Türk modernleşmesinin iki çocuğu:Türkçülük ve Kürtçülük

Türk modernleşmesinin gereği olarak, örgün eğitim dolayısıyla Türkçe okur-yazarlığın kitleselleşmesi, ulusal basın-yayın faaliyetleri ve bunlarla aynı paralelde millî kimlik olarak Türklüğün popülerleşmesi yolunda "Türküm, Doğruyum, Çalışkanım…", "Ne mutlu Türküm diyene!", “Türk, Öğün Çalış Güven!”, vb. vurgular; ters istikamette, daha doğrusu bir aksülamel olarak, Kürt doğmuş, Kürtçe konuşan, kendini Kürt bilen zihinlerde bir karşılaştırmayı zaman içerisinde kaçınılmaz kıldı. Cumhuriyet’in eğitim, iletişim, ulaşım, meslek edinme, dünyaya açılma gibi imkânlarından yararlanan, yani "modernleşmiş" bu zihinler, söz konusu karşılaştırma sürecinden Kürtlük kimlik ve bilincinin savunucusu olarak çıktılar. Bu bakımdan, Kürtlük kimlik ve bilincinin kitleselleşmesiyle bağlantılı Kürtçülük de Türk modernleşmesinin bir yan ürünü sayılabilir

Geçtiğimiz Cuma gecesi ÖzgürüzRadyo YouTube kanalında Altan Sancar’la “Büyük Resim” programımızda söz HÜDA PAR’ın (Erdoğan’ın deyişiyle) “yerli ve millî”liği tartışması üzerinden döndü dolaştı, Kürdistan’a, Kürt milliyetçiliğine, nihayet Kürtçülüğe ve dolaylı olarak da Türkçülük bahsine geldi. Orada aslında uzun yıllar önce de söz konusu ettiğim bir savı, program akışını başka bir mecraya sevk etmeye de sebebiyet verecek şekilde dillendirmekten kaçınamadım. Dedim ki bu topraklarda Türkçülük kadar Kürtçülüğün de kitleselleşmesini Cumhuriyet’le birlikte hayata geçmiş “Türk modernleşmesi”ne borçluyuz. Bu anlamda onların her ikisi de o modernleşmenin (birbirine düşman) “çocukları”dır.


Elbette program güncel siyasi gidişat, esasen de seçim süreci üzerine olduğu için bu söylediğimi çok fazla derinleştirme imkânı bulamadan satır başlarıyla geçmek durumunda kaldım. Bu da kaçınılmaz olarak bazı boşluklara, dolayısıyla soru işaretleri, itiraz ve rahatsızlıklara yol açtı. Şimdi bunu telafi etme yolunda biraz daha detaylı olarak bu savı burada açmak ve temellendirmek istiyorum.

Türklüğün inşası

Tohumları 18’inci yüzyılın sonundan itibaren Osmanlı döneminde, özellikle 19’uncu yüzyılda Tanzimat’tan Meşrutiyet’lere açılan modernleşme yelpazesinde, esas itibarıyla da II. Meşrutiyet’in ideolojik ve entelektüel ikliminde atılmış olsa da ancak Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte bir siyasi proje olarak kararlıca hayata geçirilen “Türk modernleşmesi”nin en büyük derdi, millet inşası ve milletleşmeyi sağlamaktı.

Dolayısıyla Cumhuriyet öncelikle modern Türk ulus-devletine aidiyetin gereği olarak “Türklük” kimliği, bilinci ve duygusunun bu topraklarda yaşayan insanlara kazandırılması yolunda bir seferberliğe gitti. Çünkü Cumhuriyet kurulduğunda ortada bir Türk devleti vardır ama henüz bir “Türk milleti” yoktur. Daha doğrusu Cumhuriyet’i kuran kadronun kafasında “hipotetik” halde, yani faraziye olarak “Türk milleti” bulunmaktadır da ona “hayat üfleme” yolunda yapılması gereken çok iş vardır.

Memlekette kendisini “Türk” olarak tanıyan/tanımlayan insan bulmak pek mümkün değildir. Hemen herkes kimliğini köyüyle-obasıyla, soy-sop-sülalesiyle, aşireti-kavmiyle, dini-mezhebi-tarikatıyla ifade etmektedir. Kahir ekseriyeti köylü bir kitledir bu ve Cumhuriyet’in temel meselesi de bu köylü kitleyi “yurttaş” yapmak, onu Türk millî şuuruyla-duygusuyla donatmaktır. 1928’de Latin harflerinin kabulünün ardından açılan Millet Mektepleri de 1932’de işlerliğe sokulan Halkevleri de Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi gibi “bilimsel” çerçevede Türklük bilgisi-bilinci-kimliğine yapı taşı oluşturmaya azimli resmi oluşumlar da hep bu doğrultuda işlevselleşmişlerdir. Ama elbette esas itibarıyla örgün eğitim ve basın-yayın faaliyetleriyle, yüzyıllar boyunca dünyaya bakışı da kendini tanıma ve tanımlaması da bir ekonomik-kültürel kategori olarak köylülükle çerçevelenmiş memleket insanını dönüştürme, onu “muasır Türk vatandaşı” yapma yolunda on yıllar boyu çaba harcanmıştır.


İşte bu çaba, Türk kimliği ve bilincinin kazanımına dönük topyekûn bir toplumsal/kitlesel hareketlilik yarattığı ölçüde, beklenmedik ve istenmedik bir yan ürün olarak da Kürtlük kimlik ve bilincinin kitleselleşmesinin önünü açmıştır.

“Birincil bağlılıklar” ve “ikincil” Kürtlük

Kürt kimliği de Türk kimliği gibi, elbette kitleselleşme anlamında “Türk modernleşmesi”ne çok şey borçludur. Kürtçülük de kuşkusuz yine Osmanlı döneminde 19’uncu yüzyıldan, özellikle II. Meşrutiyet’ten itibaren bir elit-entelektüel siyasi-ideolojik hareket olarak mevcuttur. “Osmanlı Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti”, “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti”, “Kürdistan Teali Cemiyeti”, “Kürt Kadınlar Teali Cemiyeti”, “Kürdistan Teşriki Mesai Cemiyeti” ve daha nice oluşum Diyarbakır-İstanbul hattında kurulmuş olup Kürtlük bilinci de bir siyasi varlık olarak Kürdistan hayali de bu oluşumların mensubu “soylu ve münevver” kafalarda, diğer deyişle “Kürt âyanı”nda mevcuttur.

Ancak “ahali” söz konusu olduğunda yukarıda Türklük için söylediklerimiz büyük ölçüde Kürtlük için de geçerlidir. Kürtlerle meskûn coğrafyada da insanlar yüzyıllarca "birincil bağlılıklar" denilen ve daha çok köylülükle ilişkilenen modern-öncesi aidiyetlerle tanımlamaktadırlar kendilerini… Kurmanci, Zazaki, Gorani gibi dilsel; Şafii, Alevi, Yezidi, Nakşi, Kadiri gibi dinsel; Alikan, Beritan gibi kabilesel kimlik kategorileri, bir "üst-kimlik" kategorisi olarak Kürtlükte buluşma ve birleşmeyi engellemektedir.

Bu yüzdendir ki Cumhuriyet’in hemen başında patlayan Şeyh Said İsyanı’nda kitlesel mobilizasyon esas olarak din temelinde sağlanmıştır. Kürtler, kitlesel bakımdan Kürtlük adına değil "Allah" adına ve Hilafeti kaldıran (“dinsiz”) rejime karşı isyana çağrılmıştır. Çünkü din ya da Müslümanlık kitlesel ölçekte Kürtlüğe ön gelen bir kimlik kategorisiydi.

PKK ve Kürt üst-kimliğine doğru…

20. yüzyılın ilk çeyreğindeki Şeyh Said İsyanı’ndan farklı olarak aynı yüzyılın son çeyreğinde başlayıp hâlâ devam eden “PKK İsyanı” ise yukarıda sıralanan kırsal, geleneksel, feodal kimlik kategorilerinin ötesine, tamamen değilse de büyük ölçüde geçmiştir denilebilir.

Evet hâlâ aşiret bağları, özellikle devletle örgütün on yıllar boyu devam eden kanlı çatışma sürecinde her iki tarafça da kendi yararlarına “değerlendirilmiş”, bu da aslında modern dönemde giderek sönümlenme sürecine girecek gibi görünen aşiretlerin yeniden can bulmasına yol açmıştır (ki bu elbette ayrıca ve uzun uzadıya ele alınarak tartışılması gereken bir başka konudur).

Bununla birlikte en azından "ilkesel" temelde, hem parlamenter-demokratik Kürt siyasi hareketi, hem de onun ister istemez “titreşim” içinde olduğu PKK silahlı şiddet hareketi, bir üst-kimlik olarak Kürtlükte buluşmayı kitlesel temelde daha etkin şekilde sağlayabilmiştir.

Ve kimse kızmasın, bu da bir parça Türk modernleşmesine borçlu olunan bir durumdur!..

“Türküm” dedikçe, yankı “Kürdüm” oldu!

Cumhuriyet başlangıçtan itibaren Kürt kimliğini de dilini de yok sayan bir siyasi asimilasyon anlayışını benimsedi ve bu, zaman zaman şiddetlenen bir baskı stratejisiyle yakın dönemlere kadar sürdürüldü. Bugün Kürtlük ya da Kürtçe hususunda bir ölçüde farklılaşma olsa da mesela “Kürdistan” ifadesinin kullanımında bu stratejinin aynı kararlılık ve şiddette sürdürüldüğü söylenebilir.  

Bununla birlikte baştan beri üzerinde durduğumuz Türk modernleşmesinin gereği olarak, örgün eğitim dolayısıyla Türkçe okur-yazarlığın kitleselleşmesi, ulusal basın-yayın faaliyetleri ve bunlarla aynı paralelde millî kimlik olarak Türklüğün popülerleşmesi yolunda sıklaşan-yoğunlaşan ("Türküm, Doğruyum, Çalışkanım…", "Ne mutlu Türküm diyene!", “Türk, Öğün Çalış Güven!”, vb.) vurgular; ters istikamette, daha doğrusu bir aksülamel olarak, Kürt doğmuş, Kürtçe konuşan, kendini Kürt bilen zihinlerde bir karşılaştırmayı akan zaman içerisinde kaçınılmaz kıldı. Cumhuriyet’in eğitim, iletişim, ulaşım, meslek edinme, dünyaya açılma gibi imkânlarından yararlanan, yani "modernleşmiş" bu zihinler, söz konusu karşılaştırma sürecinden Kürtlük kimlik ve bilincinin savunucusu olarak çıktılar. Kürt kimliği ve dili söz konusu olduğunda uzun süre inkâr, yok sayma, olmadı "suç sayma" yönünde seyretmiş resmi-siyasi tasarruflar da Türk modernleşmesinin istemeden uyandırdığı ve "tetiklediği" Kürtlük bilincini, özellikle PKK için tam anlamıyla bir ideolojik malzeme, hatta sermayeye dönüştürdü.

Bu bakımdan, Kürtlük kimlik ve bilincinin kitleselleşmesiyle bağlantılı Kürtçülük de PKK hareketi de Türk modernleşmesinin yan ürünleri, hatta “çocukları” sayılabilirler.

Birbirinden beslenen “düşman kardeşler”

Tabii paradoksal biçimde PKK ve eylemlerinin de Türkçülük ve Türk milliyetçiliğinin ivme kazanması yolunda büyük katkıda bulunduğunu gözden uzak tutmamak gerekir. Bir başka deyişle Türkçü hassasiyetlerin bu ülkede popülerleşmesine-kitleselleşmesine en büyük hizmeti PKK yapmıştır denilebilir. Belki bu, Kürtçülüğün de Türk modernleşmesine borcunu ödemesi olarak değerlendirilebilir!..

Bu ülkede Türk milliyetçiliği, 1990’lara kadar ideolojik anlamda kayda değer bir kitlesel desteğe sahip değildi. MHP’nin 1980 öncesinde gençlik arasında çok etkili olmakla birlikte seçmen kitlesi itibarıyla marjinalliği bunun göstergesidir. Ama 1990’ların sonundan itibaren MHP’nin küçümsenemeyecek bir seçmen desteğine kavuştuğu, o kemikleşmiş tabanının ötesinde bir kitleye hitap eder hale geldiği bir gerçektir. Dahası bugün Türkçü-milliyetçi duyarlılığın MHP ile sınırlamayacak boyutlarda hem popülerleştiği hem de başka siyasi partiler bünyesinde temsil imkânı bulduğunu da kaydetmeden geçmemek gerekir.   

Çünkü kanlı eylemler, sonu gelmeyen cenazeler, kısacası Kürt sorununun PKK üzerinden şiddet temelinde kronikleşmesi, artık 40 yıla varan bu süreç, ülkede Türklük şuur ve duygusunu da kışkırttı, Türk milliyetçiliğine dayalı siyasetin önünü de açtıkça açtı.

Öcalan da Velioğlu da Türk modernleşmesinin ürünü

O halde durum şu: Türk modernleşmesi, ulus-devletin ihtiyaç duyduğu Türklük bilincini yayma yolunda çaba harcadıkça Kürtlük bilincini aktive etti ve hem legal hem illegal Kürt siyasi hareketine giden yolu açtı. Ama bu da karşı istikamette, özellikle de “Kürtlük” temelinde şiddet üretildikçe, Türklüğün daha yaygın, etkin ve dinamik biçimde kitleselleşmesine yol açtı.


Tabii bu arada yine bir modern ideoloji olarak değerlendirilmesi gereken İslamcılığın da Türkiye’de Erbakan’ın Millî Görüş’ünden Hüseyin Velioğlu’nun Kürt Hizbullahı’na açılan yelpazede, yine modernleşme sürecimizin bereketlendirdiği toprakta tohumlar verdiğine bir dipnot düşmeden de geçmemek gerekir.

Dolayısıyla, en nihayetinde Öcalan da "modern Türkiye"de kültürlenmiş, toplumsallaşmış, kimliklenmiş ve siyasallaşmıştır, Hizbullah kurucusu Hüseyin Velioğlu da…

Meclis’teki HDP’li vekil kadar dağdaki genç de…

Cumhuriyet’in modernleşme projesinin içinden çıktı bunların hepsi... İstense de istenmese de…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi