Ayşe Naz Hazal Sezen

Ayşe Naz Hazal Sezen

Son bir saniye: İnsanlık

Son bir saniyenin içindeyiz. Yaklaşık 14 milyar yıllık kozmik takvimde modern insana düşen süre bir saniye. İnsansıların ortaya çıkışıyla sahneye gelmemizse evrenin kronolojisinde son bir gün. Evrimsel sistem, düşünebilen, düşündüğünde derinleşebilen, aktarabilen, yazabilen, sanat üretebilen ve kendisini anlayabilen insanı sahneye çıkarana kadar yaklaşık 14 milyar yıl yaşamış...

Kozmik takvim

13,8 milyar yıllık evren tarihi dediğimizde, zihnimizin milyarları tahayyül edemediğinin farkında olan Carl Sagan, 1977 yılında Cennetin Ejderleri kitabında Kozmik Takvim fikrini ortaya atar. İnsanın tahayyül edebildiğinden geniş zamanı kavrayabilmesi için mukayesenin yüzey alanı üzerinden yapılabileceğini ya da büyük patlamadan itibaren bir yıllık takvim oluşturabileceğimizi söyler. Bu ölçeklendirmeye göre Kozmik Takvim bir futbol sahası olsaydı, bu sahanın içinde bütün insanlık tarihi sadece bir elimiz kadar yer tutardı. Evrenin yaşının karşısında ufak bir yer kaplayan modern insan, bu takvime göre, bildiğimiz tüm uygarlıkların, keşiflerin veya teknolojilerin %99’unu son bir saniye içinde gerçekleştirdi. Bize uzun gelen yüzyıllar, kâinatın yaşının yanında tıknaz kalıyor. Evrenin tarihini daha rahat kavrayabilmek adına 13,8 milyar yılı, bir yıla indirgediğimizde 1 Ocak tarihinde Büyük Patlama ile sahneyi açıyoruz.

Ocak’tan hüzünlü mevsim Eylül’e

1 Ocak, gece yarısından 14 dakika sonra Büyük Patlama gerçekleşiyor. 19 Ocak’ta şu ana dek bilinen en eski Gama ışını patlaması yaşanırken, bir hafta içinde, 26 Ocak, ilk gökadalar oluşmaya başlıyor. Evren oluşmaya devam ederken, aylar ayları kovalıyor – her kozmik gün 37,8 milyon yıl, milyarlarca yıllık bir süreç – ve mayıs ayına geldiğimizde içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisinin oluşumu ilerliyor. Haziran, temmuz, ağustos geçip Eylül’e ulaştığımızda nihayet Güneş Sistemi’mizden ve yuvamız Dünya’mızdan bahsetmeye başlayabiliyoruz. 6 Eylül’de Dünyada bildiğimiz en eski kayaların oluştuğunu takvime ekliyoruz ve 14 Eylül’de ilk biyotik yaşamın ilk kalıntılarını 4,1 milyar yaşındaki kayaların üzerinde keşfediyoruz. Edebiyatın hüzünlü ayı Eylül’ün sonlarına doğru İlk Yaşam, yani prokaryotlar sahneye geliyor ve Eylül’ün Ekim’e ulaştığı gün fotosentez başlıyor.

Ekim ve Kasım

 Kozmik takvimimizde 29 Ekim’e geldiğimizdeyse fotosentezin yan ürünü olan oksijen artık atmosferde. Yeşil bitkilere, ilk merhaba; lakin yaklaşık 3,5 milyar yıl öncesinin bitkileri karada aşina olduklarımızdan oldukça farklı; suda yaşıyorlar, tek hücreliler ve güneş ışığını soğurarak şeker üretiyorlar. Onların karmaşık hücrelere dönüşmesiyle Ökaryotik hücrelerle karşılaşmamız 9 Kasım’da yani 2 milyar yıl önce gerçekleşiyor. 528 saat sonra – bir kozmik saat 1,575 milyon yıla karşılık - 5 Aralık’ta ilk çok hücreli yaşam başlıyor. Aralık ayı yoğun bir ay oluyor. Modern zamanlarımızdan aşina olduğumuz yıllık kontrollerin yapılması, yarım kalan işler tamamlanması, yeni planlamaların oluşturulması benzeri Dünyadaki yaşamın evrimi de aralık ayında hızlanıyor ve çeşitleniyor.

Aralık

7 Aralık’ta basit yapılı hayvanlar evrim sahnesine çıkarken, 14 Aralık’ta eklem bacaklılar, 17 Aralık’ta balıklar ve proto-amfibiler, 18’inde omurgalılar, 19’unda kara bitkileri, 21’inde böcekler ve tohumlar, 22’sinde amfibiler (iki yaşamlılar), 23’ünde sürüngenler, 24’ünde Pangea ve Permiyen-Triyas yok oluşu yaşanıyor. Canlılık sürekli bir çizgi üzerinde çeşitliliği artan süreç gibi algılansa da Dünya üzerindeki değişimler canlılığın çeşitliliğe tehdit olabiliyor. Yılı bitirmeye yaklaşırken 24 Aralık’ta “bütün kitlesel yok oluşların anası” olarak tanımlanan Permiyen-Triyas Yok Oluşu, diğer adıyla “Büyük Ölüm” ya da “Büyük Yok Oluş” deniz türlerinin %96’sının ve karadaki omurgalıların %70’inin tükenmesine yol açıyor. Bir günle sınırladığımız bu yok oluş, milyonlarca yıla yayılıyor ve tüm biyolojik ailelerin %57’sini tarih sahnesinden siliyor.

Canlı çeşitliliğinin değişmesiyle birlikte 25 Aralık’ta başrol Dinozorlara geçiyor. 26’sında memelilerle birlikte canlılık çeşitliği artarken büyük beş yok oluştan biri olan Triyas-Jura yok oluşu yaşanıyor. Karada ve denizde birçok neslin tükenmesine yol açan bu ekolojik felaket, dinozorların ve teruzorların gelecek 135 milyon yıl boyunca Dünya’daki baskın tür olmasının önünü açıyor. Henüz primatların izlerine rastlamadığımız 27 Aralık’ta kuşlar, 28’inde çiçekler ortaya çıkarken, 30 Aralık 06.24’te - günümüzden yaklaşık 66 milyon yıl önce- Kretase-Tersiyer yok oluşu gerçekleşiyor ve milyonlarca yıldır egemenliği devam eden kuş benzeri olmayan dinozorların ve birçok sürüngen grubunun izleri yeryüzünden siliniyor; çiçekli bitkiler, küçük ilkel memeliler ve iki yaşamlılar, yılan, kertenkele, timsah gibi sürüngenler bu yok oluştan sağ çıkmayı başarıyorlar. Bu yok oluşun ardından ilk primatlar, yani iri beyinli yüksek memeliler geliyorlar. Son gün 31 Aralık’a geldiğimizde sahne sırası bize yaklaşıyor.

31 Aralık

31 Aralık en meşgul günümüz. Saat 06.05 insansılar (Hominoidea) sahneye geliyorlar, saat 08.00 civarı insan ve şempanze ayrışması yaşanıyor. 09.25 civarı bir insansı, ayağa kalkmayı ve yürümeyi öğrenmesiyle birlikte boşa çıkan ellerini birçok şey için kullanabileceğini keşfediyor ve 10.30’da insan beyninde büyüme ve değişim başlıyor. Öğle saatlerine gelirken modern insanın evrimi ve 11.59’da kıtalar arası göç başlıyor. İlkel insanlar olarak adlandırdığımız homo türlerinin 22.24’te taş yontma aletleri kullandığını görüyoruz ve 23.44’te Prometheus’un ateşi çalmasıyla mı yahut Ülgen’in paylaşımıyla mı, bilinmez, ancak ateş ilk insanlar tarafından kontrollü kullanılıyor. Saat 23.52 olduğunda anatomik olarak şu anki halimize benzeyen modern insanlar sahneye çıkarken, 23.55’te Son Buzul Çağı Dönemi’ne giriyoruz. 23.58’de tarih öncesi sanat izlerimizi sahneye bırakırken, son bir dakika içinde şu an bildiğimiz medeniyet ve insan tarihini yaşamaya başlıyoruz.

Son saniyeler

23.59.51’de bakır ve tunç çağını yaşamış, tapınaklar inşa etmiş, ilk imparatorlukları kurmuş, tekerleği icat etmiş ve Hammurabi kanunlarını uygulamışız. 23.59.54’te atalarımız Çin Hanedanı’yla tanışmış, Öklid geometrisini öğrenmiş, Klasik Yunan adetlerini ve mitolojilerini yaratmış, yazıyı yazmışken; 23.59.55’te İsa, 23.59.56’da Muhammed doğmuş; bu arada imparatorluklar yükselmiş, savaşlar başlamış, müzik yaşamımıza dahil olmuş, sanat yayılmış. Saat 23.59.59’u gösterdiğinde -bugünden önceki son 437 yıl- sahneye başrol oyuncusu olarak çıkan tüketim sevdalısı, hız meraklısı, yapay zekanın mucidi, doğanın sömürgeni, 100 yıllık gelişimi 10 yıla sığdırabilen biz, homo sapiens sapiens, 13,8 milyar yıllık evren tarihinde ne kadar ufak bir yerimiz olduğunu unuttuk.

Yok oluşa doğru

Bir dakikalık yaşam tarihimizde, birkaç saliselik ömrümüzü -farkında ya da değil- bozmak, yıkmak, fethetmek ve tüketmek üzerine harcıyoruz. Bir saniyenin içine atom bombaları, sömürge kentleri, soykırımlar, savaşlar, plastik adaları, dünyanın eksenini değiştirecek tüketim yoğunluğu ve yaşam tarihimizin sorumluluğunu almayı reddedişi sığdırdık. Aramızdan birkaç kişi gezegenimizle olan ilişkilerimizi kurtarmaya çalışıyor olsa da, saliselik kişisel ömrümüzde de atalarımızın tarih döngüsünü tekrar etmekten geri kalmıyoruz. Koşullu verdiğimiz sevginin eksikliğini tüketerek, güçlü olmak için öfkemizi besleyerek, daha çok deneyimlemek için hızlanarak -lakin yüzeyselleşerek-, kişisel savaşlarımızı sürdürerek, kendimizi kıyaslayarak, kıyaslanarak, ayrışarak, ötekileştirerek, kendimiz gibi olmayanla karşılaşmayı öğrenme fırsatı olarak değil, tehdit olarak algılayarak, bireysellik ile bencilliği karıştırarak, hayatta kalmak için birlik olmamız gerektiğini unutarak ve “benden sonrası beni ilgilendirmez”, “ben ve sevdiklerimden başkası benim sorumluluğumda değil” veya “geleceği görmeyeceğim, ilgilenmiyorum” diyerek önce kişisel tarihimizi yıkıyor; ardından bir saniyelik modern insan tarihini  yok oluşa doğru sürüklüyoruz. Soyumuzun devamlılığını uzun yaşamamıza imkân verecek teknolojilere değil, ruhsal ve bedensel sağlıklı yaşamamızı sağlayacak temaslara borçlu olacağız.  Hem birbirimizle hem de bir parçası olduğumuz tabiatla kurduğumuz bağlar bizi uyumlu ve hayatta kalabilen yapacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ayşe Naz Hazal Sezen Arşivi