Anti Siyaset Çağı

Eskiden kamu malı niteliğindeki ve dolayısıyla görece düşük paya sahip mal ve hizmetler için artık bütçenin önemli bir oranını ayırmak gerekiyor. Diğer giderler ve işgücü piyasalarındaki güvencesizlik (precarity) odaklı gelişmeler de hesaba katılacak olursa hanelerin bütçeleri önemli ölçüde açık vermeye başladı ve borçluluk geometrik olarak yükseldi. Dolayısıyla, gelecek korkusu, güvencesizlik ve belirsizlik ortalama birey için sıradan bir hal aldı. Bugün karşı karşıya kaldığımız derin, yaygın ve süreğen yoksulluğun ana nedeni temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesidir

Üzerinden koca bir yaz geçmesine rağmen toplum seçim travmasını henüz atlatamamış gözüküyor.  Yirmi yıllık radikal sağ popülist iktidara karşı seçim kazanmaya çok yakın olma umudu ve ardından yaşanan beklenmedik seçim yenilgisi büyük bir çöküntüye yol açtı. Ama travmanın derinleşmesi muhalefetin, iktidarın bir parçası gibi görünmesine neden olan ve bu haliyle geniş bir yurttaş bloğunun siyasetten umudu kesmesine yol açan güncel tartışmalarla bağlantılı. İnsanların uykusunu kaçıran, umutsuzluğu derinleştiren muhalefetin bu seçimi iktidara bilinçli olarak bırakmış olma ihtimali aktif muhalefet yürüten kesimlerde yaygınlaşmaya başladı. Bu görüntü gerçek mi, yoksa, iktidar ile muhalefet arasında “işbirliği görüntüsünü, belki de imkanını” yaratan nesnel bir süreçten mi geçiyoruz? 

Öyle ya, en kurumsal ve olgun sayılan demokrasilerden en genç ve/veya eksik demokrasilere kadar tüm toplumlarda benzer süreçler yaşanıyor. Bunu sağ popülist iktidarların ortaya çıkışına bağlama eğilimi var. Bu hareketleri birbirlerinden öğreniyorlar ve bu yönleriyle “neofaşist enternasyonal” gibi bir tür zahiri kurumsallaşmanın parçası gibi davrandıkları da söylenebilir. Genellikle de bu iktidarlar içinden çıktıkları toplumları ve demokrasileri bozuyorlar diye düşünüyoruz.  Bu iktidarlara bir tür toplumsal öz imha sürecinin faili muamelesi yapıyoruz ama ya bu iktidarlar bir failden öte aynı zamanda bir sonuç ise, yani bu iktidarları doğuran güçlü, yaygın ve derin bir toplumsal öz imha sürecinin içindeysek? O zaman bu süreci aktörleriyle ve nedenleriyle beraber açığa çıkartmak karşı hamleyi tasarlamak açısından da önem taşımaktadır.

Neoliberalizmin üç evresi

Bu noktaya nasıl geldiğimizi ele alırken vahşi neoliberalizm dönemi için bir parantez açmak gerekiyor. Neoliberalizm öncesinde özellikle yirminci yüzyılın başında büyük ivme kazanan toplumsal hareketler olgun kapitalist ülkelerde güçlü bir sosyal devlet oluşmasını sağlamış ve refah devleti küresel bir standart haline gelmişti. Elbette, bunda Ekim devriminin ve dünya sosyalist sisteminin ortaya çıkışının da bir etkisi olduğunun altını çizmek gerekir. Neoliberalizmin ortaya çıkış nedenleri hakkında farklı görüşler öne sürülse de sonuçları hakkında artık günümüzde bir netlik oluşmuştur. Görünür hale gelen hastalıklı ve kabul edilemez sonuçlar yüzünden, neoliberalizm bizzat kendi ideolojik ve kurumsal sahipleri tarafından bile terk edilmiştir. 

Neoliberalizmin kabaca üç evresinden söz edilebilir. Birinci evrede devletin iktisadi aktör olarak çeşitli sektörlerde üretim yapmasının doğru olmadığından hareketle kapsamlı bir özelleştirme hamlesi gerçekleştirildi. Buradaki temel argüman ise devletin varlığının kutsallaştırılan “piyasa rekabetini” etkinsiz hale getirmesi dolayısıyla kaynak tahsisinde ve toplumsal refahta büyük kayıplara neden olmasıdır denilmişti. Ayrıca, bu faaliyetlerin varlığının çeşitli yolsuzlukların yaygınlaşmasına ve bürokratik yapının güç kazanmasına yol açtığı da belirtilmişti. Sonuçta özelleştirme dalgası tüm dünyada yaygınlaştı ve kamunun kritik sektörlerden başlayan, etkisi ise ekonominin tümüne yayılan regülasyon araçlarından biri elden çıkmış oldu. 

İkinci evre ise temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesini içeriyordu. Doksanlı yıllarda başlayan bu süreç ile eğitim, sağlık, barınma ve enerji dağıtımı gibi temel ve tüketimi zorunlu mal ve hizmetler kamunun faaliyet alanının dışına sürüldü. İlk bakışta en önemli toplumsal tahribatın bu aşamada ortaya çıktığı söylenebilir. Temel toplumsal hizmetlerin kamusal alan içerisinde bulunması amaç fonksiyonunun “kamu çıkarı” etrafında şekillenmesi anlamına gelmektedir. Özelleştirme sonucunda kamu çıkarı “kar odaklılık” ile yer değiştirince temel kamu hizmetlerine erişim garantisi fiilen ortadan kalkmış oldu. 

Kamu çıkarı, kamu malı niteliğindeki yani bütün bireylerin erişebileceği kaliteli eğitimi gerektirirken özelleştirilmiş eğitim piyasasında kaliteli eğitim pahalı ve dolayısıyla geniş toplumsal kesimler için erişilemez bir hizmet niteliğine büründü. Üstelik kamunun toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda eğitim planlaması yapabilmesi artık bir hayale dönüştü. Sağlık hizmeti ise bir sektörel faaliyete dönüşünce “müşteri” kavramı yerleşti ve gerçekleştirilen tüm sosyal güvenlik esaslı yamalara rağmen kaliteli ve kamusal hizmete erişmek olanaksızlaştı. Öte yandan temel sağlık hizmetinde önemli eksiklikler varken kaynaklar yüksek gelirli “müşterilerin” ihtiyaçlarını karşılamaya doğru kaydı. Enerji başta olmak üzere temel altyapı hizmetlerinin özelleştirilmesi ise bir yandan nihai tüketicinin bütçesini etkilerken, bir yandan da üreticilerin, özellikle küçük üreticilerin maliyetlerini yükseltti ve faaliyetlerini zorlaştırdı. Dolayısıyla hanelerin bütçelerinde bir doğrudan bir de dolaylı maliyet artışı ortaya çıktı.

Bütün bunlar, hanelerin bütçelerinde hayatta kalmak ve toplumsal yaşama katılabilmek için zorunlu olarak tüketilmesi gereken temel hizmetlerin payının artmasına neden oldu. Eskiden kamu malı niteliğindeki ve dolayısıyla görece düşük paya sahip mal ve hizmetler için artık bütçenin önemli bir oranını ayırmak gerekiyor. Diğer giderler ve işgücü piyasalarındaki güvencesizlik (precarity) odaklı gelişmeler de hesaba katılacak olursa hanelerin bütçeleri önemli ölçüde açık vermeye başladı ve borçluluk geometrik olarak yükseldi. Dolayısıyla, gelecek korkusu, güvencesizlik ve belirsizlik ortalama birey için sıradan bir hal aldı. Bugün karşı karşıya kaldığımız derin, yaygın ve süreğen yoksulluğun ana nedeni temel kamu hizmetlerinin özelleştirilmesidir.

“Toplum diye bir şey yoktur esasında”

Neoliberalizmin politik yüzü Thatcher’ın bir röportajında dile getirdiği bu düşünce aynı zamanda neoliberalizmin üçüncü evresini tarif eden bir sözdür. Üçüncü evre, kamusal alanın ve yurttaşın bizatihi kendisini hedef almıştır. Kamusal alan geniş bir kavram ama herhalde karar süreçlerinin doğrudan belirleyeni olması nedeniyle siyaset, kamusal alanın zirve noktasıdır. Siyasi katılım için kabaca iki ana kanaldan bahsedebiliriz: sivil toplum ve siyasi partiler.  Bugün her iki kanal da tasfiye sürecine girmiştir. Tasfiye sürecini en iyi betimleyen kavramlardan biri de “anti-siyaset” kavramıdır. Önümüzdeki hafta bu kavram üzerinden üçüncü evreyi tartışmaya devam edeceğim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haluk Levent Arşivi