SPREZZATURA

Stiller, tarzlar, akımlar, özetle -izm lerin takipçisi olmayabilirsiniz. Açıkçası ben de değilim. Diğer yandan bunların tümünün insanlık tarihine ışık tutan, çevresel faktörlerle dönüşen sosyolojik değerleri oluşturan eğilimler olduğunu biliyor ve tümüyle insan yapısını anlamaya olan tutkum sebebi ile inceliyorum.

Tasarım çoğunlukla salt biçim, form, estetik ve görünüm ile ilgili olarak algılanır. Elbette mesleklerimiz bunlardan ibaret değil ve bunun böyle olmadığını anlatabilmek için büyük uğraş veriyoruz. Tasarımcının şekil veren kişi olarak algılanmasında insanların bilgisizliği, bilinçsizliği kadar tasarımcıların da ortaya koydukları işlerin büyük payı var kuşkusuz. Her mimarlık diplomasına sahip kişinin estetik binalar yapamadığını, her iç mimarın özgün mekanlar tasarlamadığını görüyoruz; her tasarımcının düşünden çıkma eşyanın ideal formda ve işlevde olduğunu söylemek de mümkün değil. Her meslekte olduğu gibi yaratıcı alanlarda da başarılılar ve başarısızlar var. Emin olun berbat doktorlar var, ama öyle kutsallaştırmışız ki mesleği, berbat doktora kötüsün diyemiyoruz, mimara diyebildiğimiz kadar.

Estetik tek meşgalemiz olmasa da, işimizin merkezinde ve önemli bir konu. Eğitimimizin büyük bir kısmını sanat tarihine, basit tasarım ilkelerine, renge, dokuya, ahenge ayırırız. Filozoflar estetiği tartışırken zevk veya gusto olarak çevirebileceğimiz “taste” kavramını da masaya yatırırlar. Mimarlar ve tüm alanlardaki tasarımcılar, hem aldıkları farklı eğitim hem de yaşam boyu ilgileri ile, gusto olarak adlandırabileceğimiz, zevk sahibi kimseler olarak konumlanırlar.

Estetik kavramı (İngilizcesi Aesthetic), Antik Yunanlılarda anlamı görünür olan, algılanan olarak kullanılan bir kavram.Kelime, sonradan tüm duyuların algısı için kullanılmış.18. yüzyılda kelime, basit bir algının ötesinde genişleyerek duyularımıza hoş mesajlar gönderen, zarif, zevkli ve güzel olan için kullanılır olmuş. Estetik üzerinde derinleşmeden ve hatta hakkında çok uzun yazılabilecek güzellik algısı üzerinde de dağılmadan, aslında çok eski ama bir o kadar da yeni bir kavram hakkında düşüncelerimi paylaşmak istedim bu kez sizlerle: Sprezzatura.

Aslında bu kavramı kayıtsızlık olarak çevirebileceğimiz nonchalance ile birlikte  düşünmemiz gerekir. Tam olarak Türkçeleştiremediğim sprezzatura, doğalmış gibi algılanan bir estetik için gösterilen çaba anlamına geliyor. Nonchalance, kendiliğinden olan bir durum iken, sprezzatura için emek vermek gerekiyor.

Bu tür kavramların tümü kendine moda tasarımında bolca yer bulabiliyor. Moda, insanları stil ile buluşturan, bu stili takınan kişiyi de sosyal yaşamda konumlayan bir güce sahip. Bu nedenle kavramların tüketimine moda alanında, hiçbir diğer tasarım alanında rastlamadığımız kadar sık rastlıyoruz. Bu kavram da oldukça eski olmasına karşılık günümüzde yükselenlerden biri.

Sprezzatura ilk olarak Baldessare Castiglione tarafından kaleme alınmış olan Saraylının El Kitabı’nda yer almış.  Kutsal Roma’nın hükümdarı V. Charles’ın başucunda üç kitap bulunurmuş. Bunlardan biri İncil, diğeri Machiavelli’nin Prens’i ve üçüncüsü de bu kitap.

Saraylıların aşırı ve görgüsüz davranışlarla görünümler içerisinde bulunmalarının olası sakıncalarını ve buna engel olmak için, bu algıyı nasıl yönetmeleri gerektiğini anlatıyor bu kitap. Aynı zamanda, toplumun önde olan saygın kesiminin spordan, sanattan, yeme içmeden iyi anlaması gerektiğini öne süren bir bakış açısı da sunuyor. Toplumda tatlı dilli, diplomatik, aşırılıkları fazla olmayan veya göze batmayan kişiliklerin hem sosyal hayatta hem de iş yaşamında nasıl sevildiğini bilirsiniz. Sosyal yaşam kendine davranışlarda, estetik algısında bir ortak değer baremi yaratır. Bu baremin üstünde ve altında olanlar her zaman diliminde maalesef dışlanmışlardır.

İnsanın içinde gösterişe yönelik bir motivasyon var. Bu motivasyon, eğitim ve görgü düzeyi arttıkça dinginleşiyor. İnsanların ekonomik imkanları arttıkça, bu imkanlar giyim kuşam, ulaşım, yaşam alanlarında genişleyerek, artarak kendini gösteriyor. Temel ihtiyaçlarını en rahat biçimde ve en gösterişli hali ile sağlayan insanın yeni deneyimler peşinde koşması da kaçınılmaz hale gelebiliyor. Beklentiler yükseliyor.

Castiglione’nin eseri, bu imkanlara sahip kişilerin, daha diplomatik olabilmeleri için bu tür görünen aşırılıklardan kaçınmalarını onlara öğütlüyor.

Gelişmemiş bir yaşam, yani tümüyle ilkel olan, kendi özgünlüğüne ve estetiğine sahiptir ve bu, çağımızdaki insanlar için aslında en değerli olan durumlardan biridir. Aşırı gelişmiş bir zevk ve estetik bilinci, bir bakıma hep bu ilkelliği arar. Gösterişli kebapçı yerine, kıyıya atılmış bir masada, veya yol kenarındaki taburede ızgara balık yemenin ilkel duygusu, biz kentlilerin her zaman hayalini süsler. Kent öyle çok, öyle hızlı, öyle yoğun ve öyle ışıltılıdır ki, o samimi ilkelliği hele bir de kent içinde bulduğunuzda cevher bulmuş gibi hissedersiniz. Kentlinin kırsal ütopyasının temelinde de bu basitlik arzusu döşelidir.

Bu duyguyu yıllardır tasarım yaklaşımı olarak, “Tasarlanmamış tasarımlar” biçiminde her fırsatta dile getirdim, yaptığım uygulamalarda, ve sanırım daha çok giyim anlayışımda her zaman bu nonchalance ile birlikte yürüdüm. Ana akım modaya kayıtsız kaldım. Bunu ideal bir örnek olarak söylemiyorum. Bilakis, kent yaşamında ve iş yaşamında bazen bu nonchalance duruş, özellikle sizi giyim kuşamınıza göre değerlendiren bizim ülkemizdeki gibi topluluklarda, bilinç dışı bir ayrımcılığa da sebep olur. Bu konuyu her düşündüğümde, çok sevgili tasarımcı dostumun, proje sunmaya motosikleti ile gittiği toplantısına, onu giyiminden ötürü kurye sanan ve içeri bir türlü almayan güvenlik görevlisi marifetiyle nasıl da geç kaldığı, sonraki seferde ise takım elbise ve araçla girdiği aynı plazada nasıl da hoş karşılandığı anısı aklıma gelir. Bir seferinde de bana oturduğum evi kiralayan, pek tatlı hoş sobet emlakçı hanım, ziyaretime gelmiş, evimde otururken açıkça hoşnutsuzluğunu dile getirip, benim bir tasarımcı olduğumu o nedenle evimi çok farklı hayal ettiğini, herkesinkine benzeyen bir evde oturduğum için çok şaşırdığını söylemişti; bu tesbiti bana ilginç ve oldukça da saçma gelmişti. Bu örnekler bizim kültürümüzde çok sayıdadır.

Sprezzatura, bize daha sıradan ve olağan görünmek için çabalama sanatını öğretir. Göze batan tüm detaylardan arınmış bir doğallık yaratmak için üzerinde çalışma sanatıdır bu. Bir stilden bahsediyoruz, yani üzerinde düşünülen, prova edilen, bir bakıma tasarlanan bir duruş sahibi olmaktan. Kuşkusuz kişinin nasıl görüneceği veya davranacağı ona kalmış bir durum. Toplumda nasıl bir algı ve nasıl bir kabul görmek istenirse, insanlar da ona göre kendilerine yeni kabuklar ve hatta tavırlar ediniyorlar.

Alain de Botton’un en sevdiğim eseri Statü Edişesi’nde belirttiği gibi insanlar statü sahibi olmak için türlü yollara başvuruyorlar. Kendini ayrıcalıklı bir zümreye yerleştirmek için görünür bir çaba ve emek sarf eden insanlar, aslında çağımızın kentli ilkelleri. Bu ilkellik önceden bahsettiğim saf ilkellik ile aynı olmayan, düşünsel bir ilkellik. Bu bağlamda, aşırı makyaj, körü körüne marka tutkusu ile, örneğin oldukça gösterişli mekan tasarımlarının veya araçların birbirinden farklı bir motivasyonu yok; hepsi aynı amaca hizmet ediyor: Topluma verilmek istenilen bir mesaj, bir konum arayışı, yer edinme çabası, özetle kişisel bir gösteri. Diğer uçta zaten bu konuma, imkanlara, güce sahip olanlar ise, sprezzatura ile sadeleşmeye, basitleşmeye çalışıp, toplumdan kendilerini ayırt etmeyecek bir stile bürünmeye çabalıyor. Çevremdeki varlıklı insanlara değer atfederken sprezzutura kavramını gözden geçirdiğimi itiraf etmeliyim.

Bu anlayışı sadece moda ile sınırlandırmayı doğru bulmuyorum. Örneğin, hemen herkesin sunumlarında diline pelesenk ettiği, Apple tasarımları, aslında hep söylendiği gibi minimalist değildir. Minimalizm düpedüz az, basit ve yalın olmaktır. Sprezzatura ise aslında çok, karmaşık ve üstün olduğu halde az, yalın ve basitmiş gibi görünmek üzere gösterilen emektir. Tasarımdan fazlalıkları atabilmek, tam da bir sprezzatura yaklaşımıdır. Bu nedenle iyi tasarımcılar “ne ekleyebilirim” diye değil; “ne çıkarabilirim” diye düşünebilenlerdir.

Bu konuda oldukça ufuk açıcı bir okuma olarak Baudelaire’in The Painter of Modern Life isimli eserini sizlere öneririm. Bu eserde, sprezzatura yaklaşımı ile bağlantıda olan dandizm ve aristokratlar gibi pek çok başka stilin de sosyolojik bağlamda karşılaştırılması yapılıyor. Stiller, tarzlar, akımlar, özetle -izm lerin takipçisi olmayabilirsiniz. Açıkçası ben de değilim. Diğer yandan bunların tümünün insanlık tarihine ışık tutan, çevresel faktörlerle dönüşen sosyolojik değerleri oluşturan eğilimler olduğunu biliyor ve tümüyle insan yapısını anlamaya olan tutkum sebebi ile inceliyorum. Türkiye gibi, estetik bilinç bakımından oldukça geri sıralarda yer alan ve bu tür konularda toplumun sürekli doğal olarak birkaç farklı kutba ayrıldığı ülkemizde, bu anlam arayışı da, ayrıca anlamlı bana göre.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi