TASARIMIN V HALİ.

Dünya sanallaştı, İngilizce deyimi ile “virtual” her şey.Tasarım da bu durumdan nasibini aldı.Geçtiğimiz hafta pek çok sanal tasarım etkinliği içinde buldum kendimi.

Sanal gerçeklik kavramı 20. yüzyılın başlarından itibaren yapılan çalışmalar sonrasında gelişerek, 80’li yıllardan itibaren aşina olduğumuz bir şey olsa da, aslında çok daha eskiden, 1826 yılında Fransa’da Burgundy’deki bir evin penceresinden çekilmiş o ilk fotoğraf karesi ile tanıştık gerçeğin yansıması ile.

Joseph Nicephore Niepce, penceresinden gördüğü doğanın resmini ışıkla çizerek teneke bir levhaya anlık olarak aktarmayı başarmıştı. Fotografı, sanallık değil de gerçeğin bir anlığına durdurulmuş hali olarak düşünüyorsanız, bir adım daha da ileri gidip; aslında tüm evreni algılamamız da bir sanallık derim; zira ışık hüzmelerini gözlerimizden içeri alıyor, onları içeride büküyor, kırıyor ve o anki ışık durumuna göre bir imgesel dünya algılıyoruz. Hani yanına biraz koku, biraz doku, sesler derken, cisme büründürdüğümüz bir dünya tasviri içinde sürdürüyoruz yaşamımızı.

Sanallık derin ve belki de üzerinde çok az düşündüğümüz, materyalist dünyanın akışı içinde pek de vakit ayırmadığımız bir konu. Oxford sözlüğü, sanal gerçeklik için “fikirler üzerine inşa edilmiş algı” diyor; sanat fotoğrafları ve sinema için söyleyebileceğimiz gibi.  Federico Fellini, 2003 yılında Damian Pattigrew tarafından kaleme alınmış “ I’m a born Liar “ (Doğuştan Yalancıyım) isimli kitabında şöyle diyordu:

Nesnelerin ve işlevlerinin artık hiçbir önemi yoktu. Algıladığım tek şey, algılamanın kendisiydi. İnsan duygusundan yoksundum; gerçek dışı çevremin gerçekliğinden kopuk form ve figürlerin cehennemindeydim. Doğanın dışında algılanarak yaşanan bir dünyada, kendi anlamsız imajını sürekli yenileyen sanal bir dünyada bir enstrümandım. Ve şeylerin ortaya çıkışı artık kesin değil, sınırsız olduğundan, bu cennetimsi farkındalık beni kendim dışındaki gerçeklikten kurtardı. Ateş ve gül bir oldu

Bu alıntı, tarihin en önemli sinema yönetmenlerinden birine ait. Fellini, bilinçdışını, bilinç kaymalarını sinemaya yansıtan onlarca eser bıraktı ardında. O’nun kendi sanallık deneyimi Jung’un çalışmalarının etkisi aldında biraz da LSD gibi biyolojik etkilere bağlıydı belki ama burada yaşadıklarını  ekrana aktararak bizlere de başka kapılar açmayı başardı.

Sinema gibi sanatın tüm dalları, bir tür algısal yolculuğa çıkarıyor bizi. Hepsine olan düşkünlüğümüzün temelinde, bilincimizin kıvrımlarında gizli kalmış olanlara ulaşma, onları harakete geçirme arzumuz olduğu kadar, bizde daha önce hiç var olmamış algılarla, dürtülerle, duygularla karşılaşma tutkumuz yatıyor. Gerçek dünyadan kaçmak için sanata sığındığımız kadar, televizyona da bağlanıyoruz. Kendi sanal gerçekliğimizi inşa etmek için sosyal medyayı kullanıyoruz.

Günümüzde sanal gerçeklik alanı, sanat eserlerinden mimarlığa, bilimden ticarete kadar kullanılan bir teknolojiyi ifade ediyor ve bunlara değinmek bambaşka bir yazı konusu olacak gibi. Bunca geniş bir giriş yapmaktaki amacım, aslında günlük yaşamlarımızın akışında nasıl da her gün bu sanallıkla baş başa olduğumuzu vurgulayabilmek. Yüz yıllardır şu ya da bu şekilde bir algı evreninde yüzüyoruz zaten. Bu nedenle hala insanların salgın ile dijitalleşen dünyaya olan direncini anlamakta güçlük çekiyorum. Gerçeğiniz neydi de şimdiki gerçekliğe itiraz ediyorsunuz? Diye sormak istiyorum.

Kendi adıma, bir hayli mutluyum. Bu dönüşümün, deneyimlerimi kısıtladığını kabul edip bir kenara koyarak, yaşamımın ekran karşısında devam ediyor olmasını, pek çok zamanda olduğu gibi coşku ve merak ile karşıladım, aldım, kabul ettim; keyfini çıkarıyorum. Bu keyifte, geçtiğimiz hafta dünyanın farklı yerlerinde düzenlenen tasarım etkinliklerinin, kahve kokulu ofisimdeki ekrana düşmesi vardı. İmkan buldukça yerinde izlemeyi sevdiğim ve açıkçası bu yıl da gitmeyi planladığım Design Miami,  Cuma akşamı basın ön izlemesini Zoom üzerinden gerçekleştirdi.  Yarın, yani Pazartesi günü de WAF- Dünya Mimarlık Festivali sanal olarak açılacak. Bu iki etkinlikteki tasarımları sizinle gelecek hafta paylaşmayı planlıyorum çünkü yerim oldukça kısıtlı. Şimdilik sadece yine geçtiğimiz hafta gerçekleşen bir etkinlikten izlenimlerimi aktarayım.

DEZEEN TASARIM ÖDÜLLERİ:

2006 yılında bir mimarlık ve tasarım editörü olan sevgili Marcus Fairs tarafından çevrimiçi bir tasarım portalı olarak kurulan Dezeen, kanımca salgın sonrası değişime en hızlı ayak uyduran oluşumlardan biri oldu. Başarı grafiği her geçen yıl biraz daha yükselen bu platformu zaten tasarım dünyasındaki hemen herkes bilir ve takip eder; diğer yandan Marcus daha pandeminin ilk günlerinde tüm birikimini ve elindeki teknolojiyi öyle büyük bir kıvraklıkla günün şartlarına uydurdu ki, artık bizler için farklı bir yeri ve konumu var Dezeen’in.

Mart ayında hep birlikte evlerimize kapandığımız günlerde, birbiri ardına gelen tasarım etkinliklerinin kapanma ve ertelenme haberlerinin ve beraberindeki tüm belirsizliklerin içindeyken, Dezeen karşımıza sanal tasarım festivali ile çıkıvermişti. O günlerdeki yazılarımdan birinde bu festivale de değinmiştim. Bu festival, videolarla dünyanın dört bir yanındaki tüm tasarımcıları bir araya, evlerimizdeki ekranın içine getirdi. Herkes samimiyetle duygularını, kaygılarını, düşüncelerini paylaşıyordu. Tüm insanlığın tek bir bilinç, tek bir varlık olduğunu hissettiğim nadir anlardan biriydi bu deneyim benim için; hepimiz aslında hep aynı şeyleri yaşıyor, aynı duygularla kavruluyoruz. Dezeen o ilk günden bu yana pandeminin tasarım dünyasındaki nabzını tutan en hızlı, en kapsamlı yayın organı olmakla kalmadı, bir yandan da fiziki kısıtlamalar sebebi ile ürünlerini, fikirlerini, tasarımlarını sunacak ortam bulamayan sektör temsilcilerinin buluştuğu bir platform haline dönüştü. Evet, iyi bir ihtimalle, son açıklanan tarihi ile gelecek yıl Eylül ayında Milano mobilya fuarına belki nihayet gidebileceğiz, ama o tarihe kadar Milano tasarım haftasında göremediğimiz pek çok yeni tasarımı Dezeen ekranlarından öğrenmeye devam edeceğiz.

Son olarak geçtiğimiz hafta, Dezeen tasarım ödüllerinin töreni yine sanal olarak gerçekleşti. Eski günlerde bu töreni deneyimlemek için Londra’ya gitmem gerekirken, ofisimden eve dönüş yolumda, aracın arka koltuğunda, cep telefonumun ekranında izledim jürinin seçtiği birincileri. Büyük lükstü. İç mimarlık, mimarlık ve tasarım alanında verilen bu ödüllerin arasında özellikle ikisini, insanların sağlıkları ile ilgili oldukları için burada aktarmak istiyorum.

DOTS

Sözü sanal gerçeklik üzerinden açtığımız için, Dezeen ödüllerinde “giyilebilir tasarım” alanında ödül alan Dots isimli tasarımı yakından tanımak isteyebilirsiniz. Kalabalık bir ekip tarafından hayata geçirilen bir küçük sensör olan Dot’s,  engelli insanların sanal gerçeklik teknolojisi ile yaratıcı  yeteneklerinin sürdürülmesini amaçlayan bir ürün.  Gelecek bugünden tasarlanır biliyorsunuz. Dots da geleceği bize gösteren bir mühendis- tasarımcı ortak çalışması.

Geçtiğimiz 9 ay boyunca Zoom kadar basit bir ara yüz ile bile savaşan, hala kullanmayı öğrenemeyen insan kalabalıklarına karşılık, Dots’un yaratıcıları gelecek için sanal gerçeklikten (VR)  değil, birleşik gerçeklikten (MR) bahsediyor. Bu cihazı geliştirenler insanlığın fikir ve hayal dünyasını ekranlardan kurtarıp boşluğa yayacak teknolojileri geliştiriyorlar. Dots, bedenin herhangi bir yerine yapıştırılarak, kolları olmayan bir kişinin çizim yapmasına, tekerlekli sandalyesini kumanda etmesine, takma kollarla yapamayacağı, örneğin televizyon kumandasını çalıştırmak gibi pek çok teknolojik aletin kullanılmasına olanak veriyor. Bunu yaparken de ioT dediğimiz şeylerin interneti teknolojilerini sanal gerçeklik ile birleştiriyor. Daha fazlası için lütfen şu siteden hazırlanan filmini izleyin dilerim: 

CATCH

İnsanlığın karşılaştığı virüslerden HIV kuşkusuz en sarsıcı olanlardan biriydi. Milyonlarca insanı etkileyen bu virüs toplumda, belirli cinsel yönelimleri olan insanları daha çok etkilediği için, büyük bir ayrımcılığa da sahne oldu.  AIDS’li olmak, HIV testi yaptırmak, bugün bile insanların dışlanması ile sonuçlanabilecek bir durum olarak görülüyor. İşte bu yüzden The Crown dizisinin 4. Sezonunda Prenses Diana’nın tek başına çıktığı New York seyahati sırasında, AIDS’li bir siyah tenli çocuğa sarılma sahnesinde göz yaşlarını tutamıyor insan.

Catch, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ve virüsün yaygın olduğu Afrika kıtasındaki az gelirli ve baskıcı ortamlarda, insanların yaşamlarını değiştirecek bir ürün tasarımı. Tasarımcısı Hans Ramzan Londra’da çalışan ve okulda bölümünü birincilikle bitirmiş bir endüstri ürünleri tasarımcısı. Evde tek başına kolayca HIV testi yapılmasını sağlayan bu cihaz, ister istemez, birkaç yıl sonra evlerimizde  kolayca Covid19 testi yapabileceğimiz başka ekonomik testler ve hatta aşılar için umut veriyor.

Dezeen platformundan izleyebileceğiniz diğer ödüllerin arasında, pek çok keyifli tasarımın yanında örneğin Suzanne Brewer tarafından geliştirilmiş, Yürüyen tekerlekli sandalye tasarımı da var. Bir mimar olan Suzanne de aynı Dots un yaratıcıları gibi, söz konusu tasarımın çözüm olduğu problemin kaynağındaki yaşamları iyi gözlemleyebilmiş bir insan. Bu tür girişimler ve hikayeler bana çok sevdiğim bir Bernard Shaw sözünü hatırlatıyor:

Mantıklı insan, kendini hayat koşullarına adapte eder; mantıksız insan ise dünyayı kendi yaşam koşullarına adapte etmekte ısrar eder. Ne var ki tüm gelişim mantıksız insana dayanır.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi