Üçüncü Erdoğan Dönemi: Uzun jübile

“Üçüncü Erdoğan Dönemi”ndeyiz. Bu artık tam anlamıyla “Erdoğan Türkiyesi”nden söz edilebilecek bir “kurumsallaşma” dönemi ve lider açısından da uzun, aheste ve asude bir “jübile” süreci... Elbette iktidar karşısında direniş kaybolmuş değil; siyasal ve toplumsal muhalefet, her ne kadar an itibariyle hayli çökkün ve darmaduman olsa da yeniden dinamizm kazanacaktır. Ayrıca ülkenin içinde bulunduğu şartlar da iktidar açısından öyle güllük gülistan bir gelecek vaat etmiyor. Ancak yine de verili koşullar altında bu dönemin iktidar cephesinden esasen “Erdoğan Türkiyesi”ni Erdoğan-sonrasına hazırlama yolunda değerlendirileceğine yönelik işaretler fazlasıyla uç veriyor.

Kemal Kılıçdaroğlu ile Recep Tayyip Erdoğan arasındaki fark, özü itibarıyla birincinin bürokrat, ikincinin ise siyasetçi olmasıdır.

Her iki liderin bugün karşı karşıya olduğu; birinciye çok sayıda seçim yenilgisi, ikinciye çok daha fazla sayıda seçim zaferi tattıran dinamiğin en çok bu farktan kaynaklandığı önerisinde bulunulabilir.

Bürokrat, devlet adamı olup devlete tâbidir, devletin hizmetindedir. Siyasetçi ise, “retorik” olarak ne yumurtlarsa yumurtlasın; ister “Biz milletin hizmetkârıyız” desin, ister “Allah’ın emirlerinin takipçisiyiz” desin, isterse de “Demokrasinin sigortası, laikliğin bekçisiyiz” desin; öyle ya da böyle neticede devleti hizmetine almayı hedefleyen insandır.

Kemal Kılıçdaroğlu doğdu, büyüdü, yetişti, devletin hizmetinde bir bürokrat (SSK Genel Müdürü) oldu. Sonrasında siyasetle sarmaş dolaş olduğunda ise hayli olgun bir yaştaydı. Devleti gayet iyi tanıdığı söylenebilir tabii ama bir siyasetçi için asıl mesele halkı, toplumu, “millet”i iyi tanımaktır. Bu ise o halkın/toplumun bir kesiminin içine doğmuş olmakla bir ölçüde sağlanabilirse de esasen başlı başına ve uzun erimli “mesai” gerektiren bir husustur.

Tayyip Erdoğan’ı Kılıçdaroğlu’dan kesinkes, ama onun da ötesinde kendisini önceleyen ve Cumhuriyet tarihimiz boyunca öne çıkmış, sağcısı-solcusu, milliyetçisi-İslamcısıyla bütün siyasi figürlerden ayıran temel husus da budur. O, deyiş yerindeyse “çekirdekten” bir siyasetçidir ve ömrü devlet dairelerinde mevzuat değerlendirmeleriyle değil, kenarlarda-köşelerde kitlelere “retorik” üretmeyle geçmiştir. Kendisini yakından ve gayet iyi tanıyanların belirttiği gibi, daha okul yıllarında çocuk yaşta kimsenin olmadığı sınıflarda kürsüye çıkıp boş sıralara hitaben nutuk talimleri yapan Erdoğan ta en baştan siyasetçi olmayı ve devlet(in) adamı değil, devleti uhdesine (hükmü altına) alacak adam olmayı kafasına koymuş bir şahsiyettir.

İktidara hazırlık evresi

Erdoğan’ın siyasete ilgisi yukarıda değinildiği üzere boş sınıflarda nutuk atma şeklinde “fantastik” mahiyette çocukluğuna kadar geri götürülebilirse de esasen ilk gençlik yıllarında Milli Türk Talebe Birliği’nde harcadığı zaman içinde bu ilginin kristalleşmeye başladığı söylenebilir. Fakat daha formel başlangıç, 1970 ortalarında Milli Selamet Partisi Gençlik Kolları’nda olur. Partinin Beyoğlu Gençlik Kolu Başkanı’dır önce… Sonra İstanbul İl Gençlik Kolları Başkanı olur. Oralardan ve elbette MSP’den (12 Eylül 1980 sonrasında) Refah Partisi’ne, Beyoğlu İlçe Başkanlığı’na, ardından İstanbul İl Başkanlığı’na uzanan bir süreç izlenebilir. Ve bilindiği üzere bunları RP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı takip eder.

Birinci Erdoğan Dönemi

Yukarıda sıralananlar siyasetçi Erdoğan’ın devlete “sahip olma” yolunda “iktidar kariyeri”nin hazırlık evresini oluşturduğu söylenebilecek gelişmelerdir. Onun iktidar kariyeri ise AKP lideri olarak 2003’te başbakan olmasıyla başlar. Bu “Birinci Erdoğan Dönemi”nde o, lideri olduğu parti bünyesinde “eşitler-arasında-birinci”dir.

Bu dönemin 2013’e kadar bir 10 yıl sürdüğü söylenebilirse de süreç mahiyet ve tempo itibarıyla baştan sona aynı seyretmiş değildir. Aslında 2009’dan 2013’e, “Birinci Erdoğan Dönemi”nden “İkinci Erdoğan Dönemi”ne; liderin “eşitler-arasında-birinci” olmasından “Tek Adam”lığa yürümesine doğru bir “Geçiş Dönemi”nden bahsetmek de mümkündür. Burada kırılma noktası 2009’da Davos’taki “Van Minüt” çıkışıdır ve Erdoğan’ın hem içeride hem de İslam dünyasında, özellikle Türkiye’ye mücavir Müslüman coğrafyalarda kültleşmesine doğru gidişin önünü açmışken elbette iktidar sarhoşluğu ya da zehirlenmesine sebebiyet veren etkide de bulunmuştur. Ardından 2011’de neredeyse yüzde 50’ye varan oyla gelen seçim zaferi buna tuz-biber ekmiş ve “Artık biraz daha zorlarsam yüzde 60’ı bulur, Başkan Baba olurum ve ben ne dersem de o olur” ruh hali beslendikçe beslenmiştir.

İkinci Erdoğan Dönemi

Ancak “İkinci Erdoğan Dönemi”nin fitilini esas ateşleyen 2013 “Gezi” patlaması ya da “Haziran Direnişi” oldu. “Gezi”den itibaren hem ülkeyi tam ortadan yaran kültürel-kimliksel bir kutuplaşma şiddetle derinleştirilerek ve önceki dönemde “kan-kardeş” olunan cemaat yapısıyla kanlı-bıçaklı hale gelinerek; buna bağlı olarak ortaya çıkan her kriz de “Allah’ın lütfu”na dönüştürülerek “demokratik marifetle” otokratik bir rejim tesis etme yolunda ne gerekiyorsa yapılmıştır.

Ayrıntı çok, aktaramıyoruz ama sonuç itibarıyla ülkenin yarısı için kâbus gibi geçmiş bu “İkinci Erdoğan Dönemi”nin de işte ülke adına son bir demokrasi çırpınışı içinde 2023, 14 ve 28 Mayıs seçimlerine kadar sürdüğü söylenebilir.

“Erdoğan’sız Erdoğan Dönemi”ne doğru…

Şimdi “Üçüncü Erdoğan Dönemi”ndeyiz. Bu artık tam anlamıyla “Erdoğan Türkiyesi”nden söz edilebilecek bir “kurumsallaşma” dönemi ve lider açısından da uzun, aheste ve asude bir “jübile” süreci olarak ayırt edilebilir.

Elbette iktidar karşısında direniş kaybolmuş değil; siyasal ve toplumsal muhalefet, her ne kadar an itibariyle hayli çökkün ve darmaduman olsa da yeniden dinamizm kazanacaktır. Ayrıca ülkenin içinde bulunduğu şartlar da iktidar açısından öyle güllük gülistan bir gelecek vaat etmiyor.

Ancak yine de verili koşullar altında bu dönemin iktidar cephesinden esasen “Erdoğan Türkiyesi”ni Erdoğan-sonrasına hazırlama yolunda değerlendirileceğine yönelik işaretler fazlasıyla uç veriyor.

Yani Cumhuriyet’in 100’üncü yılına girilirken, ilk çeyrek yüzyılda siyasal-kültürel mahiyette önü açılmış bir süreci, son çeyrek yüzyılda “çevrim”e uğratıp “çemberi kapatma”ya çalışacaklar gibi görünüyor.    

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi