HERKES GİDER CERN’İNE BİZ GİDER MERSİNE

CERN (Conseil Européen pour la Recherche Nucléaire) dünya üzerinde en ilgimi çeken kuruluşlardan biri. Avrupa Nükleer araştırmalar merkezi olan bu kuruluş, İsviçre-Fransa sınırındaki Cenevre kentinde bulunuyor. nükleer araştırmalara adanmış bu kuruluş tam on yıldır sanatçı ve tasarımcılarla iş birliklerine de imza atan önemli bir yaratıcı merkez aslında.

Hayatlarımız katman katman. Gerçek katmanlarım, duygusal katmanlarım, sanal katmanlarım üst üste, iç içe geçirip duruyorum günlerimi. Siz bu satırları okurken ben ikinci yarım asrımın ilk gününü geride bırakıyor olacağım. Yaşadığım hayat, yapabildiklerim ve yapamadıklarım, yapmak istediklerim üzerine odaklandığım bir dönüm noktası gibiymiş 5.0 sürümü hayatımın; hoş geldim.

İsviçre’de bulunan CERN de yaşadığımız evrenin sırlarını çözmeye çalışıyor aynı benim gibi.  1954 yılından bu yana varlığını sürdüren ve dünyanın en önemli enstitülerinden biri olan bu nükleer araştırma merkezinde, evrenin başlangıcına ve geleceğine dair sır dolu konular üzerinde araştırmalar yapıyor mühendisler, fizikçiler ve diğer bilim insanları. Burada yer alan, söz gelimi parçacık fiziği laboratuvarlarına eşlik eden önemli bir diğer program ise onuncu yılını kutlayan sanat programı.

Arts at CERN, 2011 yılında sanatçılarla fizikçilerin arasındaki diyalogları arttırmak amacı ile kuruldu. Sanatçılar ve fizikçiler, iki benzemez pratik gibi görünürken, aslında bilgiye dayalı, araştırıcı, üretici yönleri ile pek çok ortak süreci paylaşıyorlar. Bu kuruluş ortaya çıkarılırken bu iki ilgisiz gibi görünen pratiğin birbirine yararlı olabileceği düşünülmüş. Konunun özünde, sizlere bu yazılarım aracılığı ile sıkça bahsettiğim yaratıcı düşünce gücünün önemi var. Tasarım odaklı düşünme sistemleri (Design Thinking) çoğunlukla, yaratıcı olmayan alanlardaki profesyonellerin ufkunu açan, daha üretken olmalarını sağlayan bir metodoloji sunuyor. CERN kendi yapısı içinde yürüttüğü çalışmaları böylece bir sonraki seviyeye taşıyor, kapsayıcılığını arttırıyor.

Kuruluş yıl içerisinde pek çok açık çağrı yapıyor ve dünyanın dört bir yanındaki sanatçılarla, tasarımcılarla ortak projeler üretiyor. Bunlardan bir yenisi olan ve ilk kez düzenlenen residency* programı (*sanatçıları konuk ederek belirli bir sürede onların üretimine destek sağlama) çağımızın önemli yaratıcı düşünürlerini bir araya getirdi.

Bu programlar ve ilgili davetler, olması gerektiği gibi bir kültür kurulu tarafından belirleniyor. Bu kurulda Barselona MACBA’dan Elvira Dyangani, Beyeler Vakfı’ndan Ulrike Erblslöh, Plateforme 10’den Patrick Gyger, Milano’daki Prelli HangarBiocca’dan Vicente Todoli gibi isimler bulunuyor CERN yöneticilerinin ve fizikçilerinin yanında. Kuruluşun direktörlüğünü ise Monica Bello üstlenmiş.

Günümüzün kritik tasarım alanındaki en önemli temsilcisi konumundaki ikili, Fiona Raby ve Anthony Dunne, bu programlarda çalışmalar yürüten tasarımcılar arasında. Tasarıma spekülatif olarak yaklaşan ve onun sadece bir düşünce metodu veya üretime dayalı bir pratik olmadığını, yarattıkları projelerle vurgulayan ikili, mesleklerimize yeni ufuklar açtı ve açıkça ezberimizi bozdu on yıllardır. İkilinin CERN’de yürüttükleri projenin ismi Quantum Commonsense, bir oksimoron olarak aslında bir araya gelmeyecek iki kavramı temsil ediyor. Bu iki kavramı bir araya getirecek yolları bulmayı, tasarlamayı hedefliyor.  Bu çalışmalarda örneğin şu sorular soruluyor: Günlük yaşantımızdaki algılarımız, hareketlerimiz, duygularımız, duyularımız, kullandığımız dil, gördüğümüz imajlar, düşüncelerimiz veya her gün kullandığımız eşyalar üzerinde quantum felsefesi ve metaforları hakim olmaya başlasa, yaşam nasıl bir yer olurdu? Böyle bir yaşamdaki insan deneyimi nasıl olurdu?

Nükleer araştırmalar, dünyanın tüm tarihini değiştiren sonuçlara gebe. Nükleer enerji bugün “temiz enerji” olarak sunulan ve sayıları artan santrallerle yaygınlaşan bir gerçek. Amerika’nın aktivistleri -haklı olarak- nükleer enerji karşıtı gösterilere katılırken ülkelerinde her beş evden birinin elektriğin bu santrallerden geldiğini unutuyorlar gibi. Amerika’nın enerji bakanlığının resmi sayfasında temiz enerji vurgusu defaten yapılan bu enerji türü, doğada asla yok edilemeyen ve geri dönüştürülmesi bir hayli zahmetli olan uranyum madenini kullanıyor. Enerjisini %20 sini nükleer santrallerden elde eden ABD, yıllardır bu zararlı radyoaktif atıkları, çöllerine, kayalıklarına özel hazırlanmış tüpler içerisinde gömüyor. Dünya üzerinde 30 ülkenin nükleer santralleri var. Bu ülkeler 1946-1993 yılları arasında bu atıkları okyanusların dibine dahi gömdüler.

Sadece radyoaktif atıkları ile problem yaratmıyor bu santraller. Çalışma süreçlerinde o kadar çok su kullanıyorlar ki, bu su kaynağını örneğin yakınlarındaki bir gölden veya nehirden çektiklerinde buradaki doğal yaşamı nerede ise kurutuyorlar. Bu su  en çok soğutma çalışmalarında kullanılıyor.

Dünya atom bombası trajedisinin ardından, 1986 yılında Çernobil felaketini, 2011 yılında da depremle gelen Fkushima Daiichi felaketlerini yaşasa da nükleer enerjiden vaz geçiş yok gibi. Sadece dünyadaki değil, uzay çalışmaları ve Mars’taki yapılanmaların temelinde de bu gerçek var.

Türkiye’de bu kervana katılan ülkeler arasında bildiğiniz gibi. Türkiye’nin elektrik üretiminin %37,3’ü kömürden, %29,8’i doğal gazdan, %19,8’i hidrolik enerjiden, %6,6’sı rüzgardan, %2,6’sı güneşten, %2,5’i jeotermal enerjiden ve %1,4’ü ise diğer kaynaklardan elde ediliyor (2018 yılı enerji tüketim kalemlerine göre, T.C. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, 2020 bilgisi) Nükleer enerji alanında ise halen yatırımcı konumundayız.

Türkiye’nin ilk nükleer santralinin yapımı için 2010 yılında Türkiye ve Rusya anlaşma imzaladı. İlk etabının tamamlanması için 2023 tarihi verilirken, 3. ünitenin temel atma töreni içinde bulunduğumuz yıl içerisinde yapıldı. Tümü bittiğinde Türkiye’nin elektrik tüketiminin %10’unu karşılayacak bu santral yap-işlet modeli ile yapılıyor. Proje tamamlandıktan sonra- ki bunun için kesin bir tarihi sanıyorum kimse bilmiyor- bu santral 20 yıl süresince yatırımı yapan Rus firması Rosatom’un olacak. Daha sonra da bu şirket %51 hissesini korumaya devam edecek.

Bu yazımı hazırlarken çok aradım taradım ama maalesef bu nükleer santralin atıklarının ne olacağı konusunda tatmin edici bir bilgi bulamadım. Rusya’nın bu atıkları almayacağı biliniyor. Daha ilginç bir bilgi ise, TBMM’nde, nükleer atık ithalatına ilişkin kanun düzenlemelerinin çoktan geçmiş olması. Görünen o ki, çatlakları, inşaat kazaları ve işçi hakları ile sürekli gündemde kalan bu ilk nükleer girişimimiz ile, belki de biz Rusya’nın ve kim bilir başka ülkelerin nükleer atıklarını alacağız. Mersin’in güzel topraklarını susuz bırakırken, buradaki tarım ürünlerine açılıştan itibaren “nükleer atık içerebilir” etiketi yapıştıracağız.

CERN ve Mersin Akkuyu santrali hakkında anlattıklarımın ortak noktası nükleer kelimesi gibi görünüyor ancak çok daha farklı bir noktayı vurgulamak isterim. Dünya gittikçe felsefe, bilim, düşünce ve yaratıcılık üzerine odaklanırken, biz sürekli bu dünyanın çöp kutusu haline dönüşüyoruz. Nükleer atık tankları veya plastik ambalajlar biçimindeki somut atıkların yanında aslında çevresel felaketlere gebe gelişmelerin, fasonculuğun, istenmeyen ne var ise onun gözdesi halindeyiz. Kültürel , bilimsel ve düşünsel uçurumlar gittikçe büyürken, galiba sadece seyirciyiz. Bu nedenle başlığım bu hafta: Herkes giderken CERN’ine biz gideriz Mersin’e.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi