Göbek atan doktor en masumumuz

Mevlâna’nın “Gel, ne olursan ol yine gel; ister kafir, ister Mecusi, ister putperest ol, yine gel” çağrısı gibi, “Meşhuriyet Çağı”nda da herkese yapılan, “Ol, ne olursan ol; ister doktor, ister sosyolog, ister jeolog, ister ilahiyatçı, ister mimar-mühendis, diş hekimi, hukukçu; ama ne yap et mutlaka meşhur ol” çağrısıdır. Yani meslek sahibi olmak da mesleğinde başarılı olmak da yetmez, illa ki meşhur olmak lazım!..

Star TV’de Seda Sayan’ın sabah programında “döktüren” doktor Banu Küçükpolat hafta içi çok konuşuldu. Programda şakır şakır göbek attığı izlenen Küçükpolat için Türk Tabipleri Birliği (TTB) harekete geçmiş ve İstanbul Tabip Odası Başkanlığı’na yazı göndererek ekranda olup bitenlerin “tıbbi deontoloji ve hekimlik mesleği kuralları ışığında disiplin işlemleri yönünden değerlendirilmesi” isteğinde bulunmuş.

Sonrasında sosyal medyada TTB’nin girişimine yönelik tepkiler-eleştiriler yükseldi; isteyen istediğini yapar, kendi keyfi bilir, ne var dans ettiyse, vb. şekillerde. Bunun üzerine TTB de meselenin dans etme/göbek atma değil, bir hekimin reklamını yapmak olduğunu belirterek, sunucunun “Bu doktora gidin” şeklindeki ifadesine dikkat çekmiş.

O ifadeyi tam teşekküllü olarak alalım buraya; Seda Sayan şöyle diyor:

“Kalp ve damar cerrahisi uzmanı Operatör Doktor Banu Küçükpolat hocam, harika bir sohbetti; şimdi yanımda dur, gitme, programı beraber kapatalım; bayıldım, kadın çok şık, çok güzel, anam bu doktora da gidilir yani! Gidin, varisiniz-marisiniz, kılcal damarınız, hepsini halletsin!..”

Hemen ardından Sayan, müzisyenine çağrı yapıp, “Oku da Hocam’la oynayalım, hadi!” diyerek gazı veriyor ve “İlle de Roman olsun,” diye başlayan şarkıyla birlikte Doktor Hanım’ın Seda Sayan’ı solda sıfır bırakan “şov”unu izliyoruz.

Karşımızda tam anlamıyla bir “televizyonculuk başarısı” var. Çünkü arkası da geliyor ve işte TTB’nin tepkisi, öyle ya da böyle izlencenin daha da yaygınlaşmasına, dolayısıyla programa daha da büyük gelir kapıları açılmasına vesile oluyor.

Tabii doktorumuzun şöhretine de şöhret katılıyor.

Ekranın çekimi ve “deprem” etkisi

Böylesi benzeri “televizyonculuk başarıları”nı yıllardır pek çok meslek erbabı üzerinden bol bol örneklemek mümkün. Yine de bu bakımdan benim hatırlayabildiğim ilk örnek, 2000’ler başında iletişim bilimci Hülya Uğur Tanrıöver’le bağlantılı olandır. Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı programında dönemin fenomen dizisi “İkinci Bahar” üzerine eleştirel mahiyette ve hemen herkesle ters düşme pahasına cesaretlice söyledikleriyle göze çarpan (o zaman Hülya Tufan) Tanrıöver’in yıldızı öyle bir parladı ki kendisini çok geçmeden BBC’nin The Weakest Link adlı yarışma-şov (quiz) programının yerli sürümü “En Zayıf Halka”da sunucu olarak karşımızda bulduk. Tartışma programındaki eleştirel üslûbu, evet özellikle “üslûbu” fark yaratmıştı ve adeta o üslubun kurgulandığı bir “sunucu” performansıyla o süreçte televizüel şovun eleştirmeni olmaktan bileşeni olmaya “yürüdü” denilebilir onun için…

Bir diğer iz bırakmış örnek deprem uzmanı jeolog Prof. Şener Üşümezsoy’dur. Onun yıldızı da 1999 Marmara Depremi ile parladı. Bilindiği üzere o dönem deprem uzmanları, tıpkı şimdi korona sebebiyle enfeksiyon hastalığı uzmanları açısından olduğu gibi ekranların ayrılmaz parçalarıydı ve Üşümezsoy da bunlar arasındaydı. Sonrasında deprem yatıştı, artçı sarsıntılar son buldu, ama ekranın kalplerde-ruhlarda yarattığı “deprem etkisi” bir türlü son bulmadı. Bu doğrultuda Prof. Üşümezsoy, beyni ile gözler önünde kalma imkanının kaybolmaya yüz tuttuğu noktada bedeniyle gazete sayfalarında televizyon ekranlarında boy göstermeye başladı. Derin düşüncelerinden öte demir gibi kasları, “baklavaları” ile izler olduk onu.

Yetmedi, o da yarışma programlarına, realite-şovlara “yürüdü”. “Survivor”ı istedi olmadı, “Trophy Türk”te yarıştı, “Yok Böyle Dans”ta yer aldı. En son kule tramplen atlama tekniklerini öğrenen “ünlü”lerin yarıştırıldığı “Ben Burdan Atlarım” adlı realite-yarışmada gördüğümü hatırlıyorum onu. Kendisini tanıtırken, yarışmada “deprem yapmak” üzere bulunduğu şeklinde esprisiyle!..

“Vitrinde yaşamak”

Evet, bunlar hep birer “televizyonculuk başarısı”dır ve bize “Meşhuriyet Çağı”nda asıl olanın ille de gözler önünde olmak, ille de seyre mazhar olmak, ille de ünlü olmak olduğunu örneklerler. Mevlâna Rûmi’nin “Gel, ne olursan ol yine gel; ister kafir, ister Mecusi, ister putperest ol, yine gel” çağrısı gibi, Meşhuriyet Çağı’nda da herkese yapılan, “Ol, ne olursan ol; ister doktor, ister sosyolog, ister jeolog, ister ilahiyatçı, ister mimar-mühendis, diş hekimi, hukukçu; ama ne yap et mutlaka meşhur ol” çağrısıdır. Yani meslek sahibi olmak da mesleğinde başarılı olmak da yetmez, illa ki meşhur olmak lazım!

Nurdan Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” diye tanımladığı bir çağ ve ruh hali bu. Yaşanan hayatın, seyredildiği ölçüde; onu yaşayanın da “vitrin”e, yani irili-ufaklı, televizüel ya da dijital, dev ya da mobil bir ekrana yerleşebildiği oranda kıymet ifade edebildiği bir dönem… Görselliğin her şeyin önünde ve üstünde yer aldığı; görünmek ve görünür kalabilmenin var olma yolunda temel düstur (“Görünüyorum, o halde varım”) haline geldiği; dolayısıyla seyrin iktidarının yaşandığı bu çağda gözler önünde olmak, ne olunduğu ya da olunacağından çok daha “hayatî” artık.

Ünlü olanı dünya tanır!

Elbette meşhur olma isteği, tanınır-bilinir olma arzusu her devirde mevcuttur, ama böylesi kitlesel bir ereğe dönüşmesini olanaklı kılacak teknolojik altyapı hiçbir zaman şimdiki kadar olmamıştır. Teknoloji, meşhurluk ölçeğini hem çok ama çok büyüttü; yerelin, ulusalın ötesine, küresele taşıdı, hem de vitrinde/ekranda olmayı bir kültürel norm hâline getirdi.

Bu doğrultuda yıllar önce, bu ülkede Meşhuriyet Çağı’nın başlangıcı olarak ayırt edilebilecek 2000’ler dönümünden bir realite-yarışma programı olan “Türkiye’nin Yıldızları”na katılmak için kuyruğa girmiş adaylardan birinin o zaman söyledikleri, şimdiki güncel olayımız bağlamında da anlamlı bir yere oturur. Neden orada olduğunu, “İnsanlar beğenilmeyi severler, beğenilme duygusu vardır insanın içinde” diyerek açıklamış, biz de “Bir doktor ya da öğretmen olarak da beğenilebilirsin ama” demiş ve şu cevabı almıştık: “Bir doktoru 10 bin, bilemedin 20 bin kişi tanır. Ama sen ünlü bir kişi olduğunda seni milyonlar, belki de dünya tanıyacak.”

İşte bu yüzden, altı üstü 10 bin, bilemedin 20 bin kişi tarafından tanınma-bilinmenin ötesine geçmek isteyen, milyonların gözünde olma arzusundaki doktorlarımız, şöhret yolunda ne gerekiyorsa yapmaktan, her türlü performansı sergilemekten geri kalmıyorlar.

Bas bas paraları şöhrete!

Yine de yukarıda sıraladığımız vakalarda her şeye karşın bir “samimiyet” bulunduğunu kaydetmek gerekir. Her şey gayet açık seçik ve içtenlikli olarak ortada çünkü. Söz gelimi ne demiş Dr. Banu Küçükpolat kendisine getirilen eleştirilere karşı sosyal medyadaki paylaşımında, bakalım:

“Bu kadar ses çıkaracağımı düşünmemiştim. Linç de yedim, övgü de aldım. Ama canlar ben böyleyim değişmem. Ruhum istiyor ben yapıyorum. Sevenlere de sevmeyenlere de duyurulur.”

Gayet “harbi” bir açıklama ve takdiri hak ediyor. Bir de aynı arayış içinde olup bunu gizli-saklı ve sureti haktan görünerek yapanlar var. Şöyle ki aylar önce Faruk Bildirici yazmıştı, 2000’li yıllardan bu yana bazı doktorların sağlık, yaşam-tarzı programlarına para ödeyerek çıkması yaygın bir pratik haline gelmiş ve bu artık hem tıp hem de televizyon camiasında herkesin bildiği bir sır durumunda imiş. Öyle ki bu süreçte sahtekarlığa kurban gidip, sağlık programına çıkacağım diye dolandırıcılara 8 bin 500 lira kaptıran doktorlar bile olmuş.

Tabii sadece tıp doktorları değil bu “bastır parayı-yakala şöhreti” çığırına kendini kaptıranlar. İş insanı, eğitimci, sanatçı, avukat, belediye başkanları, ne ararsan var. Bildirici, dokuz televizyon kanalındaki ilgili programların 2 dakikadan 20 dakikaya kadar açılan yelpazede “şöhret tarife”sini gösteren bir liste de vermiş. Mesela programa 15 dakikalığına çıkmanın karşılığı, 16 bin liradan 28 bin liraya değişiyor, programına-kanalına göre…

Tabii TTB’nin bu konuda da Doktor Banu Küçükpolat’a yönelik olana benzer bir girişimde bulunup bulunmadığını bilemiyoruz; ama zor görünüyor, çünkü ücretli konuk uygulaması etik ve yasa dışı olsa da gizli-saklı yürütülüyor.

O yüzden onlarla karşılaştırıldığında hiç mi hiç gizlisi-saklısı olmayıp açık-seçik “döktüren” doktorumuz yine de çok masum kalıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi