi’yle devam eder. Bir Türkleştirme politikası yürütülmekte ve sermayenin el değiştirmesi hedeflenmektedir. İktidarda dönemin tek parti lideri İsmet İnönü, başbakanlık koltuğunda Şükrü Saraçoğlu oturur. Varlık Vergisi’ni uygulamak zorunda kalan ise İstanbul Defterdarı Faik Ökte’dir. Ökte 1951 yılında kaleme aldığı ‘Varlık Vergisi Faciası’ kitabında durumun garabetini tüm ayrıntılarıyla yayınlar.

Başak Baysallı ise ‘Sarkaç’ romanında 1940’tan başlayarak 1954’e kadar uzanan süreci anlatıyor. Tarihsel gerçeklerle örülen romanda yazar, bir dantel gibi döneme ilişkin tüm ayrıntıları işlemiş. 1940’larda gazetelere verilen esnaf ilanlarından tutun da biçki-nakış dergilerine, foto magazinlere, kent tarihine ilişkin belgelere kadar neredeyse her ayrıntı düşünülerek yazılmış bir kitap Sarkaç. Kitapla ilgili merak ettiklerimizi ve araştırma sürecini Başak Baysallı ile konuştuk.

Kitabınızın başında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir sözüne yer veriyorsunuz. Tanpınar “Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz” diyor. Fresko Apartmanı ile başlayan, Sarkaç’la devam ve bir üçleme olarak planladığınız seri Tanpınar’ın sözünü ettiği gibi bir hesaplaşma romanı mı?

Tam da öyle diyebiliriz. Bu hikâye geçmişe duyduğum merakla başladı. Aklımda kitap yazmak yoktu. Bütün okuduklarım, yüzleşmeler, araştırmalarım ve etrafımdakilere sürekli öğrendiklerimi anlattığım, uzun yıllara yayılan sohbetler sonunda bu hikayeleri yazdım. 15-20 yıla yayılan bir okuma süreci, Tarih Vakfı’nın seminerlerine katılmam, yakın tarihle ilgili merakım beni buraya getirdi. Cumhuriyet’in ilanından sonra ne oldu? Bugüne nasıl geldik, neler değişti? Bugün halledemediğimiz meselelerde geçmişin izleri var mı? Resmi tarih bir şeyler anlatıyordu ama bazı detaylar eksikti. Bu eksikleri tamamlamak için okumaya başladım.

Peki hikâyelerini yazmaya nasıl karar verdiniz?

Anlatırken çok içselleştirdiğim, kendimi çaresiz hissettiğim dönemler oldu. Bu kadarı nasıl olur diye sorguladığım ama bir hafta sonra bu kadarı olmuş dediğim süreçler oldu. Bir süre İstanbul’dan ayrılıp Londra’da yaşadık. Orada yaşamayı denemek istedik. Başka bir yerde tutunabilir miyiz, yaşayabilir miyiz diye düşündük. Hatta ben çok hevesliydim. Bu topraklardan bakınca demokrasi ile sorunlarını çözmüş, demokratik olmayı başarabilmiş, insan haklarının olduğu bir ülke olarak görünüyordu. Fresko Apartmanı’nı Londra’da yazdım. Yazacağım hikâye 6-7 Eylül’ün izini taşımalı, içimde hissettiğim derin sızının peşine düşmeliyim diye düşündüm. Aslında bu okumalarla mesafe kazandıkça taştı, yazıya dönüştü. Boğaz, İstanbul benim için önemliydi. Hikâyeye onları da yerleştirmek istedim. Fresko’daki tahta bavulu yazmış bırakmıştım. Düşünmek ve yazmak için zaman çok önemli. Londra’ya çok büyük heveslerle gittik, oturum çalışma izinlerini alma sürecimiz, üstü örtülü ırkçılığın sokağa nasıl yansıdığı, yabancıların istenmeyişinde, göçmenlere duyulan nefrette batının göründüğü gibi olmadığını gördük, bununla yüzleştik. Burayı çok özledim. Dostluk kurmak için 20-30 yıl daha emek vermek gerekecekti. Ortak bir kültürü paylaşmadığın biriyle bu ne kadar mümkün? Eskiden yapabileceğimizi düşünürdüm. Fakat aidiyet büyük bir zenginlikmiş. Beş ayın sonunda ayaklarım yere değmeden yürüdüğümü hissettim, sanki boşlukta yürüyor gibiydim. Hissedemiyorum, hep bir ürkeklik vardı. Onlarla baş etmek bana çok zor geldi. Fresko Apartmanı’nı bitirdiğim gece eşime “biz dönelim” dedim.

O zaman şimdi sizin kitapta anlattığınız ve tadı damağımızda kalan dostluğu daha iyi anladım. Londra’daki deneyimin belki de yansıması.

Londra’da dostlarımızın, ailemizin yokluğunu çok hissettik. Oradan dönerken birçok insan bu belgeleri almak kolay değil, yapmayın dedi ama dönmek baskın geldi. O yüzden de kitapta dostluğun yansımasının çok büyük bir etkisi olabilir. Romanda geçen Kuzguncuk’ta terasta kurulan sofrayı çok özleyerek yazdım.

“GÖRÜNMEYEN BİR TARİHİ ANLATACAKTIM”

Peki araştırmaya nereden başladınız?

Fresko Apartmanı’nı yazmaya başladığımda ikinci kitabın daha geniş bir araştırma gerektirdiğini görmüştüm. Görünenin ardında görünmeyen bir tarihi, 1940 ve 1954 yıllarını anlatacaktım. Arşiv arşiv, kütüphane kütüphane dolaştım. 1940’tan 1952’ye kadar geçen süreçte neler olmuş, dünyada ve Türkiye’de neler yaşanmış onları çıkardım. Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve Atatürk Kitaplığı’nın tüm süreli yayınlarını inceledim. Sadece gazeteler değil, dikiş dergilerinden tutun da müzik dergilerine kadar hepsini araştırdım. Sosyal yaşama ilişkin bilgiler edindim. Fransızca çıkan gazeteleri de taradım, Rumca, Ermenice yayınları da araştırdım. Vakıfların arşivleri, sözlü tanıklıkların yazıya dönüştürülmüş metinleri, üniversite arşivleri, tezler, Hrant Dink Vakfı’nın arşivi ya da Musevi Müzesi’nin Müdürü Nisya Hanım bana çok yardımcı oldu. Henüz kitaplaştırmadıkları arşivleri açtı bana, ses kayıtlarını dinledim. Alternatif tarih kaynaklarını araştırdım.

Kitapta şehir hatları vapurlarıyla ilgili de detaylı bilgi vardı.

Eser Tütel’in şehir hatlarıyla ilgili metinleri kitabı yazarken bana çok yardımcı oldu. Üniversitedeyken Deniz Müzesi’nde İstanbul’un vapurları, yalıları, Boğaz semtleriyle ilgili söyleşiler olurdu, onları takip ederdim. Notlar tutardım. Eser Tütel’i o söyleşilerden birinde dinlemiştim. O dönemki atmosferi verebilmem gerekiyordu. O dönemin dili de lazımdı. O dönem Galata’da yürüseydim bir esnafın önünden geçtiğimde hangi şarkıyı duyardım, esnaf arşivlerine girdim. Şarküteriyi oluştururken esnaflar odasından ve dönemin gazetelerindeki ilanları tarayarak ne satıldığını buldum. Kütüphanelerde gümrükten geçmesine izin verilen ve verilmeyen yiyeceklere ilişkin bilgiler var, onlara baktım. II. Dünya Savaşı dönemi, sandviçe turşu koyacağım mesela, turşu satılıyor muydu? Mekanlara baktım, bazıları tamamen yıkılmış bazıları başka şeye dönüşmüş.

KUZGUNCUKLU FRESKOLAR

simotas-apartmani.jpeg

Fresko Apartmanı mesela.

Kuzguncuk’ta Bican Efendi Sokak’ta Simotas Binası olarak biliniyor. Orada uzun süre Fresko adında bir aile yaşamış. 30 yılı aşkın süre apartmanın adı unutuluyor. Kuzguncuklular orayı Fresko Apartmanı diye biliyor. Unutulanı, orayı terk edenleri hatırlatsın diye Fresko Apartmanı adını verdim. Kitap çıktıktan sonra bana bir telefon geldi. Arayan Tilda Fresko idi. Kızı İzmir’de yaşıyormuş, kitapçıda kitabı görüyor ve annesini arıyor. Konuştuk çok mutlu oldum. İtalyan Hastanesi’ni, Heybeliada’daki sanatoryumu araştırdım. Mezarlıklar, kiliseler, cenaze törenleri… Bunları da araştırdım. Bir ara Rum kiliselerinde telefonum vardı. Mevlüt ya da cenaze töreni olunca beni arıyorlardı. Aya Triada’nın papazı Papaz Niko’ya birgün bu cenazelerde ne tür dualar okunuyor, izliyorum ama anlamıyorum. “İnsanlar ne diyor? Nasıl dua ediyorlar?” diye sordum. Bana çok güzel bir kitap verdi, yazdıklarını getirebilirsin ben bakabilirim dedi. Bu araştırmalar da beni rahatlattı.

nafia-taburu.jpg

“NAFİA TABURLARI VARLIK VERGİSİ’NİN HABERCİSİ”

Kitabınızda II. Dünya Savaşı sürecinde nafia taburlarına alınan gayrimüslimleri yazıyorsunuz. Kitaptaki karakterlerden Yasef “Müslüman olmadığımız için bize güvenmediler, elimize silah bile vermediler, bu nasıl askerlik anlamadık” diyor. Nafia taburlarına ilişkin ne tür bilgiler topladınız?

1940 yılında alınan bir karar bu. Çok farklı yaklaşımlar var. Devlet tarafından açıklanan bir karar yok. Ermeni, Rum ve Yahudi erkekler askere alınacağı yönünde resmî gazetede bir yazı çıkıyor ama kimse neden olduğunu bilmiyor. Tarihçilerin çalışmalarından beslenerek romanda o zemini oluşturdum, diyalogları yarattım. Bunlardan biri II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin baskı altında olması ve azınlıkları tehdit unsuru olarak gören Türkiye onları bir yerde kontrol altına almaya çalışıyor. Bir başka görüş de Almanya ile çatışmamak için bakın biz de bunu yapıyoruz diye göstermek istiyorlar. Dış siyaset açısından savaşa girmemek başarılı ama iç siyasette öyle değil, güveni yok ediyorlar. Ulus devlet anlayışının yansıması olarak çıkıyor karşımıza. 1934’te Trakya’da Yahudilerin sürgün edilmesi, Yahudi köylerinin boşaltılması, çok fazla Yahudi’nin İstanbul’a gelmesiyle başlayan süreç. Ardından Vatandaş Türkçe Konuş kampanyası. Bunlar tekçi zihniyetin uygulamaları. Bir süre sonra ulus devlet anlayışı ekonomik olarak da sağlanmalıdır görüşüyle ki Şükrü Saraçoğlu bunun başını çekiyor, meydanlarda, mecliste “onlardan alıp size vereceğiz” diyor. Siz ve bizi yaratıyorlar. Erkekleri çalışma kampına gönderdiğinizde o dükkanlar nasıl çalışacak, evlerde aş nasıl kaynayacak? Kadınlar bir şeyler yapmaya çalışıyor ama yapamayan da var, bir sene o dükkanlar kapalı kalıyor. Nafia askerliği Varlık Vergisi’nin de hazırlayıcısı gibi. 1923-1940 arasını, Trakya sürgününü de yazmak istiyorum. Aslında araştırırken şunu fark ettim ki bugün ne yaşıyorsak ipuçları geride.

Romandaki karakterlerden biri, Levon “Vatana ihanet ettiğimizi söyleyip durdular” diyor. Sessiz kalıyorlar ve çocuklarına bu durumu pek yansıtmak istemiyorlar. Çünkü çocuklarının doğdukları topraklara bağlı olmasını istiyorlar. Peki çocuklar bu duygudan uzak kalabiliyor mu?

Büyük ölçüde başarılı oluyorlar. Burada kalmayı başaranlarla da tanıştığımda nefret hissetmedim. Gitmek zorunda kalanlarla da bağlantı kurduğumda kimse nefretle anmıyor. Doğdukları topraklara duydukları sevginin bir parçası bu. Şikâyet edecek pek çok şey bulabiliriz. Türkleştirme politikaları sonucunda farklılıklara tahammülü olmayan iktidarlar nedeniyle bunlar yaşanıyor. Sanki Ermeni, Rum ya da Yahudi’nin vatandaşlığı gerçek Türk vatandaşlığı değilmiş gibi bir algı oluşturuluyor. Bu toprakların ötekileri oluyorlar.

İSMET İNÖNÜ İLE HEYBELİADA’DA KARŞILAŞMA

Nafia taburlarına gidenlerden ölenler de oluyor. Bazıları da hasta dönüyor. Lena eşini kaybediyor. Kitapta Heybeliada’da İsmet İnönü ve ailesiyle karşılaşma sahnesi var. İnönü Lena’ya başsağlığı diliyor. Fakat Lena’nın sessizliği, derin bakışları yaşadıklarına ilişkin pek çok şey anlatıyor. İnönü’ye bilerek cevap vermiyor. Neden cevap vermiyor?

O bölümü çok zor yazdım. Sarkaç’ı yazmaya başlamadan önce bu sahneyi hep hayal ettim. İnönü ile Lena ve Eleni’nin karşılaşmasını çok istiyordum. Nerede karşılaştıracağım hakkında fikrim yoktu. O karşılaşmanın gerçekçi olması gerekiyordu. İnönü’nün gazetelerden yıl yıl, gün gün gittiği yerleri çıkardım. Heybeliada’da yazlarını geçiriyor, sanatoryumda da kaldığını öğrendim. Onları artık Heybeliada’da karşılaştırabilirdim. Bir öfke patlamasıyla Lena’yı konuşturmam gerekiyordu ama ben daha çok bildiğim yerden yazmayı tercih ettim. Çünkü öfkelendiğimde susarım. Öfkemle bağırabilen, bunu dile getirebilen biri değilim. Orada iki ayrı hayat vardı. Bir yanda güzel geçen bir yaz bir yandan da onların sebep olduğu yıkılan aileler. Bir de tabi iktidarlar karşısında öfkemizi ne kadar dile getirebiliyoruz? Geçmişte yapılanları biliyoruz. Konuşanların başına neler geldiğini biliyoruz. O dönem bunları yaşayan insanlar da susmayı tercih ediyor.

ELENİ, İZAK’I TEK BİR FOTOĞRAFLA HATIRLIYOR

Sahaflarda eski fotoğraf albümleri de olur. Romanınızı okurken belki o fotoğraflardan toplamış olabilirsiniz diye düşündüm.

Sahaflardaki fotoğraflara hep meraklıydım, burada o aklıma gelmedi ama fotoğraf toplamak çok güzel fikirmiş. O dönemin foto magazin dergilerini taradım, Nurullah Ataç’ın yazısını oralardan öğrendim. Amatörler arası açılan fotoğraf yarışmaları varmış, o yarışmalarda kazananların fotoğraflarını yayınladıkları birçok fotoğraf dergisi var. Ara Güler Arşivi’nden insanlar nasıl giyinirmiş onlara baktım. Aras Yayıncılık’tan çıkan Maryam Şahinyan üzerine çok güzel bir kitap var. O kitapta 1930’lardan itibaren insanların kıyafetleri fotoğraflarıyla yer alıyor. Foto Galatasaray’ı anlatan çok güzel bir kitap. Stüdyo Osep’i anlatan başka bir kitap var. O kitaplardan dönemin atmosferini okudum. 1960’lar 1970’lerden sonra değişen kıyafetler, yüzler oralardan esinlendim. Fotoğrafla yitip gidenleri hatırlarız, fotoğraf hafızayla da anılarla da ilgili. Eleni, İzak’ı fotoğrafla, sadece tek bir kare fotoğrafla hatırlıyor. Aşkın da simgesi o fotoğraf.

varlik-vergisi-faciasi-kitabi.jpeg

‘VARLIK VERGİSİ FACİASI’ KİTABI

Kitaptaki Hasan İzzet Bey’i Varlık Vergisi’ni uygulamak zorunda kalan daha sonra bunu ‘Varlık Vergisi Faciası’ adıyla kitaplaştıran Faik Ökte’ye benzettim.

Faik Ökte’nin kitabı çarpıcı bir kitap. Kitabında bu işle sorumlu memurlar var, onların da ismi geçiyor. Ankara’ya gidip “Bu yanlış böyle bir vergilendirme olmaz, insanların önce kazançlarını tespit edelim, yüzde belirleyelim” diyorlar. Faik Ökte, Şükrü Saraçoğlu ve maliyedekiler tarafından kovulmaktan beter edildiklerini anlatıyor. Bürokrasinin içinde iyi insanların olduğunu da gösteren bir kitaptır Varlık Vergisi Faciası. İçinde bulunduğu dönemde ses çıkaramayışı sebebiyle 1951’de Faik Ökte bu kitabı yazıyor. Neler olduğunu tarihe bırakmak istiyor. Suçlu belirlemek çok kolay, istifa etseydi, yapmasaydı demek çok kolay. Aile sorumluluğu var gitse başka bir yerde çalışsa çok mu farklı olacak? Bireysel çabalarla bu meseleler çözülmez. Günümüzde yaşadığımız toplumsal sorunlarda da sorunu tek başımıza çözemeyiz. O dönemde de benzer şeyler yaşanıyor.

varlik-vergisi-askale.jpg

“MESELE ŞEHİRLERİN ÖZÜNÜ KAYBETMEMEKTE”

Romanda aslında bir yandan da bir kent tarihi okuyoruz. Adalarıyla da başlı başına bir ülke İstanbul. Büyükada, Heybeliada sonra Beyoğlu, Kuzguncuk Kurtuluş… Araştırma yaparken yıllar içinde şehirde yaşanan değişimi nasıl gözlemlediniz?

1999’dan beri İstanbul’da yaşıyorum ama tabi İstanbul’u bütün yönleriyle değerlendirebilmek için yeterli bir zaman değil. Ama ne yazık ki ben bile “bizim zamanımızda” diyorum. Üniversite kaydımın ardından İstiklal Caddesi’ne ilk girdiğimde büyülenmiştim. Panayır yeri gibiydi. Şöyle hissetmiştim: Dün gece burada bir karnaval olmuş da ben de onun içinde yürüyor gibiydim. Anadolu’nun küçük şehirlerinde yaşadığım için caddenin akışı muhteşemdi. Üniversite hayatım Beyoğlu’nda geçti ama yıllar içinde gittiğim yerleri bulamayınca afalladım. İstanbul’un bu değişimine kimler ne yazmış diye araştırma yaptım. Özellikle 1880’lü yıllardan bu yana Tercüman-ı Ahval gazetesinde, Servet-i Fünun’da ne yazılmış o dönemin İstanbul’unu taradım. Tanzimat Fermanı’nın ardındaki süreçte Fransız etkisine girildiğinde Beyoğlu’nda müthiş bir değişim oluyor ve bu değişim üzerine kimler ne yazmış. Pek çok kişi “Ah eski Beyoğlu yok artık” diyor. Bir gazeteci şunu yazmıştı: 20 sene önceki Beyoğlu’nu çok özlüyorum, her yeri Fransızlar bastı. O dönem Fransızlardan şikâyet ediliyor. İşgal döneminde İngilizlerden şikâyet ediliyor. 20 senede bir Beyoğlu’nda bir şeylerden şikâyet eden bir grup var. Günümüzde de Beyoğlu’nda göçmen şikâyeti var. Öğrencilerimden de bunu çok duyuyorum ve bu üslubu biraz düzeltmeye çalışıyorum. Bir zamanlar da Fransızlardan şikâyet ediliyordu, biz de göç edebiliriz. Buna alışmak lazım. Değişimi fark etmek ama bunu da bir şikâyet diline dönüştürmeden yapmak lazım. Asıl mesele şehrin dokusunun gelen kişiye göre değiştirilmesi, bu çok yanlış. Şehir asıl o zaman kimliğini yitiriyor. Beyoğlu’ndaki en büyük problem bu. Aynı zihniyet devam ediyor. Ahmet Hamdi Tanpınar “Değişim mutlak, şehirler değişecek, şehirleri bir arşiv, müze gibi birebir aslına uygun koruyamazsınız” diyor. Mesele şehirlerin özünü kaybetmemekte.

Eleni “Hiç bitmedi” diyor kitabın son bölümünde. Yaşanan acıları daha sonraki nesiller nasıl dile getiriyor?

Ailelerin bu durumlara maruz kalması çocukların yaşamını etkiliyor. İtalyan Lisesi’nin arşivine girdiğimde öğrenci defterlerini taramıştım. Bu defterler 1920’lerden başlayan öğretmen imzalarının olduğu metinler. Daha önceki yıllarda okulda olan öğrencilere baktığımda Ermeni, Yahudi, Rum çocuklar var. 1940’lardan itibaren öğrenci kaydı siliniyor, sınıflar birden beş kişiye düşüyor. Okulu da kitapta mekân olarak kullanmamda bu durum tetikledi beni. Savaş yılları, sınıf mevcudunun azalmasında ekonomik durumun da etkisi var ama Varlık Vergisi süreci de okulu etkiliyor. O çocukların isyankâr olmamaları çok mümkün değil. Yoksullaşıyorlar, ellerinde olan her şeyi kaybediyorlar. İlk kuşakta susma çok baskın. “Komşumuz bunu yapmadı, devlet arada olmasaydı bunu yaşamayacaktık” diyen insanlar çocuklarını nefretle büyütmüyorlar. Bir de öte taraftan isyankâr olursa bu çocuklar daha fazla göze batıp başka işler gelir başlarına diye düşünüyorlar.

Eleni ve İzak’ın hikâyesi devam edecek mi?

Üçüncü kitabı yazmaya başladım. 1960’tan bugüne uzanacak. Fresko Apartmanı’ndaki insanların hikâyesini anlatmaya başlayacağım. 1964 sürgünüyle gitmenin kolay olmadığı bir de göç ettikten sonra her ne kadar istense de dönmenin de çok kolay olmadığını anlatmak istiyorum. Hikâye Napoli, İstanbul ve Kudüs arasında geçecek.

Haftanın Kitapları

Alacakaranlıkta Gazetecilik

Güventürk Görgülü

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

Akademisyen ve gazeteci Güventürk Görgülü’nün 1980’lerin ikinci yarısından itibaren Türkiye'yi etkisi altına alan neoliberal dalganın medya düzeni üzerindeki etkilerini incelediği “Alacakaranlıkta Gazetecilik: Türkiye’de Neoliberal Medya Düzeninin Kuruluşu” adlı kitabı İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Görgülü, neoliberalizmin "Bırakınız yapsınlar" ilkesinden "Neyin nasıl yapılacağına biz karar veririz" şiarına geçişinin medya düzenini nasıl dönüştürdüğünü anlatıyor.

Cüret

Neslihan Önderoğlu

Everest Yayınları

Neslihan Önderoğlu’nun Cüret adlı romanı Duygu Asena Roman Ödülü’nün bu yılki sahibi oldu. Cüret, tüm ötekileri bir lincin gölgesinde, sarsıcı ve sancılı bir düzlemde karşı karşıya getiren bir roman. Önderoğlu, bir evin içinden taşan trajedinin izini sürüyor. Kitapta bir anda cehenneme dönen sokaklarda yaşanan arbede, engellilerin, mültecilerin, travestilerin, azınlıkların ve içten içe "çoğunluğun" korkusunu okuyoruz.

Amida’nın Sofrası

Diyarbakır'dan İstanbul'a Likörlü Hayat

Silva Özyerli

Diyarbakır’da doğup büyüyen Silva Özyerli, Diyarbakırlı Hıristiyanların yok olmaya yüz tutmuş likör kurma kültürünü zengin bir anlatıyla okurlara sunuyor. Özyerli’nin hafızasında canlanan Diyarbakır hikâyeleri, yazarın uzun yıllara dayanan araştırmalarının ve tecrübelerinin meyvesi. Tüm bu araştırmalara likör tarifleri eşlik ediyor.

Çocuk ve gençlik dergileri

İkinci İnsanlık

Luigi Ballerini

Çeviren: Tülin Sadıkoğlu

18 Kitap

Yapabildiği her şeyi robotlara bırakan insanlar, kontrolü tamamen onlara kaptırır. Birbirlerinden uzaklaştıkça robotlarla yakınlaşan insanlık, sonunda kendi yarattığı yapay zekâ Mira tarafından ortadan kaldırılır. İnsan türünün yeryüzünden silindiği ve sonra yeniden yaratıldığı “ikinci insanlık” döneminde, üç genç arkadaş Delta, Kappa ve Beta, yapay zekânın düzenine ve büyüdükleri Kampüs’e dair şüpheler beslerler. Farkına vardıkları sırları sorgulayan gençler, bedenleriyle zihinleri arasında kurulan mükemmelliği kurcalamaya başlar.

Yukarıdakiler ve Aşağıdakiler

Paloma Valdivia

Notabene Yayınları

Dünya üzerinde iki çeşit insan vardır: Yukarıdakiler ve aşağıdakiler. Aslında hepimiz aynıyız, ufak tefek farklılıklarımız olsa da.. Notabene Yayınları Yukarıdakiler ve Aşağıdakiler kitabıyla sınıfsal farklılıklara vurgu yapıyor.

Karpatlar Şatosu

Jules Verne

İthaki Yayınları

Jules Verne’in tekinsiz bir diyara yaklaştığı Karpatlar Şatosu, aynı zamanda gotik edebiyatın gizemini bilimselleştirme deneyi. Balkanlar’ın efsanelerle bezeli tarihinden süzülme bir perili şato serüveni okuyacaksınız.

Çok satanlar

1. Üç Cisim Problemi, Cixin Liu

2. Labirent: Batı ve Hasımları

3. Havala, Murat Ağırel

4. Söyleme Bilmesinler, Şermin Yaşar

5. Hayat En Çok İyileri Kırar, Acar Baltaş

6. Kızıl Karma, Jean-Christophe Grange

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi