Cumhuriyet Dönemi Türkiyesinde Resim-II

Türk resim sanatı, köklü bir imparatorluğun yıkıldığına ve kanlı bir bağımsızlık savaşı sonunda yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğuna tanıklık eden, alfabesinden giyim kuşamına yaşamının her alanında eskiyi terk ederek yeniye uyum sağlamaya çalışan bir toplumun yaşadığı sarsıntıları konu almış mıdır derseniz yanıt “Hayır” olacaktır

Geçen hafta Osmanlı Devleti’nde -figüratif- resmin, İran-Selçuklu sanat  anlayışından beslenen minyatür sanatıyla sınırlı kaldığından söz etmiştik. Osmanlı’nın, yeni sömürgelerin kaynak olduğu  mal akışının etkisiyle, ticaret, finans ve teknolojide canlı bir gelişim gösteren Avrupa’nın ne denli  gerisinde kaldığını sonunda iyice fark etmesi, 18. yüzyıldadır. Akıl edilen, günümüzden de tanıdığımız bir çözümdür; Batı’nın kurumlarını ve teknolojisini almak ama var olan kültürü ve toplumsal yapıyı korumak. Batı’daki kurumların ve üretilen teknolojinin, onun kültürel-toplumsal yapısının bir sonucu olduğunun farkında olmayan, yalnızca kopyalamakla aynı düzeye ulaşabileceğini sanan bu anlayışı resim sanatında da görmek çok şaşırtıcı değil elbette.

Bir burjuvazi sınıfının yokluğunda, ancak Saray ve  yakın çevresi için eser üretebilen ressamlar, bu süreçte, yine Saray’ın yönlendirmesi ve desteğiyle, Batı sanatının teknik ve biçemlerini öğrenmeye ve uygulamaya girişirler; minyatür sanatında örneği pek görülmeyen, perspektif, ışık, gölge, hacim gibi unsurları kullanarak üç boyutlu eserler verilmeye başlanır; portre ve  natürmort gibi yeni türler üstünde de çalışan bu ressamlar arasında, Osmanlı’nın ilk natüralist ressamı olarak bilinen Şeker Ahmed Paşa ve ilk resim müzesi ve güzel sanatlar akademisini kuran Osman Hamdi Bey gibi adlar yer alır (iki sanatçının da Paris’te eğitim gördüğünü ekleyelim).

[Oysaki minyatür sanatı da benzer bir yönelime sahiptir; örneğin Levni’nin aynı dönemde yaptığı portre minyatürler, perspektif ve gölgeleme açısından önceki örneklerden ayrışarak Batı resmine yaklaşsa da verimli olabilecek bu damar geliştirilmez ve Levni sonrasında minyatür sanatı, ya da nakkaşlık,  büyük ölçüde sona erer.]

Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane

Bu dönemde, resim sanatı devletin modernleşme ve Batılılaşma politikalarının bir parçası olarak özendirilmiş ve desteklenmiştir. Resim sanatının eğitimi, kurumsallaşması ve yaygınlaşması için çeşitli adımlar atılmıştır; Güzel Sanatlar Akademisi (Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane) kurulmuş, yetenek gösteren ressamlara yurt dışında eğitim olanakları sağlanmış, yarışma ve sergiler düzenlenmiş, resim müzeleri açılmıştır.

[Mekteb-i Sanayi-i Nefise-i Şahane’nin açılması Türk resim sanatının gelişimi açısından bir kilometre taşıdır. 1882’de II. Abdülhamit döneminde ve Osman Hamdi Bey’in öncülüğünde İstanbul’da kurulan bu akademi için, Paris Güzel Sanatlar Okulu (Ecole Des Beaux-Art) örnek alınmıştır. Verilen dersler arasında resim, heykeltıraşlık, mimarlık, oymacılık ve sanat tarihi ağırlıklıdır. 1928’de Güzel Sanatlar Akademisi’ne dönüştürülen Mektep, 1982’de Mimar Sinan Üniversitesi, 2006'da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi adını almıştır.]

Bu ilk kuşak ressamları, sonraları hemen hepsi Paris’te eğitim alsalar da ilk sanat eğitimlerini Mektep’te alan İbrahim Çallı, Nazmi Ziya Güran ve Hikmet Onat gibi ressamlar izler. İzlenimcilik akımını benimsemiş bu ressamların eser verdikleri 1910-1920’lerde, İzlenimcilik Avrupa’da çoktan popülerliğini yitirmiş, yerini Dışavurumculuk, Kübizm, Fovizm ve Soyut Sanat gibi farklı akımlara bırakmıştır.

[Batı sanatındaki akımların ancak geriden izlenmesi, sonra da Türk resim sanatının en belirgin yönlerinden biri olacaktır. Ancak yine de, ressamın gördüğünü değil hissettiğini resmetmesine dayanan İzlenimcilik biçemindeki bu ilk eserler, gördüğünü/hayal ettiğini tuvale dökme anlayışındaki figüratif Doğu sanatından radikal bir kopuş anlamına gelir.]

Çallı Kuşağı

İzlenimcilik’in baskın olduğu ve sonraları “Çallı Kuşağı” olarak adlandırılacak bu dönemde Namık İsmail’in Gerçekçi eserleri, Feyhaman Duran ve Hüseyin Avni Lifij’in portre çalışmaları, Şevket Dağ’ın iç mekanları, Naci Kalmukoğlu’nun natürmortları, Refik Epikman’ın Kübist etkili çalışmaları göze çarpar. Önemli sanatçılar arasına, Kübist ve Dışavurumcu eserleriyle Zeki Kocamemi’yi, Konstrüktivizm biçeminde eserler üreten Nurullah Berk’i ve Cevat Dereli’yi de eklemek gerekir.

İbrahim Çallı, Kadın Portresi

Hüseyin Avni Lifij, Pipolu Otoportre, 1908

Hemen tümü, en azından bir süre Paris ya da Berlin gibi Avrupa’nın o dönem sanat başkenti olan şehirlerde eğitim gören ya da çıraklık yapan bu sanatçılar için Batı sanatıyla Osmanlı/Türk kültürünün nasıl kaynaşabileceği temel sorunsallardan biri olagelmiştir. Güçlü tarihsel kökleri ve gelenekleri olan Türk (etnik anlamıyla kullanmıyorum) şiirinde bu türden bir sorunsal görmeyiz örneğin, Batı’dan öğrenilse de, romanda, tiyatro hatta sinema sanatlarında da bu topraklardan son derece özgün ve yerli eserler çıkmıştır. Ancak sinema dışında, ki o Batı için de yenidir, adı geçen sanat dallarını besleyecek  kültürel damarlar yok değildir geçmişimizde. Buna karşın minyatürü saymazsak, Batı’nın resim sanatına koşut bir görsel sanat geleneği eksiktir örneğin, ki minyatür bile Osmanlı’daki her evde bulunan, yaygın bir “ev süsü” değildir. Modernleşme döneminde üretilen resimlerin büyük ölçüde ve yalnız biçem değil tema olarak da Batı sanatına benzer olmasının kaynağında bu yatar.

Refik Epikman, Bar, 1928

Nurullah Berk, Melankoli

O dönem -ve günümüzde- resim sanatçılarının önündeki en önemli sorun, toplumun resme ilgisizliği, ressamların çalışmalarını sürdürmelerine, eserlerini özel sergi ve müzelerde sergilemelerine olanak sağlayacak bir burjuva sınıfının yokluğu ya da zayıflığıdır. Batı’da sanatın en başta Kilise, aristokrasi ve burjuvazi arasındaki güç ve gösteriş savaşının etkisiyle büyüyüp serpildiğini söylemiştik önceki yazımızda. Burjuvazinin ilgisini besleyense, resim sanatının toplumdaki karşılığıdır. Avrupa’da, yüzyıllardan bu yana, her hafta gittikleri kilise ve katedrallerde büyük ustaların fresklerini ve tablolarını görerek bir estetik anlayışı ve sanat sevgisi geliştiren Avrupalıların günümüzde de sergi ve müzelere düşkün olmaları aynı terbiyenin bir sonucudur; oysaki bugün bile ülkemizde -zorunlu okul gezileri dışında- sergi ya da müzelere gidenler çok küçük bir azınlık olmayı sürdürüyor.

Cumhuriyet’in, toplumsal ilgisizliğin daha da belirgin olduğu ilk yıllarında, devlet kuluçkasında büyümeye çalışan Türk resim sanatı, köklü bir imparatorluğun yıkıldığına ve kanlı bir bağımsızlık savaşı sonunda yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğuna tanıklık eden, alfabesinden giyim kuşamına yaşamının her alanında eskiyi terk ederek yeniye uyum sağlamaya çalışan bir toplumun yaşadığı sarsıntıları konu almış mıdır derseniz yanıt “Hayır” olacaktır. Nedeni, resmin toplumun geniş kesimine ulaşan, onu konu edinen bir geleneğe sahip olmaması kadar manen/madden bağımsız olmaması, gelişebilmek için devlet korumasına muhtaç olmasıdır diyebiliriz.

Cumhuriyetin ilk dönem ressamlarını anlatmaya haftaya devam edelim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Oğuz Pancar Arşivi