DTCF ve tarih ile coğrafyanın ‘tire’si

Resmi-ideolojik bir proje olarak Cumhuriyet’le karşımıza çıkan, bir ulus-devlet icat ve inşa sürecidir. Yerel-yöresel ve cemaatçi bağlılıkların ötesine geçirilmek istenen 10 milyon civarında insanın “modern” bir ulus aidiyeti ve yurttaşlık bilincine kavuşturulması yolunda “bilimsel-düşünsel” çerçeve oluşturma yolunda bir çabadır bu: Yaşanılan coğrafyanın vatan kılınması ve bunun için de o coğrafyaya tarih inşa etmek lâzımdır. İşte bu nedenle “Tarih” ile “Coğrafya” arasındaki tire çok önemli. O olmadan “Vatan”dan söz edilemez…

Bugün, benim mezunu olduğum (1983), ayrıca 11 yıl (2001-2012) bünyesinde öğretim üyesi olarak çalıştığım Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin (DTCF) “ana rahmi”ne düştüğü gün… 85 yıl önce bugün (14 Haziran 1935) DTCF’nin kurulmasına ilişkin kanun TMMM’de kabul edildi.

Fakülte’nin adı kuvvetle muhtemel ki yeryüzünde eşsizdir. Dengi olan yüksek öğrenim kurumlarının adı, dünyada olduğu gibi bu memlekette de genellikle “Edebiyat Fakültesi”, bunun yanı sıra “Sosyal ve Beşerî Bilimler Fakültesi” veya daha yakın zamanlarda özellikle bazı vakıf üniversitelerinde karşımıza çıktığı üzere “İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi”dir.

Ama Ankara Üniversitesi bünyesinde, yukarıda belirtildiği üzere 14 Haziran 1935 Cuma günü TBMM’de görüşülen kanun tasarısının kabulü ve bunun 20 Haziran 1935 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmasıyla tohumları atılan “Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi”, Atatürk tarafından konmuş ismi itibarıyla insan ve toplum bilimleri alanında ilgi çekici özgünlükte bir yüksek-öğrenim kurumudur.

Fakülte, 9 Ocak 1936’da “doğuş buldu”, yani açıldı.  O gün bugündür ismi, eşsiz ve özgün olduğu kadar bir “mesele”dir de. Buna sebep, telaffuz konusunda bir türlü üstesinden gelinemeyen yanlışlıklardır. Diyebilirim ki hemen hiç kimse isimde “Tarih” ile “Coğrafya”yı birbirine bağlayan “tire” işaretinin ayırdına varmaz ve bundan dolayı da Fakülte’den söz açıldığında ya “Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi” telaffuzu karşımıza çıkar ya da o, “Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi” diye telaffuz edile gelir. Biz öğrenciliğimizde bu yanlışlıktan illallah demiş ve çaresiz işi dalgaya vurup bir dizi yeni “sürüm” de üretmiştik: “Dil, Tarih, Coğrafya ve Fakültesi”; “Ve Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi”; “Dil, Tarih, Coğrafya Fakültesi Ve” gibi!..

Tarih’ten Coğrafya’ya…

Bu husus üzerine yıllarca düşündüm. Cumhuriyet’in kurucusu neden ihtiyaç saydığı bu Fakülte’ye böyle heyecan verici ama aynı zamanda zor bir ismi uygun görmüştü? “Tarih” ile “Coğrafya” arasındaki “tire”nin, dolayısıyla her iki kavrama dayalı beşerî bilim disiplinlerini birbirine raptetmenin sebebi hikmeti neydi?..

Kısmî ve beni yine de tatmin etmeyen bir yanıt, Atatürk’ün manevi kızı, tarihçi ve antropolog, aynı zamanda da DTCF’nin kuruluşundan itibaren bünyesinde öğretim üyesi olarak yer almış Prof. Afet İnan tarafından verilmiştir. Fakülte’nin çıkardığı Cumhuriyet’in 50. Yıldönümünü Anma Kitabı’nda yer alan “Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Kuruluş Hazırlığı ve Açılışı” başlıklı başyazısında Afet Hanım, Atatürk’ün Fakülte ismini “Tarih-Coğrafya” şeklinde yazdırmasına ilişkin şunları kaydediyor:

“Atatürk, Coğrafya ile tarihin sıkı iş birliğine daima işaret eder, özellikle iki bilginin paralel gitmesini ve mesela coğrafî şartların durumu yazılmadan tarihi konuların incelenemeyeceğini kabul ederdi. Hatta Tarih Kurumu ilk kurulduğu yıl derhal bir tarihî atlas bastırılmış ve coğrafi incelemelerin tarihe temel teşkil etmesi lüzumlu addedilmişti. Mesela, Türklerin anayurdu Orta Asya’nın kuraklık olayı ancak coğrafî ve hatta jeolojik tetkiklerle mümkün olduğu kabul ediliyordu. Fakat bir de yurdumuzun coğrafyası bizler tarafından tetkik edilip yazılmalı idi. (…) Hatta tarih gibi bir ‘Coğrafya Kurumu’ kurulmasını düşünen Atatürk, Fakülte kurulduktan sonra ihtiyaca göre böyle bir teşekkülün lüzumu belli olacaktır demiştir.”

Coğrafya’dan Vatan’a…

Böyle, ama yine de “Tarih” ile “Coğrafya”yı adeta kopuşsuz bir bütünlük işaret eder şekilde tire ile birbirine bağlamanın daha “derin” bir anlamı olmalı diye düşünmeye, kafa yormaya devam ettim ben… “Tarih” ile “Coğrafya”yı tire işareti ile birbirine raptetmek yerine pekâlâ “ve” bağlacı kullanılarak da Afet Hanım’ın açıklamaları çerçevesinde belirtilen maksadı hasıl etmek mümkündü. Bunun yerine neden her iki kavramı, realiteyi ve çalışma disiplinini tire ile bağlayıp “bütünleme” ihtiyacı duyulduğu sorusu hâlâ ortadaydı.

Cevabı, yıllar sonra yine DTCF bünyesinden bir başka bilim ve düşünce insanının bir yazısında buldum.

Fakültenin ilk kuşak hocalarından ve aynı zamanda milliyetçi düşünceye gönül vermiş Prof. Remzi Oğuz Arık’ın 1969 yılında yayımlanmış Coğrafyadan Vatana adlı kitabında yer alan aynı başlıklı ilk yazısıdır bu.  Yazıda Prof. Arık şunları kaydetmektedir:

“Bir memleketin coğrafyası ilk bakışta ne kadar aşağı, ne kadar zavallıdır. Bu coğrafya ister esrarlı dağlar, ister yalçın kayalar ister cennet gibi ovalar, ister kuş uçmaz kervan geçmez bozkırlar olsun, insanın, hayvanın çiğnediği bir ölü âlemdir. Fakat bir gün gelir, insan ve hayvanın aynı kayıtsızlıkla çiğnediği bu coğrafya canlanır, iyinin ve kötünün, dostun ve düşmanın, insan ve hayvanın ayağı altında boyun eğen bu gövde silkinir, uçurum uçurum derinleşir, zirve zirve heybetle dikilir. İnsan boştur, verimsizdir, sarptır, çöldür diye horladığı, kayıtsızca çiğnediği bu toprakların her adımına anaların ve illerin özene özene hazırladığı zekalarını, yiğitlerini hesap aramadan kurban verir. İnsan kütlesinin bu adsız coğrafya üstünde yaşama ve mesut olma şartlarını yaratırken birleşmeleri, birleşik kütlelerin zaman içinde müşterek hareketleri milletin ilk büyük şartını meydana getirir. Bu şart, müşterek tarihtir. Bu andan başlayarak kütle de coğrafyaya damgasını vurmuştur. Artık bu kütle doğuşun karanlığını yırtmış, insan toprağın ve toprak insanın adını almıştır. (…) artık ortada muayyen bir cemiyet ve onun yurdu vardır. Vatan doğmuştur.”

Tarih, artı coğrafya, eşittir vatan!..

“Tire”nin sırrı çözülmüştü: Coğrafyaya tarih ekle, “vatan” olsun!..

Bir başka deyişle tarih, artı (veya “tire”) coğrafya, eşittir vatan.

Atatürk, Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu hangi amaçla kurdurduysa Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni de o sebepten kurdurmuş, yine o sebepten olarak da “Tarih” ile “Coğrafya”nın arasına tire koymuş olmalıydı.

Resmi-ideolojik bir proje olarak “Cumhuriyet”le karşımıza çıkan, bir ulus-devlet icat ve inşa sürecidir.

Yerel-yöresel bağlılıkların ile geleneksel-cemaatçi aidiyet bilincinin ve duygusunun ötesine geçirilmek istenen 13 milyon civarında insanı “modern” bir ulus aidiyeti ve yurttaşlık bilincine kavuşturmak için “bilimsel-düşünsel” çerçeve oluşturma yolunda bir çabadır bu: Yaşanılan coğrafyanın vatan kılınması lâzım ve bunun için o coğrafyaya tarih inşa etmek lâzım…

İşte bu nedenle “Tarih” ile “Coğrafya” arasındaki tire çok önemli. O olmadan “Vatan”dan söz edilemez çünkü…

Dil, Tarih, Coğrafya… Ve Antropoloji!

Toparlamak gerekirse DTCF, adına “Türkiye” denen toprağın vatan olduğunu teyit ve ispat yolunda “bilimsel” üretimde bulunmak amacıyla siyaseten kurulmuş bir fakültedir.

İsminde “Dil” vardır. Çünkü Türk Dil Kurumu ile de bağlantılı mahiyette “Güneş-Dil Teorisi”nde en açık karşılığını bulduğu üzere Türkçenin diğer tüm dillerin temeli, kökü, “anası” olduğunu temellendirme ve buradan tarihin başlangıcından beri mevcut bir millet “bilgi”si çıkarma hedeflenmektedir.

İsminde “Tarih” vardır. Çünkü Türk Tarih Kurumu ile de bağlantılı mahiyette “Türk Tarih Tezi”nde en açık karşılığını bulduğu üzere Türklerin “insanlığın beşiği” sayılan Orta Asya’dan tüm dünyaya yayılmış medeniyetlerin öncüsü ve öncülü olduğu iddiasını temellendirme ve buradan tarih-öncesinden beri mevcut bir millet “bilgi”si çıkarma hedeflenmektedir.

İsminde “Coğrafya”, Tarih ile “rabıta” içinde vardır. Çünkü insanlığın en kök dilini konuşan ve tarih öncesinden sonrasına var olmakta olan bir kitlenin yaşadığı toprağın onun vatanı olduğu iddiasını temellendirip o kitlenin millet, onun her bir ferdinin de vatandaş olduğu “bilgi”sini çıkarma hedeflenmektedir.

“Dil-Tarih-Coğrafya” ile aynı doğrultuda hızla Fakülte bünyesine intikal ettirilen (Fizik) Antropoloji bilimi de söz konusu “coğrafya”da mevcut insan malzemesinin dilini, tarihini ve kültürünü onun doğal-biyolojik kapasitesi, yani ırksal karakteristikleri ile birlikte değerlendirmeye dönük bir motivasyonla vücuda getirilmiş görünür. 20. yüzyılın ilk yarısında tüm dünyada yaygın ve hâkim olan “ırksal açıklama”nın yine Türklükle bağlantılı olarak işlenmesi amacıyla tasarlanıp önü açılmış bir alandır bu da…

İnsanlık ve uygarlık için “kök-stok”: Türklük!

Özetlemek gerekirse, yeni kurulan Türk ulus-devletinin dili de tarihi de kültürü de ırkı da insanlığın kaynağında, uygarlığın şafağında “kök-stok” olarak mevcuttur ve DTCF bu mevcudiyeti “bilimsel” temellere oturtma, bunu tüm dünyaya fakat esas kendi hedef kitlesi olan halka duyurma ve duyumsatma lüzumunca şekillenip yapılanmış bir “Okul” olarak karşımızdadır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tebaa bilinci ile geçmiş bir kitleyi “vatandaş” kılma zorunluluğu, bizim Fakülte’nin adında Tarih ile Coğrafya’yı “tireleme” ihtiyacını doğurdu.

O tirede “vatan” var etme derdi içkindir.

Tire, “perçin” mi, “pamuk-ipliği” mi?

Şimdi aradan geçen bunca zaman sonra elbette sormak gerekir: Kaderde tasada kıvançta bir, ortak duyguları, kaygıları, arayışları, arzuları, dostlukları olan bir vatandaşlar topluluğu, yani “millet” olabildik mi?

Üzerinde yaşadığımız coğrafyayı kendi içimizdeki dinsel-mezhepsel, dilsel-etnik, yöresel ve kültürel (yaşam-biçimsel) farklılıklarımızla “çokluk içinde birlik” anlayış ve duygusuyla bir vatan telakki eder, sayar, duyumsar noktaya gelebildik mi?

Yoksa siyasi hesaplar doğrultusunda kutuplaşmacı, çatışmacı, düşmanlaştırıcı iktidar stratejileri doğrultusunda paramparça mıyız?..

Kısacası, 85 yıl önce “Tarih” ile “Coğrafya”nın arasına konmuş o “tire”, bugün gerçekten onları kopuşsuz şekilde bağlayan bir “perçin” işlevine mi sahip?..

Yoksa bir “pamuk-ipliği” mi o?!..

Çok mühim ve hayati sorular bunlar.

Cevaplarında geleceğimiz yatıyor çünkü.

(Kaynaklar: Remzi Oğuz Arık, Coğrafyadan Vatana, 1000 Temel Eser, 1969; Afet İnan, “Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Kuruluş Hazırlığı ve Açılışı”, Cumhuriyetin 50. Yıldönümünü Anma Kitabı, A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayını, 1974)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi