Altın Portakal’da Roman Gibi’ye En İyi Belgesel Ödülü

Yönetmenliğini Tayfun Belet’in, yapımcılığını Nur Deriş’in yaptığı ‘Roman Gibi’ belgeseli Antalya Film Festivali’nde ‘En İyi Belgesel’ ödülünü aldı. Sabiha Sertel’in otobiyografisi Roman Gibi’den yola çıkarak hazırlanan belgesel Türkiye’de basın tarihinde iz bırakan bir çiftin, Zekeriya ve Sabiha Sertel’in hikâyesini anlatıyor. Nur Deriş, dedesi Celal Deriş’inkız kardeşi olan Sabiha’nın öyküsünü 20’li yaşlarında öğrenir. Ant Yayınları’ndan çıkan ‘Roman Gibi’ kitabının adı dikkatini çeker ancak daha sonra kitabın yazarı Sabiha Sertel’in babasının halası olduğunu öğrenir. Bir kuşağın izinin sürüldüğü belgesel bir yakın tarih okuması aynı zamanda. Filmin yönetmeni Tayfun Belet ve Nur Deriş’le Roman Gibi’ye dair konuştuk. Söyleşimizi izlemek isteyenler linke tıklayabilir.https://youtu.be/vxVLKkCA_iM

Roman Gibi’ belgeseli Antalya Film Festivali’nde ‘En İyi Belgesel” ödülünü aldı. Onların mücadelesinde sizi en çok heyecanlandıran ne oldu?

Tayfun Belet: Serteller ve Tan Matbaasına dair bir bilgim yoktu. Nur Hanım’la tanıştık. Roman Gibi’nin İngilizce çevirisi yapılmış ve İngiltere’de okunuyordu. Yayınevi Nur Hanım ve Sabiha Hanım’ın torunu Tia O’Brein’dan yedi dakikalık bir video istemiş. Nur Hanım da bu fırsatı iyi değerlendirelim ve yedi dakikalık bir belgesel çekelim diye vizyoner bir harekette bulunuyor. Bu konu bana hocam Ertuğrul Karslıoğlu tarafından ulaştı ve Nur Hanım’la tanıştık. Türkiye tarihinde çok karanlık olayları o kadar çok sindirmişiz ki açıkçası hikâyeyi ilk dinlediğimde beynimden vurulmuşa dönmedim ama Nur Hanım’ın gözündeki o hüznü gördüm. Aradan zaman geçmesine rağmen o hüznün ne kadar kalıcı olduğunu, insanları ne kadar etkisi altında bıraktığını gördüm. Nur Hanım’dan onları dinledim. O ana kadar bu filmi çekelim diyene kadar Sertellerle ilgili ne kitap okudum ne de bir yazı. Nur Hanım’ın bende bıraktığı etkiyle okumaya başladım ve okudukça günümüzde yaşadığımız pek çok şeyin orada nasıl yaşandığını ve nasıl bir mücadele verdiklerini anlatmalıyız diye düşündüm. Yedi dakikalık belgeseli yaptık bitirdik ama sonra belgeselini çekmeye karar verdik. Bir belgesel-sinema yapma amacındaydım. Bu heyecanıma Nur Deriş de ortak oldu ve bir yol arkadaşlığımız oluştu. Okuduklarımızı birbirimize anlatarak ilerledik.

img-5621.jpeg

Belgeselde Serteller üzerine çalışan akademisyenleri de görüyoruz. Örneğin Sabiha Sertel’i araştıran Barış Çatal, Zekeriya Sertel’i çalışan Serdar Kara, Serteller kitabının yazarı Korhan Atay, Zekeriya Sertel’in yeğeni Gündüz Vassaf, tarihçi Mehmet Ö. Alkan, Alman arşivlerinde çalışan Serpil Eryılmaz, Emine Uşaklıgil, Oya Baydar, Filiz Ali, … Kurguya nasıl karar verdiğinizi merak ediyorum. Çünkü Tayfun Belet’in sizinle tanışması ve sizin gözünüzden Serteller’i tanıması belgeselin kurgusunu oluşturmuş gibi.

Nur Deriş: Uzun filmi yapma fikrini geliştirmeye başladığımızda anlatacağım çok şey vardı. Fakat Tayfun’a bu benim hikâyem değil, Serteller’in hikâyesi dedim. Tayfun buna şiddetle itiraz etti. “Bu hikâyenin izleğini kuracak olan sizsiniz. Bu sırrı keşfetmeye ve açmaya çalışan kişi olarak adım adım bu sırrı açacaksınız ve film bu şekilde ilerleyecek” dedi, sonunda beni ikna etti ve bu şekilde de filmde yer almış oldum.

Sabiha Sertel dedenizin kardeşi ama size hiç anlatılmıyor. Daha sonra ‘Roman Gibi’ kitabı sayesinde ondan haberdar oluyorsunuz. Kitapla karşılaştığınızda kaç yaşındaydınız? Ailenize neler sordunuz?

N.D: Kitap o dönem taptaze Doğan ve İnci Özgüden’in yönetiminde Ant Yayınları’ndan çıkmıştı. Onları anmalıyız. Çünkü Ant Yayınları 60’lı yılların çok önemli bir yayıneviydi. Solcu, ilerici olan herkesin şimdi ne çıkacak Ant’tan, ne okuyalım diye gözetlediği bir yayıneviydi. Ant Yayınları da Tan Matbaası’nın bulunduğu binadaydı. Bunu sonra öğrendim ama böyle de bir izlek var tarih içerisinde. 1969 yılında Sabiha’nın ölümünden bir yıl sonra kitap Ant Yayınları tarafından yayımlandığında ben de 20 yaşında bir 68’liydim. İlk bakışta tuhafıma gitti. Ant Yayınları vurgulu kitaplar çıkarıyordu. Roman Gibi nasıl bir başlık diye düşündüm, oryantalist de geldi. Merakla kitaba yaklaştım ve tabi muazzam bir Sabiha’yı keşfettim ama hâlâ Sabiha’nın dedemin kız kardeşi olduğunu bilmiyordum.

“Sabiha’nın başından geçenler bizim çocukların başına gelmesin”

Nasıl keşfettiniz onu?

N.D: Zekeriya Sertel’in Paris’e gitmesi ve babamın artık eniştem diye birisinden bahsetmesiyle oldu. Zekeriya Sertel’in adı geçmeye başladı ama Sabiha’nın adı geçmiyordu. İlginç bir şekilde hâlâ Sabiha’nın başından geçenler aman bizim çocukların başına gelmesin, bilmesinler diye bu tavır nedeniyle bizden saklandı. Yoksa babamın çok büyük bir saygısı ve sevgisi vardı halasına ve hatta babam ölüm döşeğinde beni Sabiha’nın kızı Yıldız zannetti bir ara ve benimle Yıldız’mışım gibi konuştu. “Anneni, babanı ne kadar severdim” diyerek Sabiha ve Zekeriya’ya ne kadar büyük sevgisi ve saygısı olduğunu anlattı. Demek ki o da kendini ne kadar baskılamış. Bunu anlıyorum. Reddediş, inkâr etme ya da aileden dışlama anlayışıyla değil bizi koruma amaçlı bunu yaptıklarını düşündüm.

img-5622.jpeg

“Bir mülteci olarak kendimi yurtdışında buldum”

Peki 20’li yaşlarınızdayken ailenizin bir parçası olarak onu tanıyınca babanıza isyan etmediniz mi?

N.D: Kızdım. Nasıl böyle bir şey saklanır bizden diye. 20’li, 30’lu yaşlarıma yaklaştığımda bende Sabiha’nın yolundan yürüdüğümü gördüm, ailem de gördü, bir çevirim yüzünden yargılandım. Daha sonra 12 Eylül’de bu çeviri yüzünden yargılanma bütün siyasi davalarda olduğu gibi askeri mahkemelere sevk edildi. O aşamada Türkiye’den ayrılmaya karar verdim. Öyle bir yargılamanın sonucunda o günkü şartlarda ne olacağını çok iyi görüyordum. Aynı şekilde yazdıklarımdan dolayı değil ama çevirdiğim bir kitap nedeniyle kendimi mülteci olarak yurtdışında buldum. Burası Türkiye ve böyle şeyler hep oldu, olmaya da devam ediyor.

“Zor kısmı arşiv ve görsel toplama oldu”

Arşive ulaşma, belgeleri toplama kısmında zorlandınız mı?

Yurtdışı kaynaklardan birçok şeyi bulduk. Yeni Zelanda arşivlerinden Halide Edib’in görüntülerini buldum. Hollanda arşivlerinden İttihat Terakki görüntülerini bulabildim. Dünyada ciddi görsel müzeler var. İzin alarak onlara ulaştım. Serteller New York’a gidiyorlar. Gittikleri tarihin anlatıldığı günlerdeki arşive baktım. Zor kısmı gazeteleri taramak, o haberleri günü gününe okuyabilmek ciddi mesailerdi. Yalnız değildim bu yolculukta. Filmdeki akademisyen arkadaşlarım da ellerinde ne varsa, yıllara yayılmış araştırmalarından parçaları, fotoğrafları, gazete haberlerini yolladılar. Osmanlıca bilmiyorum. Serdar Kara bir metni çözümleyip ne yazdığını aktardı. Çok ciddi bir ekip olduk. Nur Hanım şuna dikkat çekmişti. Birçok film izliyoruz. Hepsinin sonunda jenerikler uzun uzun sürüyor, ekipler, destekler… Biz küçük ama devasa bir ekiptik. Ben hikâyeye üç buçuk yıl önce başladım ama bufilmin çekimleri üç buçuk yıl önce başlamamış. Onu fark ettim.

Belgesel sinema kurmaca sinemadan farklı olarak bir ayda ya da altı ayda çekilmiyor. Tarihe, bu konu hakkında çalışan akademisyenlere, izleyenlere karşı sorumluğumuz var. Anlatılanı teyit etmeniz gerekiyor. Serteller gibi Türkiye tarihinin en önemli konularından birinde arşiv çalışması, okumalar yapmadan film yapmak hata olur. Arşive çok dikkat ettik. Hikâye Sertellerin yazdıklarında, Korhan Atay’ın çalışmasında vardı. Bu işin zor kısmı arşiv ve görsel toplama oldu.

Benim için de Zekeriya Sertel’in sesini duymak önemliydi. Tan Matbaası baskınıyla ilgili bir konuşması var. Bir tarihi belge.

N.D: Bu ses kaydı gerçekten çok değerli. Onlarla ilgili bulabildiğimiz kıymetli bir kayıttı bu. Can Dündar’ın ‘O Gün’ adıyla yaptığı belgeselde geçen bir kayıt. Can Dündar sağ olsun bu kaydı kullanmamıza izin verdi.

Tarihe tanıklık etmek, bunun kaydını tutmak bu anlamda çok önemli. Başka bir zamanda yapılan bir çalışmada bir anda karşımıza çıkıveriyor. Bu dönemi merak edenler için de gerçekten önemli bir belge. Peki hikâyenin devamı ne zaman gelecek? Sertellerin yaşamında önemi olan Gün Benderli ile yapılan görüşmeler var.

T.B: Bu kısımda tabi Gündüz Vassaf’ın da ciddi tanıklıkları var. O da ekibimizin değerli bir parçası. Ondaki heyecanı gördükçe bizim heyecanımız daha da büyüyor. Hatta o günleri anlatırken hâlâ bugün yaşıyormuş gibi anlatıyor. Neredeyse yarısını çektik. Yarısını çekmiş olmamız filmin yarısına gelmemiz anlamına gelmiyor. Arşiv arayışımız var. Çekimler bitmiş olsa da kurgu süreci uzun sürecek. İki kişinin hikâyesinin aynı anda anlatıldığı bir belgesele pek rastlamazsınız. Tek bir kişinin hayat hikâyesinden yola çıkılır ve izlenir, belirli bir çizgide ilerler ve yaşadıklarına şahit olursunuz. Fakat Serteller hem bir arada hem bambaşka yollardalar. O yüzden kurguyu en çok zorlayan şey bu. Örneğin Zekeriya Sertel hapiste. Onun ayrı bir gündemi var ama Sabiha Sertel, Resimli Ay’ı çıkaracak, çocuklarını büyütüyor, Zekeriya’ya para gönderiyor. Böyle olunca da hikâye iki kahramanlı bir hikâyeye dönüşüyor. Zorluğu olacaktır ama mutlu bir şekilde ilerliyoruz. Bir buçuk seneye yayılabilir.

Sabiha Sertel’in kadın tarihi çalışmalarında da önemli bir yeri var. Biz onları Serteller olarak anıyoruz. Her ikisi bir arada. Belgeselde adından da yola çıkarak aslında ağırlıklı olarak Sabiha’nın hikâyesini izliyoruz. İkinci film daha çok Zekeriya Sertel’in olduğu bir çalışma mı olacak?

T.B: Düzelteyim sizi. Süre olarak baktığımızda Zekeriya Sertel daha fazla. İnsan zihni pozitif ayrımcılığa kaydığı ve ‘Roman Gibi’ kitabı üzerinden gittiğimiz için sanki Sabihadaha öndeymiş gibi ama biz Zekeriya’nın da hakkını sonuna kadar teslim etmek zorundayız. Böyle bir filmde Sabiha’yı öne çıkaralım gibi bir düşüncem olmadı ama Roman Gibi’deSabiha iki taraflı anlatıyor olayları. Zekeriya Sertel’in ‘Hatırladıklarım’ metnini de okudum, çok güzel bir anlatı var ama Roman Gibi’de bir kadının gözünden dinlediğimiz bir aile hikâyesi var. Orada Zekeriya’ya da ağırlık veriyor. Filmi de dikkatli izlediğimizde Zekeriya biraz daha önde. Matbuat Umum Müdürlüğü’ndeki süreç, İstiklal Mahkemesi’nde idamla yargılanması, ABD’de yaptıkları vesaire hakkını vermeye çalıştık ama ikinci filmde Zekeriya daha fazla olacak çünkü Sabiha çok erken vefat ediyor. Ondan sonra Zekeriya’nın Sabiha’sız da başına gelmeyen kalmıyor. Bu farkı vereceğiz. Biz insan olarak Sabiha ve Zekeriya’yı göstermeli ve buna odaklanmalıyız.

6b38f9f2-b083-420e-babf-e9eb069115aa.jpeg

Bir ayrıntı da Kurtuluş Savaşı başladığında Serteller ABD’de. Zekeriya Sertel’in ABD basınına yazdığı mücadeleyi anlatan yazıları var.

N.D: Gündüz Vassaf’ın da belirttiği gibi bu çiftin bir arada olması bir mucize. Çok farklı kökenlerden geliyorlar, farklı aidiyetleri var. Bunları kırmak için bir araya geliyorlar. Onlar için önemli olan gazetecilik, objektif habercilik ve halkın yanında onlara karşı yapılanları teşhir etmek üzerine kurulu bir yayıncılık anlayışları var. Siyasal olarak farklı yerlerde dursalar da ki Sabiha’nın 30’lu yıllarda TKP üyesi olduğunu öğreniyoruz, parti kimliğini hiçbir zaman yazılarına yansıtmıyor ama fikriyatıyla görüyoruz. Aynı fikriyatın Zekeriya’da da ifadesini buluyoruz. Neden? Çünkü esas mücadeleleri demokrasi, özgürlük, eşit haklar için. Bu mücadelenin ortak paydası bu. Siyasi duruşları farklı olsa bile. Bu mucizeyi açıklayan da bu. İkinci filmle ilgili spoilervermek istemeyiz ama mecburen Nazım Hikmet’in yardımıyla Sovyet ülkelerinde yaşıyor bu insanlar. Zekeriya’nın zaten gözlemci bir duruşu var, baştan itibaren tavrını ortaya koyuyor ama bu insanların arasında da barınmaya devam ediyor. Sabiha’nın da bu aksaklıkları görüp yine aynı demokrasi, özgürlük, eşitlik haklarını başka bir ortamda başka bir içerikle savunduğunu görüyoruz. Bu çok değerli bir şey. Bu çiftin ömürlerinin sonuna kadar dayanışma içinde olmalarını çok iyi açıklayan bir şey.

İkinci filmde Sabiha Sertel’in politik yönünü anlatacak mısınız? Örneğin Türkiye’de Soğuk Savaş dönemi çalışan kıymetli akademisyenler var. Siyasi anlamda o gün ne olduğunu anlamak bugüne de ışık tutuyor.

T.B: Serteller’i sadece politik duruşlarıyla sınırlandırmak hikâyeye haksızlık olabilirdi. Özellikle ilk bölümde ama şunu görüyoruz. Sokakta bir çocuk bulunuyor, annesi not bırakıyor. Basında kadın yargılanıyor. Sabiha kadını yargılamıyor, yöneticileri yargılıyor. Böyle bir şey varsa bu hepimizin, bu ülkenin sorunudur, eğer bir kadın kendi canından bir parçayı sokağa bırakıyorsa silkelenmemiz gerekir diyor. Bundan daha insani ve politik bir şey olabilir mi? Son dönemde şöyle bir şey var: Olabildiğince bundan uzak durmaya çalıştım filmde. Bir şey ya çok sert politik mesajlar içeriyor ya da suya sabuna dokunmuyor. Serteller siyah ya da beyaz insanlar değillerdi ki filmleri siyah beyaz olsun. Beni daha sert bir film olmalıydı diye eleştirebilirler. Ben filmi kendi sinematik tercihlerimle sertleştirmeyi doğru buldum. Bunu akademik bir çalışma olarak yapmıyorum. Bu insanlar bu şekilde yaşadılar. Birbirlerini desteklediler, aile oldular. Bu kavramların öne çıkmasını istiyorum.

Mehmet Alkan filmde dönmeliğin ne olduğunu, o dönemin Selanik’ini anlatıyor. Türkiye’nin Soğuk Savaş dönemi çok bilinmediği için bunu sordum. Türkiye tarihini konuşurken o dönem önemli bir süreç. Peyami Safa’nın Alman hükümeti tarafından nasıl finanse edildiği gibi bilgiler vardı. Nasıl bir Türkiye vardı?

N.D: Tan baskınının olduğu dönem tam bir dönem noktası Türkiye için. II. Dünya Savaşı boyunca açıkça savaşa katılmasa dahi Türkiye’nin Almanya’ya krom sattığı ve bu kromla silahların yapıldığı biliniyor. Öte yandan Babıali’ninönemli bir bölümü Alman taraftarı. Başta Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere. Nadir Nadi’ye Nadir Nazi adının takıldığı tarafgir bir tutum var. Serteller o konuda gayet açıklar. II. Dünya Savaşı boyunca kesinlikle faşizme karşı tavır alıyorlar. Almanya savaşta kaybedince birdenbire saflaryeniden düzenleniyor. Türkiye de kendine yeniden bir yer edinmek zorunda. Bunu batı da görüyor. Atlantik Paktı’ndansonra NATO olarak adlandırılacak kuruluşa girmek için bir uğraş başlıyor. Bunların yapılabilmesi için de bazı şartlar var. Tek partili düzene son verilmesi, çok partili seçime geçilmesi gerekiyor. Tan baskını ve bundan sonraki gelişmeler bu dönüm noktasında yer aldığı için o açıdan çok önemli.

Belgesel İstanbullu seyirciyle ne zaman buluşacak?

N.D: Kesinleşmiş bir tarih yok ama bunu Atlas Sineması’nda yapmak istiyoruz. 4 Aralık 1945’in ardından 80 yıl geçti. Yani Tan baskınının 80.yıldönümündeyiz. Bağımsız bir basının tüm baskılara rağmen nasıl direngen bir basın olduğunu da görmeye devam ediyoruz. O tarihlerde olmasını istiyoruz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi