DOĞAN KUBAN’IN SONSUZLUĞA MİRASI

Türkiye’nin önemli figürlerinden biri geçtiğimiz hafta yaşama veda etti. Mimar Doğan Kuban, salt mimarlık mesleği ile anılamayacak kadar geniş alanda etkili olmuş, düşünce ve metin üretmiş, mimarlık ve kültürel tarihimize düşünceleri ve girişimleri ile yön vermiş, sanattan siyasete kültürel yapımıza katkı sağlamış değerli bir isimdi. Yaşam boyu üretimleri, ve yarattığı aurası onu bir bakıma ölümsüz kılıyor.

Jorge Louis Borges, “Yazarlar öldüğünde kitaplara dönüşürler ve bu hiç de fena bir reankarnasyon değildir” der. (The New Yorker, July 7, 1986). Mimar, mimarlık tarihçisi, araştırmacısı ve eğitmeni olan Doğan Kuban, benim hiç tanışmadığım, ancak her fırsatta dinlemeye oturduğum, yazdıklarını büyük iştahla okuduğum bir yazardı. Kuban yaşama veda etse de, Borges’in dediği gibi kitaba dönüşmüş oldu.

Geçtiğimiz hafta ölüm haberi geldiğinde, belki de bu yüzden çevremdeki pek çok mimar arkadaşımın, dostumun hissettiği boşluğu hissedemedim. Onların Kuban ile sohbetleri, anıları vardı. Üstelik azımsanmayacak bir topluluk ondan ders alarak meslek yaşamına başlamış; çeşitli ortamlarda onunla iş birlikleri kurmuşlardı. Bu tür yakınlaşmalardan sonra yaşanan kayıplar kuşkusuz hazindir. Oysa benim duyduğum burukluk başkaydı; Kuban’ın kaleminin durmasının, yeni düşüncelerinin bilinemeyecek olmasının verdiği bir üzüntü hissettim. Ancak o benim için zaten hep yazıydı. Büyük bir çalışkanlıkla ürettiği onlarca kitabı, yüzlerce makalesi ile de bu yazı külliyatı sonsuzlukta kalmaya devam edecek.

İşte tam da bu noktada Kuban’ın mesleğine ve yaşamına karşı duruşu önemli hale geliyor. Mimar olarak, salt yapı üretiminin ötesinde, eğitim hayatına, örgütlenmelere, literatürüne katkısı; çeşitli tartışma ortamlarında her zaman farklı olarak ortaya koyduğu bakış açısı, sadece mimarlık, yapı veya restorasyon alanında değil, sanat, siyaset, toplum gibi alanlardaki düşünce ve analizleri, Osmanlı mimarlığı, Anadolu mimarlığı, Cumhuriyet devrimleri ve Atatürk gibi pek çok temel alanda ortaya koyduğu görüşleri,  yaptığı bilimsel çalışmaları ile mirasını sonsuzluğa bırakıyor.

DOBRALIK ANITI

1926 yılında Paris’te doğan, ve çağdaşlarına göre oldukça farklılıklar yaratabilecek nitelikte bir eğitim alan Kuban, bu uluslararasılığı ile, aynı zamanda kültürlerarası mukayeseler yapabilecek, etkileşimler kurabilecek bir yaşam yaşamış, kariyer inşa etmiş.

Kurduğu ilişkileri, kovaladığı fırsatları, böylece önünde açılan kapıları nasıl değerlendirdiğini açıklıkla anlatıyor olması bana her zaman bu ülkenin bilgi bağnazı kalabalıklarından farklı gelirdi ve bu özelliğini elbet bu yurt dışı ilişkilerinin yoğunluğuna bağlardım. Doğrusu bana bu tavrı ile çok ilham verici olmuştur.

Mesleki camiamızda herkesin birbirinden bilgi sakladığı, herkesin bir duruş sergilemek adına samimiyetini gölgelediği, oldukları kişi gibi değil de, görünmek istedikleri kişiler gibi davrandığı, çoğunlukla ketum ortamlarda çok bulundum; bulunuyorum.

Doğan Kuban’ın bilgisine, çalışkanlığına ve üretkenliğine duyduğu güven ile üstüne giyindiği bu açık sözlülük, ve samimiyet benim için de örnek aldığım bir belirleyici olmuştur. Onun tavrını benimseyerek ben de yazılarda, yayınlarda, gençlerle olan sohbetlerimde olabildiğimce samimi ve açık, temkinli değil içten geldiği gibi olmaya çalışıyorum.

İTALYAN PROFESÖRÜN İZİNDE

Sanata, tarihe ve felsefeye duyduğu ilgi ile ve kendi deyimi ile Emin Onat’ın da yönlendirmesi ile liseden sonra mimarlık ana dalını seçen Kuban, 1943 yılının programına göre İTÜ’de Yüksek Mühendis Mektebi’ne başlar. İlk üç yıl mühendislerle ortak olarak alınan dersler, sonraki üç yılda inşaat, mimarlık alanlarına ayrılır.

Kuban üniversiteyi bitirdiği yıl, fakülteye atanan Prof. Paolo Verzone, İtalya’dan, Politecnico di Torino üniversitesinden mimarlık tarihi dersi vermek üzere davet edilmiştir. Kuban okulu bitirmesine karşılık, bu profesörle çalışabilmeyi ister ve asistan olabilmek için kendisi ile görüşür. Bu girişimin ve Verzone ile tanışıklığın,  Kuban’ın  kariyerinde çok etkili olduğu, kendi aktardığı anılarından da açıkça anlaşılıyor.

Kuban, örneğin Verzone’in kitaplara olan merakından bahsediyor, birlikte üniversitenin kitaplığını ilgili kitaplarla nasıl kurduklarını anlatıyor.”Asistan maaşım kitap almaya yetmezdi, hıncımı üniversiteye alarak alırdım” diyor.

Verzone’nin ayrılmasının ardından İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde Mimarlık tarihi ve Restorasyon Enstitüsü’ni kuruyor; dekanlık yapıyor. ICOMOS’un Türkiye’deki kuruluşuna önayak olması, Anıtlar Kurulu üyeliği derken, tarihe düşkün bir mimar olarak Türkiye’de restorasyon bilincinin akademik ve bilimsel düzeyde ilk kez var olmasının boş rol oyuncularından biri haline dönüşüyor.

Kuban, yine Verzone ile olan anılarında, ondan saha çalışmasının ne olduğunu öğrendiğini belirtiyor. Verzone mimari rölöve için “bizim savaş atımızdır” dermiş. Kan, ter içinde, çıplak doğada, zaman zaman keçi gibi tırmanarak , zaman zaman akreplerle başbaşa, ölçüm aletleri ve bir fotoğraf makinesi ile, uzun mesailerde kimi zaman sıcaktan eriyerek kimi zaman soğuktan donarak yapılan bu çalışmalar sırasında, bir keresinde bir öğrencileri ardında bir not bırakarak İstanbul’a geri dönmüş; dayanamayıp düpedüz kaçmış ! Ancak Kuban, yanındaki ustasından her dakika ne öğrenebilirim diye bakmış hayata da, mesleğine de.

İşte bu fark, bugün Türkiye’de her alanda yaşanan yozlaşmaya sebep olan fark diye düşünmüştüm bu satırları ilk okuduğumda.

Ağa Han Mimarlık Ödülü Yürütme Komitesi üyeliği yapan, 2019 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri’nde “Mimarlık” ödülü verilen, Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) 2021 “Jean Tschumi Mimari Yazın Ödülü” sahibi 

Kuban’ın düşüncelerini anlatmak için sayfalar etmez, yorumlamak haddim değil. Ancak önemli bulduğum birkaç bölümü kendi sözleri ile aktarmak istiyorum:

“ Kubbe Dünyanın bütün ülkelerinin ortak malıdır. Osmanlı Devleti kozmopolit bir dünya imparatorluğu idi. Egemen olduğu bütün toprakların geleneklerini özümsemiştir, mimarlığı da özgün bir sentezdir. Ordusu, idareciler, sultanın haremi ne kadar devşirme ise, mimarı ve işçisi de o kadar devşirmedir.

Kuşkusuz bizim toplumu tanımlayan bir kültürümüz var. Temeli Orta Çağ’da ve tarımsal ekonomide kalmış bir kültür. Bizi bu dünyada yaşatmaya yetmez. Bizi bugün yaşatan 17. asıryüzyıldan bu yana Batı’dan ithal ettiklerimizdir. Araba, kamyon, uçak, bomba, tüfek..Ya da apartman, kent planlaması, öğretim sistemi, doktorluk.. Bunların hiçbirini biz yaratmadık, satın aldık. Her geçen gün de yenisini almak zorundayız.

Düşünün ki 19. asıryüzyılda İstanbul’da büyük işler yapan tek bir Türk mimarı yok. O dönemde daha çok Ermeni vatandaşlar mimarlık yapıyor.(..)

Biz hala Osmanlı toplumunun mirasını taşıyoruz. Başka bir deyişle Orta Çağ’da yaşayanlarımız var.

Türk tarihinde olmamış yeni düşünceler gelişiyor, imamlar devlet başkanı olmaya çalışıyor. Osmanlı halkı yazıyı görünce muska sanıyordu. Ben ilkokula başladığımda halkın %90’ı köylüydü ve okuma yazma bilmiyordu. O zamandan bu yana ülke çok gelişti. Büyük potansiyelimiz var ,fakat Orta Çağ’ı aşmamız gerek.”

Üzücü haberin hemen ardından kısa bir süre içinde benimle duygularını paylaşan sevgili mimarlardan bir kaçının sözlerini de sizlerle paylaşıyorum. Benim düşüncelerimi de yazımın başında dediğim gibi Marcel Proust ‘a ait aşağıdaki söz en iyi  biçimde ifade ediyor:

İnsanlar bizim için hemen ölmezler, gerçek ölümsüzlükle hiçbir ilgisi olmayan bir tür yaşam aurasında yıkanırlar, ve bu aura aracılığıyla, yaşarken olduğu gibi düşüncelerimizi işgal etmeye devam ederler. Sanki uzaklarda bir yerlerde geziniyolarmış gibi.”

YORUMLAR

PROF. DR. CELAL ABDİ GÜZER, MİMAR

Kuban, zaman zaman üç ayrık alan gibi görülen tarih, teori ve eleştirinin aslında süreklilik içinde ve birbirlerini etkileyerek var olduğuna, ve tasarımın bu süreklilik zemini üzerinde anlam kazandığına yönelik bütüncül bir birikimin önemini temsil eden az sayıda akademisyen arasında yer alıyordu. Bir çok özelliğinin yanısıra, bu yanı ile dolmayacak bir boşluk oluşturdu.

HAN TÜMERTEKİN, MİMAR

İTÜ Mimarlık Fakültesi’ndeki eğitimim 1976 yılında başlaması gerekirken ülkedeki karışıklıklar nedeniyle bir sonraki yıl başlayabilmişti.

Taşkışla’da Nisan ayının ilk günlerinde hocalarımız tarafından mimarlık ile tanıştırılıyorduk.

Bugün aramızda olmayan ama mimarlığıma katkıları ile hala bana yön veren Sedat Gürel, Nezih Eldem, Atilla Yücel, Afife Batur gibi Doğan Kuban da daha ilk dersinde çok iyi bir okula geldiğimiz ve çok şey öğreneceğimiz duygusunu uyandırmıştı. Kapsamlı ve derin mimarlık bilgisini henüz mimarlık hakkında pek birşey bilmeyen bizlere berrak cümleler kurarak damıtılmış şekilde vermeye özen gösterdiğini hatırlıyorum.

Mimarlık yaşantım boyunca hergün defalarca kanıtlanan ilk cümlesini ise hiç unutmuyorum.

“Mimarlık tarihi birleşimlerin tarihidir.”

FARUK MALHAN, MİMAR

Doğan Kuban Hoca topluma dair bir bilim insanıdır.

Mimarın bilinçli farkındalığının toplumsal farkındalık düzeyi ile eş olmasını ve mimarların önü çekmesini yazardı, çizerdi, üstüne vazife bilirdi. Mimarideki itibarın toplumsallık üzerinden geçerliliğini, kişisel veya işverenin itibarı olmaması gerekliliğini anlatırdı. Düşleri, düşünceleri nesillere, topluma armağandır.

NEVZAT SAYIN, MİMAR

Hep çok sevdiğim Doğan Kuban’la, bulduğum her fırsatta konuşmaktan büyük keyif alırdım. Bu görüşmelerden biri 1994 yılında Vizyon Dekorasyon dergisinde yayınlanmıştı (Sayı:93, Sayfa 38-41) Değerli hocamı uğurlarken o keyifli günün anısını çok önemsediğim bir kaç cümleyisle paylaşmak isterim:

  • Antikiteye ait bir Yunan Tapınağı, Türkiye’de yaşayan biri için gelenek sayılır mı?
  • (…) Bütünüyle değil ama parçalarıyla sayılabilir. Afrodisyas’ın yakınındaki Geyre Köyü’nde oturan biri için besbelli yaşamının bir parçası o. Bütün hayatın boyunca içinde yaşadığın bir şeyi nasıl yadsıyabilirsin? Ama biz Yunan tapınağına baktığımzda aklımıza Dionisos ya da Athena gelmez. Fiziksel bir varlıkla birlikte yaşamakla, o fiziksel varlığı meydana getiren kültürün içinde yaşamak arasında çok fark var. Bilgiyle baktığım zaman, kendi kültürümün bir parçası olarak hissedebilirim. Avrupalı, bizim kadar yakın olmadığı, ömründe görmediği Parthenon’u kendinden sayar, fakat Osmanlı onun yanında 500 sene yaşadı, kendinden hissetmedi. Bu yüzden bir aydın için gelenek olan Afrodisyas, Geyreli köylü için (yadsımasa bile, gelenek bağlamında) hiçbir şey olmayabilir. Sahip olduğumuz değerlerin bazıları, içinde yaşadığımız ortamın varlığıyla kendiliğinden oluşanlar, bazıları insanın aklıyla ulaşılanlar. Aklıla ulaşılanlar uygarlık, kendiliğinden oluşanlar kültür.

(Sayın’ın sosyal medya paylaşımından kendi izni ile..)

CEM SORGUÇ, MİMAR

Sizinle konuşurken, hele dinlerken gözlerinin sabit ve içinize işleyecek kadar derin bir yerlere saplandığını hissederdiniz. Bir şeyi söküp çıkaracakmış ya da sizin görmediğinizi onun gözlerinin içinden görmenizi sağlayacak bir kontaktı bu.

Mimarlık fakültesini bitirdikten sonra kendisinden yenileme, güncelleme üzerine bir seri teorik ders aldım. Bundan yaklaşık on yıl sonra bugünden ise yirmi yıl önce bir restorasyon sürecinde zaman zaman sohbet ettik. Doğan Kuban gibi insanların size verdikleri, öğrettikleri bitmez. Onlar bu dünyadan göçse de bitmez. Doğan Hoca’nın yıllardır dönüp dönüp durduğum makaleleri, kitapları kendi kıymetleri kadar vesile olduğu meraklarla başka denizlere açılma hevesini körükleyip düşün dünyamı çoğaltmamı sağladı. Bu yaz okuma fırsatı yakaladığım “Türk Ahşap Konut Mimarisi” tam da bu minvalde başka açılımlara sebep oldu ve halen içerisinde sürüklenmekteyim. Elim haberi aldığımda gözüm odamdaki kitabın sırtına takıldı kaldı.

Doğan Hoca’yla en son 2018 yılı 31 Aralık günü yeni yıla girerken görüştüm. Kısa bir sohbet ettik, yorgundu lakin çoğu zaman olduğu gibi matraktı. Ne mutlu bana ki, kesiştiğimiz bir yol ve zaman verdi bu hayat. Kattıklarınızın sonsuz minnetiyle, güle güle hocam.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi