Zenginin çöpü bile haramdır yoksula!

Üretim fazlasını ihtiyacı olana karşılıksız vermek, yani paylaşmak gibi bir anlayış, hayatımızın akışını belirleyen mevcut ekonomi-politik işleyişe ters. Tüketim kapitalizmi her ne pahasına olursa olsun satışı hedeflediği için bir ürünü bedava vermektense heba etmeyi yeğler. O yüzden üretim fazlası olup satılmayan kamyonlarca domates-patates-soğan, aç insanların eteğine değil denize dökülür. Çünkü üretilmiş ama tüketicisini bulamamış da olsa “meta” metadır ve onu karşılıksız vermek de almak da kural ihlalidir ve düzeni bozar. Meta, sadece ve sadece satılır, bedava alınmaz-alınamaz. Alınırsa ç’alınmış olur

Antropologlar adına yanlış ve haksız şekilde “ilkel” denilen, doğa ile ilişkileri uyum içinde, kendi aralarında da gerek ekonomik temelde gerekse cinsiyet (kadın-erkek ilişkisi) temelinde eşitlikçi olan küçük ölçekli toplumların dünyasına girip o dünyaların sırrına vakıf olmaya çalıştılar yıllarca… Bu doğrultuda sayısız alan araştırması gerçekleştirdiler.

İşte böyle bir amaçla dünyanın ücra bir köşesindeki bir topluluğun yaşam akışına katılan bir antropolog, beraberinde getirdiği özel eşyalarını ve araştırmada kullanacağı araç-gereçleri orta yere koyup yavaş yavaş onları kalacağı barakaya taşırken şunu fark eder: Yerliler onun orta yere bıraktığı eşyaları ellerinde evirip çevirmekte, sonra da bazılarını bırakıp diğer bazılarını alıp gitmektedirler. Kimisi antropoloğun tıraş bıçağını, kimisi tükenmez kalemini, kimisi diş fırçasını, kimisi not defterlerini alıp uzaklaşır; gayet sakin, rahat ve “doğal” şekilde… 

Antropolog, eşyalarının yerliler tarafından bu şekilde “araklanması”, “iç edilmesi”, “çalınması” karşısında büyük şaşkınlık içinde ne yapacağını bilememektedir. Ama yerliler o eşyaları kendi “doğa”larınca “eşyanın doğasına uygun” şekilde “değerlendirmektedirler”.

Çünkü onların dünyasında mülkiyet yoktur. O yüzden almak ile ç’almak arasında sadece bir harften kaynaklanan muazzam ve kritik fark onlar için geçersizdir.

Bir “harf” için kalp kıranlar-kırmayanlar!

Eşitlikçi bir yaşam biçimi içerisinde hemen her şeyi paylaşan, yalnızca ufak tefek özel-kişisel eşyaları olan, orta yere bırakılmış buldukları her şeyi de “ortaklaşma” adına alma hakkını kendinde gören “ilkel” insanların dünyasında bir harf için kalp kırmaya hiç mi hiç gerek yoktur!..

Ama almakla ç’almak arasında bir harften oluşan, niceliksel bakımdan küçük görünen fark, “uygar-modern” dünyada niteliksel bakımdan çok büyük bir farktır. Bu öyle dehşet verici, kıyıcı, acımasız bir farktır ki değil ortalık yere bırakılmış bir şeyi, çöpe atılmış çürük sebze-meyveyi almaya kalkışmak dahi bir takım “sonuçlar” doğurabilir.

Yoksul bir işçiyim, anlayın halimden!..

Geçen hafta sonu büyük bir süpermarket zincirinin İstanbul’da bir şubesinde çalışan bir işçinin, mağazanın önündeki çöpten çürük sebzeleri topladığı için hırsızlıkla suçlandığı şeklinde korkunç bir haber düştü önümüze. Ayrıca söz konusu işçi tarafından işverenine yönelik yazıldığı belirtilen imzalı bir “savunma” da habere ilişik olarak yer almaktaydı. Orada kendisinin çöpe atılmış, dolayısıyla da hiç kimsenin mülkiyetinde olmayan çürük sebzeleri aldığı için hırsızlıkla suçlandığını ama hırsız değil yoksul bir işçi olduğunu belirtiyordu.

Sonrasında söz konusu şirket yetkililerince basına bir açıklama yapılarak bütün bunların kendilerini yıpratmak için uydurulmuş asılsız bir haber olduğu, işçinin de çalışmaya devam ettiği belirtildi ve yine onun imzasıyla bir ikinci mektup sunuldu. Bu defa işçimizin söz konusu olayla (yani çöpten çürük sebze almayla) ilgili kendisine yapılan uyarıları yanlış anlayıp alınganlık gösterdiğini, ama hırsızlıkla suçlanmadığını okuyorduk. Ayrıca ailesi, çoluğu-çocuğu vardı! Önceki yazıyı ise çevresindekilerin yönlendirmesiyle yazmıştı.

Hiçbir şey olmasa da bir şey olmuş!

Yoksulluk böyle bir şey işte. Ne olup bittiğini anlamamak-sezmemek mümkün mü?!..  Kulakları çınlasın Ali İhsan Yavuz’un; belli ki hiçbir şey olmasa bile bir şeyler olmuş!..

Neyse, biz bırakalım olanı biteni; ortada belli ki ekmeğinden olmaktan son anda kurtulmuş bir insan var; ama okuduklarımızın çağrıştırdıkları üzerinden “hayali” bir değerlendirme kaleme alalım.

“Kurgu”da geçenlerin gerçek olay ve kişilerle hiçbir ilişkisi olmadığı notunu da arif olanın anlayacağı şekilde düşerek!..       

Meta, çöpte de olsa metadır

Başta aktardığımız “antropolojik” anekdot, başkasına ait olanı, onun mülkiyetinde olanı, “Bizde başkası da yok mülkiyet de yok birlikte paylaşmak var ortaklık var, işine geliyorsa!..” dercesine alan, soyu çoktan tükenmiş bir insanlık halini örnekliyor.

Diğer yanda ise durmaksızın üretip satarak kâr etmekten başka bir şey düşünemeyen, kâr arzusuyla kalbi ve zihni körleşmiş olanların, tüketim ağına giremeyen bir ürünü “bedava” vermeye hiç mi hiç razı olmadığı, halihazırda mevcut insanlık hali var.  Bu insanlık hali için, emekle ortaya çıkarılmış ürün bir “meta”dır ve meta sadece ve sadece satılır, bedava alınmaz-alınamaz; alınırsa ç’alınmış olur.

“Fazla”ya uzanan eli kırar kapitalizm!

Üretim fazlasını ihtiyacı olana karşılıksız vermek, yani paylaşmak gibi bir anlayış, hayatımızın akışını belirleyen mevcut ekonomi-politik işleyişe ters. Kapitalizm, daha doğrusu tüketim kapitalizmi, her ne pahasına olursa olsun satışı hedeflediği için bir ürünü bedava vermektense heba etmeyi yeğler. O yüzden üretim fazlası olup satılmayan kamyonlarca domates-patates-soğan, aç insanların eteğine değil denize dökülür.

“Fazla”ya uzanan yoksul eli de kırılmalıdır. Çünkü üretilmiş ama tüketicisini bulamamış da olsa “meta” metadır ve onu karşılıksız vermek de almak da kural ihlalidir, düzen bozuculuktur, hatta “din düşmanlığı”dır.

Marx boşuna “market”i (piyasa sistemini) “mabet” (dinsel bir sistem) olarak tanımlamamıştır!..

“Maaş eriyor, dayanıyoruz kredi kartına…”

Üretim fazlasını onu alamayacak durumda olana verme yolunda bu sistemin ürettiği tek çözüm “kredi kartı”dır ve bize şöyle seslenir:

“Gücün yok, paran yok, alamıyor musun?.. Ziyanı yok, al sen yine de… Bak bu kart onun için, bununla al, sonra ödersin!..”

Elbette “sonra ödersin”in anlamı, ölene dek ödersin demektir. Böylece kredi kartıyla sisteme ölene dek borçlu olarak yaşayan kitleler karşımıza çıkar. Ne diyor mesela şu aralar bazı muhalif kanalların haber programlarında kendilerine mikrofon uzatılan çalışanlar ve emekliler, yetersiz zamlar sonucunda yaşadıkları alım güçlüğüne, geçim derdine dair: “Aldığımız maaş alır almaz eriyor; sonra dayanıyoruz kredi kartına…” 

Tabii ki çöpten çürük meyve-sebze toplayacak kadar “yoksulluğun kör memeleri”ndeki biri için bu “düzey”in bile işlerlikte olduğunu düşünmek bir fanteziden ibarettir. Kredi kartı ile işi olur mu onun, çok büyük ihtimalle hayır…

“Fazla”yı lânet sayan “ilkel”ler”

Bu yaşadığımızın-deneyimlediğimizin tam tersi bir toplumsal-ekonomik işleyiş yine adına yanlış ve haksız şekilde “ilkel” denilen insanların dünyasında karşımıza çıkar. “Potlaç” bu…

Bir törensel şölen olan potlaç, yıllık üretim fazlasının bir çırpıda ve çıldırmışçasına tüketildiği bir etkinliktir. Aynı zamanda paylaşımın da çılgıncasına gerçekleştiği bu etkinlik ilk olarak Amerika yerli topluluğu Kwakiutl’larda tespit edildiği için onların dilinde “vermek” ve “hediye” anlamlarına gelen bu sözcükle adlandırılır olmuş.

Potlaç, bir kabile şefinin topluluğa verdiği bir şölen olabildiği gibi farklı aile ya da klanların birbirine yönelik düzenlediği bir etkinlik de olabilmekteydi. Bu (satarak değil) “paylaşarak tüketim”, bazen öylesine aşırı noktalara varırdı ki şöleni düzenleyen aileler, köyler fakir düşerdi. Ama ne kadar verir ne kadar fakirleşirseniz o kadar da onur kazanırdınız. Elbette her şey karşılıklıydı. Bir dahaki sefere de siz diğer grubun malını-mülkünü tüketirdiniz.

Dolayısıyla potlaç, “fazla”yı lanetli sayıp şenliksel biçimde yok ederek ekonomik birikimi de özel mülkiyeti de dolayısıyla sosyoekonomik eşitsizliği de engelliyordu (Yaşar Çabuklu, “Fazlanın Laneti”, Kovulanın İzi içinde, Metis, 2001, s. 58-61).

1830’larda keşfedilen potlaç âdeti, uygar ve modern “Beyaz Adam”ı rahatsız etti; yerlilerin akıl-ruh sağlığından bile şüphe ettiler. Ve zaman içinde bu toplulukları demografik olarak da kültürel olarak da bitirdiler. Tabii potlaç da (sembolik-turistik örnekler dışında) bitti.

Şimdi onun yerinde en yoksulunu çöpten çürük soğana-patatese talim ettiren, alacak gücü olmayanı krediyle ölene dek kendine borçlu kılan, ama yine kredi adı altında milyarlarca lirayı-doları (ç)alıp gideni ya da ortalıkta pişkin pişkin dolaşanı da AK’layan, AKça-pakça adamların AK düzeni var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi