Medya nasıl ayakta kalır?

Son senelerde medya kuruluşlarının ve bu kuruluşların bünyesinde görev yapan basın emekçilerinin etraflarındaki çember iyiden iyiye daraltıldı. Mevcut siyasi otorite, toplumsal bir hak olan haber alma hakkını engellemeye veya sadece kendi uygun gördüğü şeylerin haber yapılmasını sağlamaya çalışıyor. Bunun uzantısı olarak da gazetecilik ve habercilik yapma ısrarını sürdüren kurumlara ve kişilere yaşam hakkı vermemek adına sahip olduğu gücün imkânlarını sonuna kadar kullanıyor. Bu girizgaha istinaden “Medya hangi dönemde baskı altında değildi?” diye soranlar elbette olacaktır. Kendilerini; darbe dönemleri gibi orantısız baskının olduğu ekstrem ortam koşullarını bir yana bırakarak, 1990’lı yılların ana haber bültenlerini ve tartışma programlarını yeniden gözden geçirmeye davet ediyorum. Güçler dengesinin olduğu, sistemin bugüne kıyasla denetlenmeye açık olduğu, hesap verme müessesesinin hayatta olduğu bir siyasi zeminde işini yapmaya çalışan medya mensuplarının yayıncılık ahlakı ve dirayeti ile toplumsal sorumluluklarını yerine getirme gayreti içerisinde oldukları görülecektir. Elbette her şeyin konuşulabildiği zamanlar değildi. Özellikle azınlık hakları (statü olarak değil, toplumsal renk ve dinsel - etnik çeşitliliği kastediyorum) ile ilgili resesif yayıncılığı, darbelerin tesirinden kurtulamamış olmaya ve toplum olarak da radikal şeyler duymaya hazır olmamamıza bağlayabiliriz. Buna rağmen vasati yayınlarda herkesin kendinden bir şeyler bulabilmesi imkânı vardı.
“Ana akım medya” olarak adlandırılan yayın kuruluşları, iktidar baskısı neticesinde devlet bankalarından sağlanan ve geri ödenmediğini öğrendiğimiz kredilerle yani bizzat halkın parasıyla el değiştirdiler ve artık “iktidarı kızdırmayacak” bir yayıncılık politikasını benimsediler. Diğer bir ifadeyle; siyasi iktidarın propaganda aygıtına dönüştüklerini, gazetecilik veya habercilik yapmak gibi bir dertlerinin kalmadığını da söyleyebiliriz. Kişisel ikbali ve zenginleşmeyi gazeteciliğin toplumsal sorumluluk ve etik ilkelerine tercih eden kimseler de bu projenin profesyonel ayağını oluşturdular. Gazetecilik ve habercilik yapma ısrarını sürdüren, değerlerinden ödün vermeyen basın mensupları da, kendi kurdukları veya etik değerleri ile uyuşan mecralarda, kısıtlı imkânlar dâhilinde mesleki ve toplumsal sorumluluklarını yerine getirmeye çalışmaktalar.
Geçtiğimiz hafta Oda TV’nin haberi ile Türkiye’deki bazı medya kuruluşlarının dış kaynaklı hibeler ile fonlanmaları gündem oldu. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın konu ile ilgili açıklamasının beraberinde iktidar yanlıları ile sınırlı olmamak üzere kalabalık bir çevre de bu haberin üstüne balıklama atlayarak söz konusu medya kuruluşlarını taşlamaya ve itibarsızlaştırmaya yönelik bir algı operasyonuna giriştiler. Saklanmayan, aksine açıkça ilan edilen, resmi ve üstelik devletin de vergi aldığı bir model üstüne koparılan kıyametten söz ediyoruz. Türkiye’de gerek AB, gerekse yabancı vakıflar eliyle fonlanan projelerden ve kurumlardan uzun boylu bahsetme gereği duymuyorum. Fakat konuya ilgi duyan okurlarıma; Yıldıray Oğur’un, 24 Temmuz 2021 tarihinde Karar gazetesinde yayınlanan “Bütün Bunlar için Teksaslı Bir Aileyi Suçlayabilir Miyiz?” başlıklı ve konu ile ilgili tafsilatlı bilgi içeren yazısını okumalarını öneriyorum.
Bu şayianın kaynağının ulusalcı çevreler olmasını yadırgamıyorum, zira zaman zaman fikir ayrılıkları olsa da siyasi iktidarın 2015 Haziran seçimleri sonrasında izlediği temel politikalar ile önemli bir fikirsel ayrılıkları olduğunu sanmıyorum. İç politikada fındık kabuğunu doldurmayacak meseleler üstüne zaman zaman yapılan tartışmaların da kayıkçı kavgasından öteye gitmediğini görüyoruz. Dünyayı “Ulus Devlet” lerin ortaya çıktığı dönemin dinamikleri ile anlama ve yorumlama sevdasından vazgeçmeyen, küreselleşmenin etkilerini göz ardı eden, siyasi analizleri hastalık düzeyinde komplo teorilerine dayanan bir anlayış ile objektif değerlendirme yapılabileceğini de düşünmüyorum. “Fikirsel çeşitlilik olmasın.” demek gibi bir şansımız yok. Ancak; bunun, sol ideoloji çizgisinde yapılıyormuş algısı yaratılmasını da rahatsız edici bulduğumu ifade etmekte bir beis görmüyorum.
Toplum açısından bakacak olursak, söylentiler mide bulandırıcı olabileceği gibi kafa karıştırıcı da olabilir. Ya da en azından soru işaretleri yaratabilir. Bu durumda dikkat edilmesi gereken husus; şeffaflık ve içeriktir. İlaveten; bahse konu kurumların yayıncılık anlayışlarıdır. “Muhalif Medya” kavramını özellikle kullanmamaya çalışıyorum. Çünkü gazetecilik ve habercilik doğası itibariyle gücü temsil eden kurumlar ile çelişki içinde olma, dolayısıyla muhalif olma motivasyonu ile icra edilmesi gereken meslekler. Aksi hâlde işin temel felsefesi olan “sessiz azınlığın sesi olma” misyonunun yerine getirilmesi mümkün olamaz. Üstünde durulması gereken bir diğer husus; söz konusu fonlardan faydalanan mecraların, fonlayan kurumun menfaatlerini gözeten, toplumsal faydaya ve yayıncılık ahlakına aykırı bir misyon benimsemiyor olmasıdır -ki adı geçen mecralar ile ilgili böyle bir tespit ve algı yoktur-. Eğer olsa idi somut gerekçeler ile linç edilmeleri için zaman kaybedilmeyeceğinden ve kanuni dayanak aramaksızın üzerlerine gidileceğinden emin olabilirsiniz.
Bütün bu objektif değerlendirmelere ve kamuoyunu meşgul eden uzun istişarelere rağmen ikna olamadığımız, Dünya’nın diğer ucundan gelen parasal destekleri anlamlandıramadığımız gri bir alan olacaktır. Bunun cevabını da sanırım “Kapitalist Dünya”nın kavgaları, tartışmaları ve çelişkileri sistem içinde tutma ve “Dünya Müesses Nizamı”nı koruma politikasının alt metinlerinde aramak gerekiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi