Los Angeles Sırları (1997) / PrimeVideo

Bu hafta, hazır fazla film yokken üzerine yazacak, platformlarda gösterilen filmlere bakayım dedim, gördüm ki eskilerden de iyi seçimler yapmışlar, böyle iki film seçtim, biri 1997 diğeri 2002 tarihli filmler, haklarındaki yazıları tam da yayınladığı tarihte yazıldığı gibi aldım, o yıllarda nasıl yazmışsam öyle verelim dedim, haklarını yememişim doğrusu, o yüzden içim rahat, bu filmler için bugün de aynı şeyleri düşünüyorum…

Karmaşık ve apaçık bir polisiye…

Los Angeles Sırları (1997) / PrimeVideo

James Ellroy’un romanından uyarlanan “Los Angeles Sırları”nda, bir yanıyla görkemli bir zenginliğe, bir yanıyla karanlık bir suç alemine ev sahipliği yapan Los Angeles şehrinin, hızla gelişmeye başlayan bir başka çevresi, çeşitli karakterlerle tasvir ediliyor: Sinema yıldızlarına tıpatıp benzeyen fahişeler pazarlayan seçkin bir simsar, onun maiyetinde çalışan bir kadın, bir skandal dergisinin yayın yönetmeni, yer altı dünyasının büyük ve küçük patronları, çeşitli “açık”lar veren yasa adamları, sert ve acımasız polisler…

Ve hepsinin ortasında, farklı kanallardan ilerleyen, ama giderek bütünleşen üç hikayenin merkezindeki, yoğun ve keskin kişilik çatışmaları yaşayan üç polis memuru…

Bütün olarak, çağdaş kapitalizmin temel sorunlarını endişeli ve hüzünlü bir yaklaşımla yansıtan, yasal ile yasadışının kesişmeleri, güç ve çıkar çatışmaları, yozlaşma ve ahlak üzerine çarpıcı bir film.

Bilmece gibi kurulmuş yoğun ve etkileyici senaryosunu, Komplo Teorisi’yle adını duyuran Brian Helgeland’ın yazdığı; Beşikteki El filmiyle tanınan Curtis Hanson’ın akıcı ve çarpıcı bir üslupla yönettiği Los Angeles Sırları’na, Kevin Spacey, Russell Crowe, Guy Pearce, James Cromwell, David Strathairn, Kim Basinger ve Danny De Vito’nun bulunduğu müthiş bir oyuncu kadrosu güç katıyor.

Çağdaş ve ilginç bir kara film örneği olan Los Angeles Sırları, karmaşık entrikalar ve zengin ayrıntılar içeren senaryosu, anlatılan öyküye ve döneme uygun düşen gergin atmosferi, iyi işlenmiş ve ustalıkla canlandırılmış başlıca karakterleri, ölçülü ve etkili anlatımıyla, baştan sona merak ve heyecanla seyredilen, çok ilginç ve nitelikli bir polisiye…

7.2

Hatırlamakta zorlanan sıkı bir casus…

Geçmişi Olmayan Adam (2002) / Netflix

Birçok dil bilen, yakın dövüşte çok hızlı ve sağlam, silah ve araba kullanmada nerdeyse kusursuz denebilecek ölçüde mahir, bir bakışta yakalayıverdiği ayrıntıları hemen analiz edebilecek kadar sıkı bir gözlemci, ama kendisi böyle bir donanıma sahip olduğunu hatırlamıyor, tabii nasıl ve neden sahip olduğunu da...

İşte bu noktada, bu bol hareketli casusluk macerasının baş rolüne, bugüne kadarki çalışmalarında böyle yapımların pek öne çıkmadığı Matt Damon’ın neden seçildiği de anlaşılıyor. Daha önce özellikle Becerikli Bay Ripley filminde yaptığını bir kez daha başarıyla yapıyor genç oyuncu, “sakin ve temiz” yüzünün ardından, bayağı “atak ve haşin” bir adam çıkarıveriyor, üstelik ince ve inandırıcı geçişlerle...

Bir tek sahneyi akla getirmek bile yeterli: Akdeniz’de İtalyan balıkçılar tarafından baygın olarak bulunduktan sonra, sırtından çıkarılan iki kurşun ve kalçasına yerleştirilmiş küçük yansıtıcıda bulunan bir İsviçre banka hesabının şifresi dışında, kendisine dair hiçbir şey bilmeyen genç adam, hatırlayamadığı geçmişine dair bir ipucu bulmak umuduyla, gece yarısı vardığı Zürih’teki bir parkta uyuyakaldığında, başına dikilip kimlik soran polislere birdenbire Almanca cevap verdiğinde, yüzünde belli belirsiz bir şaşkınlık görülüyor, o ana kadar İngilizce konuştuğu için, “ben Almanca biliyormuşum” gibi bir şaşkınlık; sonra kimliği olmadığı için onu zorla karakola götürmek istediklerinde, aynı polisleri fişek gibi hamlelerle bir anda yere serdiğinde, yine aynı ifade beliriyor yüzünde, “ben ne biçim dövüşebiliyormuşum” gibi bir şaşkınlık, bir an için, belli belirsiz...

Filmin başlarındaki bu sahne, Matt Damon’ın oyunculuğundaki ayrıntı lezzetini tattırıyor, hatta sonrasında da perdeye canlılık katmak için bu yetenekli yıldızın ışığı bol bol kullanılıyor, ama o ayrıntı lezzetini zenginleştirecek kadar geniş bir karakter malzemesi ortaya çıkmıyor gene de. Çünkü bu, “karakter” odaklı olmaya sıvanan bir film değil.

Nitekim, kim olduğunu bulmaya çalışırken başına gelen belalar sayesinde ipuçları elde eden Jason Bourne’un, kendisinin hatırlayamadığı kimliğine dair seyirciye ilk elden verilen kırık dökük bilgiler yeterli görülüyor, bu maceranın ardındaki marazın çıkmasına yol açan “merhamet” meselesinin gösterildiği küçük bir sahne dışında, ilerleyen süreçte herhangi bir “kişilik” ayrıntısına girilmiyor, kim bilir belki de onun geçmişini hâlâ tam olarak keşfedemediği göz önüne alınıyor, ama her halükarda film de bir “kimlik” üzerine inşa ediliyor: Sıkı bir casus!..

Jason Bourne sıkı bir casus ve film de kendisini öldürmek üzere gönderilen meslektaşlarının elinden kurtulmaya çalışması üzerine kurulu.

Hakkını teslim etmek lazım, yönetmen Doug Liman, bu yapının gereklerini sağlam biçimde yerine getiriyor: İsviçre’deki banka binasında kovalamaca, Paris’teki bir apartman dairesinde kavga, Paris sokaklarında araba takibi, Fransa taşrasında silahlı çatışma gibi bütün heyecan sahnelerini, özel görsel efekt desteğine pek başvurmadan, zaman zaman kamerayı da bizzat kullanarak hızlı ve aksaksız bir biçimde işliyor, üstelik giderek belirginleşen olay gelişimini tıkır tıkır yürütmeyi, gerekli duraklamaları yan hikayelerle beslemeyi, merak duygusunu sürekli ayakta tutmayı da ihmal etmeden...

Ama elbette unutmamak lazım ki, önünde sonunda bu bir hareketli casusluk macerası, yani Jason Bourne’un koca bir binanın çatısından aşağıya bir nevi Örümcek Adam maharetiyle duvarlardaki küçük çıkıntıları basamak gibi kullanarak inebilmesini, CIA merkezindeki bilgisayar uzmanlarının adını ilk kez duydukları İsviçreli bir kızın hayat hikayesini sanki bunlar bile kayda girermiş gibi duygusal meselelerine kadar şıp diye bulup çıkarabilmesini, hatta belki beklense de fazla gelen mutlu son buluşmasını filan sineye çekmekte mahzur görmemesini bekliyor seyircisinden...

Eğer bunlar mesele edilmezse, yalnızca Marsilya’dan Alp dağlarına, Paris’ten Santorini adasına uzanan nefis Avrupa mekanlarında sürükleyici bir macera seyrettirmeyi değil, Matt Damon’ın filme hakim olan parıltısı ve ona yersiz yurtsuz bir genç kadın olarak eşlik eden Alman oyuncu Franka Potente’nin yeteneği kadar, küçük rollerdeki büyük oyuncuların yaratabildiği etkiyi göstermeyi, mesela bir irtibat noktası olarak nerdeyse figüran listesine girecek kadar az görünen Julia Stiles’ın bir köşe başı buluşmasındaki anlık bakışında beliren gerginliği, gizli bir operasyon yürüten CIA yöneticisi olarak Chris Cooper’ın gözlerinde yükselen endişe ve öfkeyi, bir başka sıkı casus olarak Clive Owen’ın bir çayırın ortasındaki çatışmanın sonunda yüzüne yerleşen acıyı hissettirmeyi de vaat ediyor bu film...

Ki, şu çayırdaki çatışmanın sonu filmin kilit noktalarından biri. Kendisini öldürmeye gelmiş olan meslektaşının can çekişirken söyledikleri, suikast uzmanı bir casus olarak Jason Bourne’un durumuna da ayna tutuyor: Geçmişini hatırlayamasa da bütün becerilerinin ihtiyaç duyduğu anda bir içgüdü gibi otomatik olarak harekete geçmesini sağlayan bir makineleşme...

7.5

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ali Hakan Arşivi