‘Anlam’ın anlamı

Biliyorum, fazlaca iddialı bir başlığı var bu yazının. İnsanlık kendi evrimi sürecinde düşünebilen bir zihne ulaştığından bu yana hep anlam aradı, buldu, zaman zaman kaybetti, kurduğu ve geliştirdiği kültür içerisinde onu yeniden tanımladı… Hatta ‘anlam’ı hayatın merkezine yerleştirdi. Yine biliyorum ki, bu kadar derin bir kavramı, kısacık bir yazıda enine boyuna inceleyebileceğini söylemek, ‘anlam’ın anlamını bulmaya kalkışmak büyük bir hadsizlik olur. İşte bu hadsizliğe düşmeden, ama bir yandan da başlığın büyük iddiası altında ezilmemeye çalışarak, kısa bir düşünce yolculuğuna çıkmak istiyorum. Bu nedenle daha en baştan belirtmek isterim ki, bu yazıdaki amacım asla ortaya büyük iddia atmak değil. Bütün niyetim, ‘anlam’ kavramı üzerine mütevazı bir akıl yürütme çabasından ibaret.

DİLBİLİMDE ‘ANLAM’

Semantik (anlambilim) adı verilen bir disiplin var. Bu disipline dilbilim açısından baktığımızda genel olarak dilin yapısını incelediğini görüyoruz. Kelimelerin anlamlarını, bu anlamların kültürel gelişimle maruz kaldığı değişimleri, düşünce ve anlam arasındaki ilişkileri ortaya koyuyor. Basitçe ifade edecek olursak, dil aracılığıyla kurduğumuz anlam dünyamızı araştırıyor. Biliyorsunuz… Kendimizi ifade edebilmek, düşüncelerimizi dile getirebilmek için kelimler kullanırız. Yine biliyorsunuz ki bu kelimeleri bir düzen, bir mantık, yani düşünmenin kuralları çerçevesinde biraraya getirip cümleler kurarız. İşte bütün bu süreç aslında bir ‘anlam’ı ifade etmek içindir.

 

Kelimelerin kombinasyonuyla kurduğumuz bu anlam dünyasında küçük teknik değişikliler büyük anlam farklarına yol açabilir. Basit bir örnek verecek olursak. “Seni çok seviyorum ama bana affedilmez bir yalan söyledin.” cümlesi hemen herkes için şu anlama geliyor: “Bana affedilmez bir yalan söylemiş olman sana olan sevgimi azalttı, hatta belki de bitme noktasına getirdi. Bu yaptığını görmezden gelemiyor ve seni affetmiyorum.” Şimdi gelin birebir aynı kelimeleri kullanarak, sadece basit bir yer değiştirme yapalım, bakalım anlam ne hâle geliyor? “Bana affedilmez bir yalan söyledin ama seni çok seviyorum.” Peki bu cümlenin anlamı nedir? “Bana söylediğin yalan ne kadar affedilmez olursa olsun, sana olan sevgim o kadar büyük ki bu yaptığını görmezden geliyor ve seni affediyorum.” Kelimenin kombinasyonunda yaptığımız bu küçük değişiklik, bir önceki cümlenin tam zıt anlamını ifade etmiyor mu? Kelimeleri, hatta cümle yapısını bile değiştirmedik. Ancak burada kilit rol oynayan ‘ama’ bağlacı kendisinden önceki ve sonraki kelime kombinasyona yüklediği anlam açısından iki cümleyi tamamen zıt anlamlar hâline getirebildi.

Tabii dildeki anlam her zaman bu kadar net analiz edilemeyebilir. Kelime kombinasyonlarıyla öyle farklı anlamlar ifade edilebilir ki… Bunun en bilinen örnekleri de edebiyatta vardır. Birebir örneklerini verip lafı uzatmayacağım ama istiare (eğretileme), mecaz, kinaye, tariz, tecahülüarif gibi kavramları lise edebiyat derslerinden hatırlarsınız. Abartılı bir söz söylerken, benzetme yaparken, aslında söylediğinin tersini ifade etmek isterken kimilerine göre anlam çarpıtmaları, kimilerine göre de anlam pekiştirmeleri kullanırız. Söz söyleyenin niyetini anlamadığımızda ya da yanlış anladığımızda bu anlam ortaklığını kuramayız. Bu yüzden de ‘anlam’, dilde bazen çözülmesi zor bir muamma hâline gelebilir.

 

DOĞADA ‘ANLAM’

Doğa, belki de ‘anlam’ kavramının en anlamsız kaldığı alan. Çünkü yok. Yok derken, doğaya doğanın gözüyle baktığınızda ortaya çıkan sonuçtan bahsediyorum. Yoksa doğanın insan açısından elbette pek çok anlamı var. Ama bunu ilerleyen satırlara bırakalım ve biz şimdi doğaya doğa tarafından bakmaya çalışalım.

Daha önceki birkaç yazımda nedensellik ve ereksellikten (teleoloji) bahsetmiştim. Kısaca nedensellik, gerçekleşen her olayın, var olan her şeyin bir nedeni olduğu, tüm varlıkların ve olayların bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde anlaşılması gerektiğini savunan görüş. Ereksellik ise her şeyin bir amacı olduğu, bir amaç doğrultusunda gerçekleştiği ya da var olduğu, bir amaca doğru yöneldiğini savunan düşünce. Bu iki kavramdan burada da neden bahsediyorum? Çünkü benim de bir amacım var. Anlamak. İşte ‘anlam’ kavramını anlamanın yolu da nedensellik ve ereksellikten geçiyor.

 

‘Anlam’, bir eylemi neden ve hangi amaçla yaptığımız, bir şeyin neden ve hangi amaçla varolduğu sorularının sonunda ulaştığımız bir cevap. İşte bu sorulara doğada bir cevap yok. Daha doğrusu, bu sorulara doğanın verdiği bir cevap yok. Doğa bilimlerin yaptığı gibi doğaya objektif, ön yargısız bir gözle baktığınızda, özellikle de kuantum fiziğinin ortaya çıkardığı gerçekleri gözönüne aldığınızda görüyorsunuz ki nedensellik doğada yok. Fizik bilimi bize gösterdi ki atom altı parçacıklar daha önce zannettiğimiz gibi neden-sonuç ilişkisi içinde hareket etmiyorlar. Ne yapıyorlarsa ne meydana getiriyorlarsa, bunları tamamen tesadüfi bir takım ‘etkileşimler’ sayesinde yapıyorlar. Dolayısıyla neden-sonuç ilişkisinin olmadığı bir yerde ereksellik de olamıyor. Hiçbir doğa olayı bir amaç doğrultusunda gerçekleşmiyor. Hiçbir doğal maddenin de kendi doğasından kaynaklanan bir niyeti ya da amacı yok. Taş serbest bırakıldığında yere düşmek istediği, bunu amaçladığı için düşmüyor. Kütle çekim yasası gereği, bu çekimle etkileşerek yere düşüyor. İçi helyum gazıyla dolu bir balon da gök yüzüne yükselmek istediği için değil, helyum gazı birçok gazın birleşiminden oluşan havadan daha hafif olduğu için balon göğe doğru yükseliyor. Peki bu durumda, nedensellik de ereksellik de olmayan bir alanda anlam nasıl olacak? Tabii ki olmayacak. Zaten bu yüzdendir ki doğayı araştıran bilimler, anlam değil, açıklama peşindedirler. Bir bilim insanı için doğayı açıklamak temel görev, doğayı anlamlandırmak ise anlamsız bir uğraştır. Peki madem içinde yaşadığımız doğada yok, nereden çıkıyor bu anlam ya da insanın anlama ulaşma çabası?

ZİHİNDE ‘ANLAM’

İşte size anlamın doğduğu, yaşadığı, var olduğu yer. Evet… ‘Anlam’ tamamen zihnimizin ürettiği bir kavram. Tıpkı doğada var olmayan neden-sonuç ilişkisi ve amaç gibi. Zaten önceki satırlarda da belirttiğim üzere anlam bu ikisinin yani nedensellik ilkesiyle ve ereksellik eğilimiye işleyen zihnimizin ürünü. Yazının en başında insanın evrimi sürecinde düşünen bir varlığa dönüşmesinden ve o dönüşüm sayesinde ‘anlam’ kavramını üretmiş olduğundan bahsetmiştim.

 

Neden-sonuç ilişkisi kurmak, aslında insanın düşünme ilkesidir. Bu yüzden, matematik ve mantıkta bu ilişki olmazsa olmazdır. Zaten bilindiği gibi ne matematik ne de mantık birer bilim değildirler. Onlar düşünmenin (buna bilimsel düşünme de dahil) ilkesi, kuralı, dilidir. Deneyimden bağımsız, a priori bilgilerdir. İşte bu nedensellik ilkesi doğrultusunda düşünen zihin de ulaştığı sonuçları amaçlara bağlamak eğilimindedir. Öyle olmasaydı, bu zihnin sahibi düşünen insan (homo sapiens) kültür üreten insana (homo faber) dönüşemezdi. Bir anlamda doğa içinde kendini koruyan zırhını üretemezdi.

 

İşte tüm bu bağlantılar sonucunda yine bir sebep-sonuç ilişkisi olarak insan zihni nedenselliği, onun sonucu olarak erekselliği ve onun sonucu olarak da anlamı üretti. Bu bağlamda da anlam, düşünen, kültür üreten, bir arada yaşayan insan için olmazsa olmaz bir kavram olarak dikiliyor karşımıza. Doğada olmayan, tamamen zihnin ürettiği bir kavram.

FELSEFEDE ‘ANLAM’

Doğada yok ama zihinde var dereken, Kartezyen (Descartes düşüncesine dair) bir ikicilikten, yani bir beden zihin düalizminden bahsetmiyorum. Zihin tabii ki bir madde olan beynin ürünü. Ancak doğada hiç var olmayan, hiç de var olmayacak soyut kavramları düşünebilme, üretebilme yeteneğine sahip. Zaten ‘anlam’ı da bu yüzden üretebiliyor.

 

Felsefî alandan bunu biraz daha açıklamaya çalışırsak, anlam arayışı aslında hakikat arayışıyla eşdeğerdir şeydir diyebiliriz. Felsefenin pek çok filozof tarafından yapılmış çeşit çeşit tanımı var. Ama bence bunlardan felsefeye en çok yakışanı, hatta hemen hemen tüm tanımların ortak noktası ‘hakikat arayışı’ tanımıdır. Evet felsefe hakikati arar. Peki nedir bu hakikat?

 

Daha önceki bir yazımda bu konuya değinmiştim ama madem yeri geldi, bu soruyu tekrar cevaplayalım. Öncelikle ‘hakikat’ kavramıyla ‘gerçek’ kavramı arasındaki farkı ortaya koymak gerek. Bu ikisi sık sık karıştırılan, çoğu insan tarafından da eş anlamlı olarak kullanılan iki farklı kavram. Gerçek, doğada, fizik dünyada var olan varlıklar ve vuku bulan olaylardır. Onların var olmaları ya da gerçekleşmeleri sizin varlığınıza, sizin zihninize ihtiyaç duymaz. Bir madde olarak ya da bir etkileşim sayesinde gerçekleşmiş bir olay olarak vardırlar. Ama hakikat, işte o gerçekleşen olayların ya da var olan maddelerin bizim zihnimizdeki tezahürüdür. Bir başka deyişle o maddeye ya da doğal olaya zihnimizde verdiğimiz, yüklediğimiz anlam.

 

Gelin bunu da felsefî olmayan, gündelik yaşamdan örneklerle açıklamaya çalışalım. Deprem nedir? Gerçekleşmesi bize bağlı olmayan, hiçbir dahlimizin bulunmadığı bir doğa olayı, öyle değil mi? İşte bu deprem gerçeği. Peki deprem bizim zihnimizde yani hakikatte nedir? Biz onu nasıl tanımlıyoruz? ‘Doğa felaketi’. Gerçekte doğa için basit bir etkileşim olayı bizim için hakikatte bir felaket oluyor. İşte size zihnimizde depreme verdiğimiz anlam. Şimdi bir de madde üzerinden örnek verelim. Evliliğin sembolü olan alyans nedir? Gerçekte altın ya da gümüş madenlerinden üretilmiş, halka şeklinde bir madde. Evli insanlar parmaklarına takarlar. Peki evli bir insan için alyans hakikatte nedir? Aşk, sevgi, bağlılık, sadakat, birliktelik hatta bir olma… Bu hakikatleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz, çünkü ona istediğiniz kadar anlam yükleyebilirsiniz. Doğa açısından madeni bir halka olan alyans, anlam açısından zihnimizde binlerce tezahüre denk gelebilir. İşte bu yüzden doğada anlam değil tanım (definition); zihinde, düşüncede ise bu tanıma ek olarak anlam vardır. Bu yüzdendir ki çağdaş bilim insanlarının büyük bir çoğunluğu için gerçek ve hakikat arasında bir ayırım yoktur. Onlar fizik dünyaya bakar ve sadece gerçekleri görür. Hakikatle, anlamla ilgilenmezler. Felsefe ise buna ek olarak saf düşünme edimi (spekülatif düşünce) olduğu için gerçeğin yanı sıra aynı zamanda tam anlamıyla bir hakikat, yani anlam arayışıdır.

DOĞAYA ‘ANLAM’ VEREN ZİHİN

Yukarıdaki akıl yürütmeler doğrultusunda diyebiliriz ki, doğada anlam olmasa da insan hakikatleriyle ona anlam yükler. Din dediğimiz olgu da bu anlam arayışının bir ürünü değil mi? Hep verdiğim örnek… Antik Yunan’da Zeus’u düşünün. Bir doğa olayı olarak şimşek çaktığında bilimsel düşünce değil ama insan bunu nasıl açıklamaya girişmiştir? Günah işledik, Zeus da bize kızdı. Bunun sonucu olarak da bizi cezalandırmak amacıyla üzerimize şimşek yağdırdı. Buradaki aklı yürütmeyi fark ettiniz değil mi? İnsanın günah işlemesi neden, Zeus’un kızması ve şimşek yağdırması sonuç. İnsanları cezalandırıp ıslah etmek de Zeus’un amacı. Bütün bu hikâyedeki kıssa da yani anlam da ‘insan günah işlememeli’. Buyurun size doğada anlam arayışı.

 

İnsan, merakı gereği doğanın açıklanmasına ihtiyaç duyar, bunun için de doğa bilimlerini geliştirmiştir. Ama insan zihninin, düşünme prensipleri gereği aynı zamanda anlam ihtiyacı vardır. Bunun için de felsefe var, din var, sanat var, sosyal bilimler var.

 

Daha önce de bir argüman olarak ortaya koyduğum ‘insanın kozmos isteği’ni burada da tekrarlayarak bitirmek istiyorum. Doğa müthiş bir kaos… İnsan zihni ise bu kaos içerisinde yaşamını sürdürmekte zorlanıyor. ‘Anlam’ dediğimiz şey işte o kaosu bir kozmos olarak algılama, karmaşayı düzene sokma aracı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi