Anti siyaset makinesi

Yoksul ülkeler tanım gereği “az gelişmişlerdir” ve burada yaşayan insanların yoksulluğu ve iktidar yoksunlukları tarif edilen bu sistemin salt dışsal göstergeleridir. Bu dışsallık sistemin hakimi durumundaki “gelişmiş” ülkeler için bir sorumluluktan kurtulma, ruhu temizleme imkanı ve tiksindirici yoksulluk ve eşitsizliği benimseten bir riyakarlık anlamına gelir. Zengin ülkeler ve hakim sınıflar bu durumdan sorumlu tutulamazlar ve hatta az gelişmiş coğrafyalara sürekli yardım etme çabası içindedirler. Bu durumda da yoksul ülkelerin içinde bulunduğu durum tek bir şeyin eksikliği ile açıklanabilir: “gelişme”.

Anti-siyaset kavramı, antropolog James Ferguson tarafından, 1996’da yayımlanan “Lesotho’da Gelişme, Depolitizasyon ve Bürokratik İktidar” adlı kitabında anti-siyaset makinesi (anti-politics machine) şeklinde kullanılmıştır. Aslında orada olup bitenler ve Ferguson’un kavramsallaştırması bugün karşı karşıya olduğumuz meseleyi tartışmaya başlamak için iyi bir başlangıç sayılabilir. Ferguson anti-politika kavramını, kitabını yazdığı dönemin hemen öncesinde yani yetmişli yıllarda hakim sorunsal olan kalkınma/gelişme sorunsalı etrafında tarif etmiştir. Dolayısıyla bu kavramın bugün işlevsel olabilmesi belki biraz daha genel bir çerçevede ele alınması ile bağlantılıdır.

Gelişme kavramı ve anti- siyaset 

Ferguson gelişme kavramını 19. Yüzyılın hakim sorunsalı uygarlık/uygarlaşma ile karşılaştırarak değerlendirirken bu kavramın da tıpkı önceki gibi dünyanın farklılıklarını anlaşılır ve meşru kılmak için kullanılan ve bu anlamıyla bir değerler sisteminin parçası haline getiren yönünün de altını çizer. Yoksul ülkeler tanım gereği “az gelişmişlerdir” ve burada yaşayan insanların yoksulluğu ve iktidar yoksunlukları tarif edilen bu sistemin salt dışsal göstergeleridir. Bu dışsallık sistemin hakimi durumundaki “gelişmiş” ülkeler için bir sorumluluktan kurtulma, ruhu temizleme imkanı ve tiksindirici yoksulluk ve eşitsizliği benimseten bir riyakarlık anlamına gelir. Zengin ülkeler ve hakim sınıflar bu durumdan sorumlu tutulamazlar ve hatta az gelişmiş coğrafyalara sürekli yardım etme çabası içindedirler. Bu durumda da yoksul ülkelerin içinde bulunduğu durum tek bir şeyin eksikliği ile açıklanabilir: “gelişme”. Bugün sosyal devletin ve kamunun aşağılanması (degrade edilmesi) ile bu kavramın salt büyümeye indirgendiğini ve seksenli yıllarda sahip olduğu daha sol tınılı farklı anlamlarda bu şekilde bir sadeleşmeye gidildiğinin de altını çizelim.

Gelişme kavramı ve etrafındaki birbiriyle son derece uyumlu bir şekilde iç içe geçmiş ulusal ve uluslararası kurumlar, aktörler Ferguson açısından anti-politika makinesinin dişlilerini oluştururlar. Lesotho bu açıdan ele alınabilecek bir tikel örnektir. Lesotho’nun en yoksul ve fiilen ülkenin diğer bölgeleri ile iktisadi bağı olmayan en “yoksul” bölgesinde yaşayan insanları “daha iyi bir yaşama” kavuşturmak için Dünya Bankası öncülüğünde uluslararası kurumlar tarafından bir kalkınma programı yürürlüğe konulur. Alışık olduğumuz üzere merkezi hükümet önderliğinde büyük bölümü hibe ve bir bölümü uygun faizli kredi paketi ile gelen program bölgenin modern bir iktisadi yapıya kavuşturulmasını hedeflemektedir. Beş yıl kadar sonra denetime giden heyetten gelen raporlar sonucun beklendiği gibi olmadığının altını çizer.

Gelen fonlar, merkezi hükümet tarafından “şaşırtıcı şekilde” yol ve çeşitli altyapı projelerine harcanmış ve bu projelerin hayata geçirilmesi sırasında bölgenin ve orada yaşayanların ihtiyaçlarından çok bölgeyi merkezi yapıyla entegre eden projeler gerçekleştirilmiştir. Merkez ile entegrasyonun önemli parçalarından biri elbette merkezi otoritenin gücünün doğrudan aracı olan polis ve hapishanelerdir. Bölge, merkezi otoritenin şedit yüzü ile tanışmış ve haliyle denetim raporunun da tespit ettiği gibi bölgede refah eskisine göre daha kötü bir seviyeye inmiştir. Bir de tabii ki bütün bu projelerin hayata geçirilmesi sırasında merkezi hükümetin, bürokrasinin ve etrafındaki bazı sermayedarların zenginleşmesine neden olan ihale süreçlerinden bahsetmek gerekir. Nedense bu yol ve yöntemlerin geniş bir uygulama alanı var! Elbette bu büyük proje önce durdurulmuş, sonra da iptal edilmiş. 

Ferguson, kitabında bu örnek proje üzerinden baskın bir sorunsal olarak “gelişmenin” ve etrafında oluşan kurumsallaşma ile iş yapma biçiminin nasıl bir anti-siyaset makinesi olarak çalıştığını anlatır. Proje denetimi, yolsuzlukların tespit edilmesi ve ceza olarak projenin sonlandırılması Dünya Bankası ve diğer kurumları kurtaramaz. Çünkü sorun zaten kavramsallaştırmadan başlayarak bizatihi sürecin ve dolayısıyla kurumların kendisidir. 

Devlet, bürokrasi ve anti- siyaset

Elbette işin önemli parçası “merkezi bürokratik devlet yapısıdır”. Normalde siyaset kanalı ile yani toplumun enine boyuna tartışması ve ortaya çıkan oydaşma üzerinden alınması gereken kararlar ulusal ve uluslararası bürokrasinin hükümranlığına geçtiğinde, bu oligarşik yapının sürece hakim olabilmesi siyasetin ortadan kaldırılması ile mümkündür. Devlet dediğimiz aygıt ise bu oligarşik yapının en önemli parçalarından biridir. İleride daha geniş biçimde dönmek üzere devletin sürekliliği içerisinde son derece esnek, bir nevi evrim geçirme kabiliyetinin altını çizmek isterim. İlgili okuyucular için, şimdilik yarım kalmış bir eser olmakla birlikte son derece ufuk açıcı bir kitaba, Istvan Meszaros’un “Beyond Leviathan” adlı eserine referans vererek geçeyim.

Devletin evrim ve uyum kabiliyeti anti-siyasetin işleyiş biçimini, mekanizmalarını etkilemekle birlikte özü yani yurttaşların siyasetten uzak tutulması aynı kalmaktadır. Bu anlamıyla, hakim sınıflar açısından toplumsal kontrol mekanizmasının özü zaten yurttaşların siyaset alanından uzaklaştırılmasına, depolitizasyonun kökleştirilmesine dayanmaktadır. Dolayısıyla anti-siyasetin sürekliliğinden bahsedebiliriz; ancak, şu sıralarda aklımı kurcalayan soru bu defa yaşadığımız anti-siyaset halinin kapitalizme özgü (içkin anlamında) niteliklerinin buharlaşıp buharlaşmadığıdır. Buharlaştığına dair güçlü emareler olduğunu düşünüyorum. 

Bu bağlamda tartışılması gereken epeyce konu var. Sırasıyla ele almaya çalışacağım. Önümüzdeki hafta kavramı, benim bilebildiğim kadarıyla Türkiye’de ilk kez kullanan Tanıl Bora’nın (elbette Tanıl’ın ilk olması şaşırtıcı değil) 1998’de Birikim’de yazdığı yazı (Sabancı’nın “Aday Adaylığı”: Anti-Politik Siyasette Yeni Bir Hamle mi? Birikim 114, Ekim 1998) üzerinden ele almaya çalışacağım. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Haluk Levent Arşivi