Kazların arkaya doğru uçtuğunu söyleyebilecek var mı?

Türkiye’de bir saray rejimi var. Bu yüzden, bakanların vezir olmaya indirgendiği bir siyasi işleyiş içerisinde elbette padişah yârânlığı, “hünkâr-beğendi”lik esas… Türkiye’de bir saray rejimi var. Böyle bir saray rejimi ikliminde gerçeği tüm çıplaklığı ile ifade etmeye kalkan, diğer deyişle “Kral çıplak” demeye yeltenenler derhal hain-düşman-terörist diye kıskaça alınıp bertaraf edilmekte…

Garê’de üç TSK mensubu ve 13 rehinenin ölümüyle sonuçlanan başarısız kurtarma operasyonu sonrası iktidar ağızları, başarısızlığı “zafer” diye yutturma hamaratlığı bir yana, hem muhalefeti topyekûn terör destekçisi diye şeytanlaştırmaya hem de kendilerine mütemayil kitleyi paramiliterleştirmeye dönük olarak avaz avaz alabildiğine açıldı.

“Avaz avaz” dedik madem, buradan çağrışımla hayli öne çıkmış bir örnekle devam edelim. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı titri altında Fahrettin Altun’un art arda paylaştığı iki tweet’ten ilki şöyle: “Buradan avazımız çıktığı kadar gür bir sesle haykırıyoruz. HDP demek PKK demektir. (…) Bu gerçeği bugün bir kere daha gördük. HDP’yle olan ittifakları zarar görmesin diye PKK’nın adını dahi anmayanları da gördük.”

Bu şekilde HDP’yi doğrudan hedef tahtasına oturturken isim vermeden CHP’yi de terör töhmeti altında bırakan bu paylaşıma HDP’den cevabî tepki mesajı gelince Altun buna istinaden yine HDP’nin yanı sıra CHP’yi de imlediği, “Bu ülkeyi size böldürmeyeceğiz. Ölümüne, ölümüne!” diye biten “coşkun mu coşkun” bir tehditkâr tweet daha attı. Bu arada İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da “Karayılan’ı yakalayıp bin parçaya bölmezsek bu millet yüzümüze tükürsün” tweet’iyle “coşku” çıtasını daha da yükseltti.

Bunlar en çok öne çıkanlar ama kuşkusuz bunlarla aşık atma yolunda gazete sayfalarında da sosyal medyada da kongre meydanlarında da şu ara popüler deyişle lebâleb söz ve mesaj “gösterisi” gırla gitmekte.

Herkes, “Kral” adına ve kraldan çok kralcı bir “coşku” ile çıldırasıya kadraja girme derdinde.

Saray rejimi

Türkiye’de bugün bir saray rejimi var. Ve bu saray rejiminde de elbette birbiriyle kraldan-çok-kralcılıkta kıyasıya yarış, rekabet ve çekişme içinde olan saray mensupları var.

Türkiye’de bugün bir saray rejimi var. Ve o yüzden biz Tayyip Erdoğan’ın ağzından ülkenin ana muhalefet partisi liderine yönelik “Terbiyesiz herif” hakareti eşliğinde, bir cumhurbaşkanından ziyade padişaha yakışır tonda “Sana Milli Savunma Bakanı’mı, İçişleri Bakanı’mı gönderdim” şeklinde adeta bahşetme imalı sözler duyuyoruz.

Türkiye’de bir saray rejimi var. Ve bu yüzden, bakanların adeta padişah veziri olmaya indirgendiği böyle bir siyasi işleyiş içerisinde elbette padişah yârânlığı, “hünkâr-beğendi”lik esas…

Türkiye’de bir saray rejimi var. Ve böyle bir saray rejimi ikliminde gerçeği tüm çıplaklığı ile ifade etmeye kalkan, diğer deyişle “kral çıplak” demeye yeltenenler derhal hain-düşman-terörist diye kıskaca alınıp bertaraf edilmekte. O yüzden Ömer Faruk Gergerlioğlu, Hüda Kaya gibi isimler de ardından Garê’deki kayıpların tek sorumlusu Erdoğan diyen Kılıçdaroğlu da saray rejiminin kadıları-müftüleri önüne sürülmekteler.

Ve işte Türkiye’de bir saray rejimi olduğu için sanat dünyamızın, tiyatromuzun çınarı Müjdat Gezen’e, “Haddini bil” sözünden dolayı zindanlar reva görülebilmekte.

Mükemmel saray mensupları

Saray mensuplarının halini anlama yolunda ise 19’uncu yüzyılda Darfur (şimdiki Sudan) sarayını ziyaret eden bir Arap seyyahın defterine kaydettiklerine bakmak yeter. Robert Greene’nin bu yazıya altyapı oluşturan kitabında aktarıldığı üzere saray mensupları sultan ne yaparsa onu yapmakla yükümlü imişler; o derecede ki mesela bir av partisi sırasında sultan atından düşmüşse hop, onlar da atlarından düşerlermiş!..

Aynen bu hesap bugün saraylı bürokrasiden saraylı partiye, saraylı üniversitelerden saraylı medyaya; şu yakın zamanda gündem olmuş rektör-dekan tweet’lerinden ekranlarda birbirinin replikası lakırdılar eden “konuşan kafalar”a kadar açılan yelpazede “Reis” ne diyorsa onu demek, o ne yapıyorsa onu yapmak, böylece “Kral”ın kendisini daha çok kral hissetmesini sağlamak esas…

Bunun yanı sıra asla kötü haberin taşıyıcısı olmamalı saray mensupları… Ki işte o yüzden çatışmalarda hayatını kaybedenlerin iç yakıcı açıklamasını yapmak asli saray mensuplarından ziyade onlara göre daha kıdemsiz konumdaki mülkî erkana bir vazife oluyor.

Kesinlikle ama kesinlikle “Efendi Hazretleri” hakkında ne kadar doğru ve haklı olursa olsun tenkit/eleştiri dillendirmemeli, tenkit ne kelime tashihte bile bulunmamalı saray mensupları.

Öneri-tavsiye-nasihatle yol göstereceğini sanmak, yani “istişare” tuzağına düşüp saray sahibinin zihnî ve ruhî yörüngesi dışına çıkmak ölümcül bir hatadır ve mesela böyle bir hatayı yakınlarda yapan Bülent Arınç’ın başına gelenleri de unutmamalıdır saray mensupları.

“Hünkâr’ım yanlış yoldasın” nasıl demeli?

Peki, böyle bir ortamda “Saray”ın kendini bir kristal aynada azamet içinde görür hale gelmiş, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi derecesine yükseldiği sanısındaki sahibine bir yanlış içinde olduğu nasıl gösterilebilir, fark ettirilebilir, hissettirilebilir? Öyle ya, gidişat şu an içinde bulunduğumuz durumda olduğu gibi, sağlık açısından, ekonomi açısından, iç ve dış siyaset açısından alabildiğine berbatsa, kendi saray mensupları dışında herkesi hain-düşman, terörist-eşkıya addedip duymazlıktan gelen “Hünkâr”a yanlış yolda olduğunu “sarayın içinden” duyumsatmak nasıl mümkün olabilecektir?..

Bunun tek yolunun “kazları arkaya doğru uçurmak” olduğunu Eski Çin kaynaklarından öğreniyoruz.

Kâinatın ayarını bozdun, Efendi!

Günümüzden 2000 yıl öncesinde Çin’de Han Hanedanı’nın başlangıcından itibaren derlenip bugünlere kadar ulaşmış tarihçelerde hanedanların yaşam öyküsü, bazı istatistikler, nüfus rakamları ve savaş kayıtlarının yanında “sıra dışı-beklenmedik olaylar” başlığı altında da bir bölüm bulunurmuş. Bu bölümde depremler seller gibi doğal afetlerin yanı sıra “iki başlı koyun”, “arkaya doğru uçan kazlar”, “birdenbire gökyüzünün farklı bir bölümünde ortaya çıkan yıldızlar” gibi garip, olağanüstü olayların anlatımı, betimlemeleri yer alırmış.

Depremler ve seller tarihsel olarak doğrulanabilir olaylardır, ama bu garip, acayip, doğa-üstü olaylar bu tarihçelere acaba hangi amaçla konmuştu? Bunlar ne anlama geliyordu?..

Şu anlama geliyordu ki Çin’in imparatoru, başka pek çok yerdeki imparatorlar, krallar, hünkârlar için de öyle olduğu üzere, insan-ötesi bir varlık olarak telakki edilmekteydi; hükümdarlığı kâinatın merkeziydi ve her şey onun etrafında dönerdi. O, arzın mükemmelliğinin vücut bulmuş haliydi ve onun yapıp ettiklerini eleştirmek, ilahi düzeni eleştirmekle bire birdi. Bu nedenle hiçbir saray mensubu imparatora en ufak bir uyarı sözüyle dahi yaklaşmaya cesaret edemezdi. Fakat imparator da hata yapabilmekte, buna bağlı olarak memleket o hatalar yüzünden felaketlere acılara gark olabilmekteydi. İşte garip mi garip bir takım olağanüstü olayların saray kayıtlarına geçirilmesinin nedeni buydu. Bunlar imparatoru uyarmanın tek yoluydu ve onun durumun ciddiyetini anlamasını sağlıyorlardı.

İmparator, kazların arka arka uçuşunu, ayın yörünge dışına çıkışını okuyor ve uyarıldığı fark ediyordu. Demek ki yapıp ettikleri kâinatın ayarını-dengesini bozmaktaydı, dolayısıyla artık değişmesi gerekiyordu.

Saray mensupları da böylece uyarının ardında kaybolarak, kellelerini tehlikeye atmadan durumun vahametini efendilerine duyurmuş oluyorlardı.

Kazları bile uçuramadıktan sonra!..

Çinli saray mensuplarının iktidar sahibi efendilerine yanlış yaptığını belirtme yolunda hayatlarını riske atmadan bulabildikleri bu tek çözüm, bugünden bakıldığında size çok mu fantastik, komik ve gülünç olduğu kadar acıklı mı geliyor?..

Gelmesin!..

Çünkü kendisini kâinatın merkezi sayan, her şeyin kendi etrafında döndüğünü sanan, yanlış ve kusurlarını doğrudan yüzüne vuranları da asıp kesemese de dava edip sürüm sürüm süründüren muktedire, kazların arka arka uçtuklarını bile söyleyemeyecek saray mensuplarıyla karakterize olan çok daha acınası örnekler var önümüzde, tarihe mal olmayı bekleyen…

(KAYNAK: Robert Greene, İktidar: Güç Sahibi Olmanın 48 Yasası içinde “Yasa 24: Mükemmel Saray Mensubunu Oynayın” [s. 256-272], Altın Kitaplar Yayınevi, 2000.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi